The Bloodstained Butterfly (1971) 1 – butterfly

The Bloodstained Butterfly (1971)

9 Mart 2009

“Bir film, ‘kurmaca’dan çok müzik gibidir ya da olmalıdır.”
Stanley Kubrick

The Bloodstained Butterfly (1971) 2 – 10940İyi bir film, iyi bir makine gibidir. Makine, çeşitli parçalardan oluşan düzenekler bütünüdür. Birbirinden bağımsız gibi gözüken ama dikkatli bakıldığında, bir şekilde birbiriyle ilişkili hemen hepsi değişik bir biçimde de olsa aynı amaca hizmet eden farklı parçalardan oluşur. Makinenin her parçasının kendi başına kusursuz çalışması yeterli değildir, parçaların uyum içinde çalışması da gereklidir. Bu açıdan bakıldığında Bloodstained Butterfly’ın; her bir parçası kendi işlevini başarıyla yerine getiren, öğeleri neredeyse kusursuz bir ahenk yakalamış, tıkır tıkır işleyen bir makine olduğunu söyleyebiliriz.

Bazı makinelerin/filmlerin, bütünü kıskandıran parçaları vardır. Makine/Film iyi olmasa da bir ya da birkaç parçası kusursuzdur. İşte o kusursuz parçalardan biriyle açılır Bloodstained Butterfly… Peter Ilyitch Tchaikovsky’nin 1 No’lu Piyano Konçertosuyla…

O ne eşsiz, o ne muhteşem bir müziktir yarabbi? Henüz filmin ilk saniyelerinde, abartmıyorum ilk saniyelerinde, yönetmen kusursuz “an”lar yakalamıştır bile. Ekranın ortasında, belirsiz bir şeklin/boşluğun içinden, kameranın kıvraklığından anladığımız kadarıyla, hızla giden bir araba görülmektedir. Görüntüye, Tchaikovsky’nin 1 No’lu Piyano Konçerto’sunun tüyler ürpertici açılışı eşlik etmektedir… Filmin görüntüsüne evsahipliği yapan boşluktan arta kalan siyah yüzeyin sağ üst köşesinde, başrol oyuncusu Helmut Berger’in adı yazmaktadır. Önce, kameranın çok yüksekçe bir yerden çekim yaptığı anlaşılır, kamera arabayı takip etmektedir. Birden, araba görüntüsünü içine alan açıklığın bir kelebek şeklinde olduğu fark edilir. Helmut Berger’in sağ üst köşedeki adı ekrandan silinir silinmez, tam aksi yönünde, ekranın sol alt köşesindeki karaltıda filmin adı ortaya çıkar “Una Farfalla con le ali insanguinate”…

“Kana Bulanmış Kelebek”…

Film başlayalı sadece 8 saniye olmuştur. Ama bu kısacık sürede; görüntü ile müzik adeta vals yapmaya başlamış, birbirleri etrafında dönmüş, dönmüş, dönmüş ve giderek bütünleşip sarmal bir yapıya bürünmüş ve filmin sinema okullarında ders olarak okutulması gereken açılışına adeta ‘reverans’ yapmışlardır.

İkaz etmeden geçmeyelim. 95 dakikalık İtalyanca versiyon esas alınarak hazırlanan bu inceleme, baştan sonra spoiler (mahveden) içermektedir.

Kelimenin tam anlamıyla ‘mükemmel’ bir sinemasal-anlatı örneği görmek istiyorsanız, Bloodstained Butterfly”ın ilk 6 dakikasını izlemelisiniz. Sahne sahne, plan plan ilerliyorum:

butterfly-2

Pelerinli Kadın – Marta Clerici
Filmin adı ekrandan silinir silinmez, kamera, arabayı takip etmeyi bir-iki saniyeliğine bırakır ve bizi hikayenin geçeceği şehirle tanıştırır. Küçük, sıcacık, bir İtalyan kasabasındayızdır. Yolu süpüren bir çöpçü görürüz, anlarız ki sabahın erken saatleridir. Demin uzaktan gördüğümüz mavi araba, daracık bir sokakta ilerleyerek çöpçünün bulunduğu yere yaklaşır ve yanından geçer. Bir sonraki sahnede, (trafik lambalarına yaklaştığı için) yavaşlayan arabayı görürüz. Araba durur. Kamera sürücüye yakın plan girer. Sürücü güzel yüzlü bir kadındır, uyuklamakta ve esnemektedir. Uzunca bir yoldan geldiği anlaşılmaktadır. Gözleri bir kapanıp, bir açılmaktadır. Yorgundur besbelli. Yeşil ışık yanar ve yoluna devam eder. Üstü açılıp-kapanabilir mavi arabasıyla basar gaza. Bu arada Tchaikovsky’nin konçertosunun notalarını çağrıştıran bir piyano doğaçlaması müzik işini devralır, yardımcı enstrümanlarla beraber caza yakın bir tarzı yakalayan bu çalışma filmin orijinal müziğidir. Müzikler arası geçiş son derece yumuşak ve sarsıntısız olmuştur. Sonra hadi olması gerektiği gibi söyleyelim, Tessari yabancı değil, kamera bize bir “Leone” verir. Kadının gözleri kapanıp durmaktadır. Kadın esnemeye başlar. Araba ilerliyordur. Karşıdan bir çekim alınır. Yönetmenin adı yazar ve “kelebek”in yarattığı boşluk kaybolur. Tam ekran karşımızdadır. Filmin dış dünyayla bağlantılı olan cast yazıları yoktur artık. Derken büyük yemyeşil bir bahçesi olan eve gelinir. Araba bahçede görünür görünmez, ekranda aşağıdan yukarıya doğru bir şiir geçmeye başlar.  Geçmiş, şimdi/şu an ve gelecekle ilgili mükemmel bir şiir… Piyano hızlanmıştır. Araba, yolun kenarındaki kameraya yaklaşırken 5 mısralık şiirin, geçmiş ile ilgili olan ilk mısrası ekrandan hızlıca gelip geçer. Araba kameradan uzaklaşırken, şiirin gelecekle ilgili olan ikinci mısrası ekrandan hızlıca gelip geçer. Araba durur. Araba, bahçede aptal aptal gezinen tavuğu neredeyse eziyordur. Kadın, arabayı hafifçe geriye kaydırır. Şiirin şimdiki zaman ile ilgili üçüncü mısrası ekrandan hızlıca gelip geçer. Hemen el frenini çekip kaymayı engeller. Araba durmuştur. Kadın BG25 0684 plakalı arabasından zorlukla iner. Üzerinde uzun, siyah, kapşonlu, pelerine benzeyen bir kıyafet vardır. Sarhoş olduğu hissi uyandırır. Kapıyı bile zorla kapatmıştır. Ve derken kamera müthiş bir kaydırmayla ve hemen ardından gelen bir “zoom”la kadının sarhoş olduğunu bize ispatlayıverir. Şiirin son iki kıtası kadın kapıya varmadan ekranda boy göstermiştir bile.

Ağır çekimde anlatıyorum: Kadın arabanın kapısını kapatır kapatmaz, evine doğru yönelir, kapıya doğru ilerlerken, sola doğru bariz bir şekilde yalpalar, kamera da yalpalar, ileriye doğru istemsiz bir şekilde hızlanır ve kamera da (kaydırma yapmadan sadece zoom ile) hızlanır ve bu arada çok kısacık, mini minnacık bir süreliğine kamera odaklanma sorunu yaşar. Kadın (ve kameraman), düpedüz sarhoştur. Kadın kapıdan içeri girer. Kamera başını öne eğer ve kapının önüne bırakılmış, iki süt, iki (yerel) gazeteye odaklanır. Seyirci; kadının bir süredir (minimum 1,5 gündür) evine uğramadığını, hikayenin de İtalya’nın Bergamo kentinde geçmekte olduğunu anlamış olur.

“Eğer bir şey yazılmışsa veya düşünülmüşse, filme çekilebilir.”
Stanley Kubrick

Sözcüklerin, durumları ve düşünceleri açıklamaya kafi gelmediği noktalarda devreye edebiyat dışındaki sanatlar girer. En başta da görsel sanatlardan fotoğraf, resim ve sinema… Sinema, kullandığı dilin bilhassa müzikten, fotoğraftan ve tiyatrodan gücünü alması neticesinde eşsiz anlar yakalamakta diğer sanat dallarına kıyasla daha şanslıdır. Düşünün, “Bloodstained Butterfly” başlayalı henüz 2 dakika 28 saniye oldu. Ama “işte, sinema bu yüzden vardır” dedirten bir kurgu, kamera kullanımı ve müzik seçimi gördük bile. İyi ki, sinema var diyorum ve kaldığım yerden açılışa devam ediyorum.

Kadın, evine girmiştir. Salondaki planda, onu karşıdan gelirken görürüz. Kamera, topuklu ayakkabılarından yukarı doğru sarhoş kadını iyice süzer. Kadın pelerinini koltuğun üzerine fırlatır. Mini eteği dikkat çeker. Ardından peruğunu çıkarır, saçlarını dağıtır ve kendisine bir içki koyar. Bir yudum aldıktan sonra, üst kata çıkan merdivenlere yönelir. Merdivenleri çıkarken kadının adı ekranda belirir. Adının Marta Clerici olduğunu öğreniriz. Durur. Duvar takvimini eliyle değiştirir. Tarihi 25 Nisan Perşembe’den, 26 Nisan Cuma’ya alır. Marta, (yatak) odasına yönelir ve kamera takvime odaklanır. Bu tarihin ileriki dakikalarda önem arz edeceğini anlamış oluruz.

butterfly

Rüzgarlıklı Güzel Kız – Françoise Pigaut
Kızı elinde sıkı sıkıya tuttuğu kitapları ile gülümserken görürüz. Kitaplar, lastiğe benzer bir şeyle birbirine kenetlenmiştir, birleşme noktasında kelebek figürlü bir rozet vardır. Genç kız çok güzeldir ve çok şık giyinmiştir. Boynunda, kelebek şeklinde kolye/broş benzeri bir takı vardır. Adının, Françoise Pigaut olduğunu öğreniriz. Üniversite öğrencisi olduğu izlenimini verir, o kadar mutludur ki, birazdan sevgilisiyle buluşacağını tahmin etmek güç değildir.

Paltolu Genç Kız – Sarah Marchi
İşte müthiş bir kamera hareketi daha. Yere bakan kamera objektifini yavaşça yukarı kaldırır, önüne devasa bir gökdelen çıkar, onu sonuna kadar görmeye çalışır, yukarı, yukarı daha yukarı bakar, yapıyı tümden görebilmek için gittikçe zoom-out yapmak zorunda kalır, binanın gökyüzüyle buluştuğu yeri görür, ardından hızlı bir hamle ile hafif sağa dönerekten aşağıya iner, (bayrak direklerinden anladığımız kadarıyla bu bir kamu binasıdır), caddeye bakış atar. İleride bir genç kız fark eder, odaklanır. O da Françoise yaşlarındadır. Bu kızın elinde de Françoise’nın elindekine benzer kitaplar vardır. Onunkine benzer bir şekilde bir lastik kayışla bir arada durmaktadırlar. Françoise’nın bir okul arkadaşı olabilir mi acaba diye düşünürken adının Sarah Marchi olduğunu öğreniriz.

Maria Marchi
Bir masanın üzerine uzanmış, yarı çıplak, güzel bir kadına bir yandan bir erkek tarafından sırt masajı yapılmaktadır, bir yandan da bir kadın tarafından manikür. Kadın bu sırada hararetli bir şekilde telefonla konuşmaktadır. Bu kadın Maria’dır, Sarah’ın annesi.

Pardösülü Adam – Alessandro Marchi
Kasiyere ödeme yaparken gördüğümüz güler yüzlü bir adamdır Alessandro. Pardösüsü/yağmurluğu ve şapkasıyla Pembe Panter Müfettiş Clouseau’yu andırmaktadır. Daha önce sipariş verdiği anlaşılan bir hediyeyi almaya gelmiştir. Hediye paketi (kırmızı bir kapla sarılmış) yapılmış büyük bir kutuyu alır çıkar.

Giulio Cordaro
Adalet Sarayı’ndan çıkarken gördüğümüz zât, avukattır. Alessandro’nunkine benzer bir pardösüsü ve şapkası vardır. Adı Giulio Cordaro’dur.

Yakışıklı Piyanist – Giorgio
Yakışıklı delikanlıyı piyano dersi alırken görürüz. Bir sahnede ders almaktadır bu yüzden yakında resital verecek izlenimi ediniriz.

Eriprando Villarosa Venosta
Giorgio’nun babasını avda görürüz. Çift kırma tüfeğiyle son derece karizmatik bir görüntü sergiler. Giorgio’nun yakışıklılığını babasından aldığına şüphe yoktur.

Diamente
Önce hepsi imzalı, birkaç eski siyah beyaz fotoğraf ekrana gelir. Sonra sigarasını yakmakta olan, iyi giyimli bir kadın görürüz. Önündeki sehpada gümüş bir set vardır.  Tüm oda güzel bir şekilde dizayn edilmiştir, zengin bir görünümü vardır. Kadın örgü örmeye başlar. Adının Diamente olduğunu öğrendiğimiz kadın Giorgio’nun annesinden başka biri değildir. Sanat ayrıntılarda gizlidir. İlk fotoğrafa dönelim ve çözümlemeye başlayalım. Giorgio’nun annesini görmeden hemen önce kostümleriyle seçkin bir sınıfa mensup oldukları izlenimi veren bir grup insana dair dizi eski fotoğraf görmüştük. Hepsi de imzalıydı. Bu fotoğraflardan ilki; üzerinde “Sevgili arkadaşım Diamante Villarosa Venosta’ya” yazan, Margherita di Savoia imzalı bir fotoğraftı. Fotoğraf; 15 Mayıs 1897 tarihliydi. Fotoğrafın ithaf edildiği Diamente, Giorgio’nun annesi falan değildir, düpedüz bir aile büyüğüdür. Giorgio’nun da büyük büyük büyük annesidir. Fotoğrafın icadından kısa bir süre sonra çekilen bu fotoğraf, bugüne değin sağlıklı bir şekilde saklandığına göre önemli bir fotoğraftır. Margherita di Savoia da tahminen önemli biridir. Çünkü en sağda onun fotoğrafı var ve yönetmen onun imzasına yakın çekim yapar. Hemen araştırıyoruz. Margherita di Savoia, 1878’de İtalya’da tahta çıkan I. Humbert’in eşi çıkıyor. Yani fotoğrafın çekildiği tarihte Margherita di Savoia, İtalya Kraliçesidir.

Şu an şüphe bulutları dağıldı. Venosta’lar son derece seçkin bir ailedir. Venosta’ların son derece zengin ama katı kurallara sahip, elit bir aile olması, ileride Giorgio’nun yaşayacağı buhranın temelini teşkil etmesi açısından önemlidir. Yönetmen, küçücük ayrıntılarla başarılı bir işçilik daha çıkarmıştır. Çaktırmadan Giorgio’yu tanıtır bize. Her istediğini elde eden bir çocuktur Giorgio. Her kuralı kendi koymayı sever. Elittir çünkü. Oyunu belirler, kuralları belirler, sonucu belirler. İşler istediği gibi gitmeyince de masumiyetini bir perde gibi kullanarak istediği haltı yer. [Bu noktada, Argento’nun “Sleepless”ını anımsamamak elde değil.]

Yönetmen Duccio Tessari, sinema tarihinin en tok açılışlarından birine imza atmış oldu. Bu açılışı izlediğim zaman Agatha Christie’nin başyapıtlarından “Murder on the Orient Express”inin ne denli berbat bir uyarlamaya kurban gittiğini hatırladım. Tessari’nin verdiği sinema dersini alınca, anlatımın/üslubun/tarzın sinemada ne  denli önemli olduğunu bir kez daha anlamış oldum. “Godfather” ne kadar da güzel yönetilmiş.  Wilder, Hitchcock ve Polanski ne büyük yönetmenlermiş, bunları anladım. Demek ki mümkünmüş diye düşündüm. Demek ki, eğer adam gibi yönetilseydi, “The Da Vinci Code”, “The Name of the Rose” sinemaseverlerin zihnine adeta çiviyle çakılmış birer başyapıt olabilirdi.

5 dakika 54 saniyede; Marta Clerici, Françoise Pigaut, Sarah Marchi, Maria Marchi, Alessandro Marchi, Giulio Cordaro, Giorgio Venosta, Eriprando Villarosa Venosta ve Diamente Venosta’yı, yani hemen hemen bütün ana karakterleri biraz tanımış olduk. Olayın geçeceği mekanları da gösterdi bize yönetmen. Filmin müziklerini de dinletmeyi ihmal etmedi.

Yönetmen, Tchaikovsky ile 3 katmanlı bir yapı da oluşturmuş oldu. Bu yapının birinci katmanı; 1840 doğumlu Rus bestecinin 1875’te ilk kez seslendirilen 1. Piyano Konçertosu’nun gerçek dünyadaki varlığıdır. [Bu parça bu film olmasa da, yani filmden bağımsız olarak vardı ve varlığını sürdürecekti.] Sonra bunu 1971’de çektiği filmin müziği yaptı. Bu sayede, biz filmi izlerken bunu filmin müziği olarak algıladık. Yani filmdeki duygulara tercüman olması için yönetmen tarafından yerleştirilmiş bir olgu olarak tanımış olduk. Bu da ikinci katmandır. Buraya kadar herşey normal. Bu bütün yönetmenlerin ve/veya müzik yönetmenlerinin yaptığı birşeydir zaten. Ama senaryo sayesinde üçüncü bir katman daha ortaya çıkıyor, bu da Tchaikovsky’nin 1. Piyano Konçertosu’nun filmin mihenk taşı olmasını sağlıyor. Çünkü senaryoda, olayların gelişiminde Tchaikovsky’nin bestesi kilit bir nokta taşıyor. [Burada ikinci aramı veriyorum, muhteşem finalde Tchaikovsky’e geri döneceğim.]

Yazımın, bütünüyle spoiler (mahveden) içerdiğini bir kez daha hatırlatıp, filme başlıyorum.

butterfly-1

1. Sahne    : Cinayet
Büyük bir parkta, 17 yaşındaki genç bir Fransız öldürülür. 5 kez bıçaklanmıştır. Saklambaç oynayan 7 yaşındaki bir kız görür ilk olarak. (Açılışta bize gösterilen) Kıyafetinden anlaşılır ki, öldürülen kız, güzeller güzeli Françoise’dan başkası değildir. Hemen parkın bekçilerine haber verilir. Katil; eldivenli, pardösülü, şapkalı, kahverengi ayakkabılı erişkin bir erkektir (Katil acaba açılışta tanıtılan iki erkekten, Alessandro ve Giulio’dan birisi olabilir mi?). Katil hızla olay yerinden kaçmaya başlar. Bekçiler katili kovalamaya başlar. Katil bir an evvel parkı terk etmek istemektedir. Kamuya açık bir park olduğu için de bir sürü kişi onu uzaktan görür. Yağmur dinmiştir ama havanın kapalı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Görgü tanıklarından ilki, sevgilisiyle bir arabanın içinde öpüşmekte olan (adının sonradan Gabriella Giusti olduğunu öğrendiğimiz) orta yaşlı bir kadındır. Pardösülü ve (kareli) şapkalı katili, bir ağaca yaslanıp, dinlenirken, uzaktan görür, (sevgilisi) yanlışlıkla kornaya basar. Katil kaçmaya devam eder. Parkta balon satan birinin önünden geçmek zorunda kalır. Balon satıcısı ikinci görgü tanığıdır. Bekçilerin haber verdiği polisler parka gelmişlerdir bile. Katil hızla kaçmaktadır. Kaçarken düşer, ayağını incitir. Parkı çevreleyen büyük duvarlardan birinden atlayıp kaçmaya çalışırken, (üçüncü katta yer alan) penceresini kapatmaya çalışan biri tarafından uzaktan görülür. Bu üçüncü ve son görgü şahididir. Onu topallayıp, kaçarken görmüştür.

2. Sahne    : Hediye Paketi
Marta Clerici’yi havalimanında görürüz, geç kalmış gibidir (Neden acaba?). Elinde büyük, kırmızı bir hediye paketi vardır, kendisi bekleyen arkadaşına, taşıması için verir. Açılışı hatırlar ve Alessandro ile bir ilgisi olmalı bu kadının diye düşünürüz.

3. Sahne    : Yağmurluk
Gece olmuştur. Giorgio, zil zurna sarhoştur. Yoldan geçen bir çifte çarpar. Huysuzluk çıkarır, saldırganlaşır. Sonra üzüntülü bir şekilde yürümeye başlar. Yakın çekime gelindiğinde, karanlık dağılmıştır. Giorgio’nun üzerinde de uzun bir pardösü vardır.

4. Sahne    : Marchi Ailesi
Alessandro, televizyonda spor programı yapmaktadır. Futbol oyuncularının sendika talepleri ile ilgili konuşan bir (futbolcu) konuğu vardır. Karısı Maria, kendisini evde seyretmektedir. Kızı Sarah, odaya girer, futbolun çok saçma olduğunu söyleyip, kanalı değiştirir. Bir cinayet haberini seyretmeye başlar. Françoise’nın cinayeti… “Aman Allahım” der Sarah. Annesi de “Bu senin arkadaşın” demekle yetinir. Dehşete kapılmışlardır. Olay yerindeki çekimleri izlemeye başlarlar. Müfettiş Berardi ekrana gelir. Pardösülüdür. Şapkası da Giulio ve Alessandro’nunki ile aynıdır. [Bergamo Nisan ayında yağmurlu bir yer, onu anladık. 1960’larda ‘70’lerde bu pardösülerin, şapkaların revaçta olduğunu biliyoruz. Ama giallo’lara dayanak teşkil eden Viktoryen cinayet anlatısında bu ayrıntıların ihmale gelmediğini de hesaba katmalıyız, o yüzden bu tip ayrıntıları paylaşmaya devam edeceğim.]

5. Sahne    : Olay Yeri
Olay yerinde, kriminal incelemeler başlamıştır. Gazeteciler, televizyoncular olay yerindedir. Giorgio olay yerine gelir, uzaktan maktulü izler. Uzmanlar, açılışta Françoise’nun elinde gördüğümüz kitapların yanında ayak(kabı) izi incelemesi yapmaktadırlar. Kelebek figürlü rozet dikkat çeker. Yardımcısı, müfettişe kitapların yanında bulduğu bir delili getirip, gösterir. Bir plaktır bu. Üzerinde o günün tarihi vardır. Ve “Seni Seviyorum Françoise” yazmaktadır. Müfettişin yardımcısı plak için şöyle bir yorumda bulunur: “Oldukça iyi bir icra”.  Delil teşkil eden plak, Tchaikovsky’nin 1. Piyano Konçertosu’dur.

Kahve Makinesi
Sinema (filmi/filmleri) çoğu zaman; toplumsal yaraların, sosyal sorunların, kitlesel pişmanlıkların ve acı deneyimlerin izdüşümlerini barındırır. Bir yazılı anlatım üzerine bina edildiği için de öyle ya da böyle felsefi bir duruşa sahiptir. Aynı dönemde çekilen birçok film farkında olarak ya da olmayarak ortak bir tavır takınmış gibi gözükebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen psikolojik drama içerikli suç filmleri “kara film” adlı müthiş bir alt-tür yaratmıştır. Filmin ana karakterinin/karakterlerinin finale doğru (büyük bir olasılıkla) öldüğü filmlerdir bunlar. Savaşın meydana getirdiği ortak belleğin bir dışavurumudur kara filmler. Çoğu zaman plansız bir birlikteliktir onlarınki. Belki de hiçbir yönetmen, hadi bir kara film yapalım diye bir projeye başlamamıştır. O filmlerdeki acı, kişilerden bağımsız, toplumsal bir acıdır. 1970’lerde felaket filmlerinin ortaya çıkışı da, büyük toplumsal sorunların [ekonomik(OPEC Krizi) ve siyasi (Vietnam Savaşı)] yansımasıdır. Türkiye’de de 12 Eylül sonrasında abuk subuk “kaçış filmleri” çekilmemiş midir? 1951 sonrası Kore Sineması incelendiğinde, hemen her filmde ana karakterler hayatını kaybeder. Ya öldürülür, ya da intihar ederler. Hemen her filmde engelli/sakat bir ana karakter vardır. Bu engelli olma hali bir hayli simgeseldir. Bazen de bir karakter, tüm film boyunca aynı “saçma” şeyden muzdarip gözükür. Örneğin bitmek tükenmek bilmeyen bir diş ağrısından. Bu sorun çözülmeden biter film. O kalıcı acının çözümü yoktur filmde. Çünkü bunlar Kore Savaşı’na gönderme yapan eğretilemelerden/metaforlardan başka bir şey değildir.

“Bloodstained Butterfly”da anlattığım ikinci duruma dair bir dizi ayrıntı söz konusudur. Örneğin, Bergamo televizyonunda, futbolcuların sendika(lı olamama) sorununun tartışıldığı gösterilir. Sarah (yeni nesil), futbolu (sporu) aptalca bulduğu için toplumsal hukuk sorununu (sendikalı olma hakkını) önemsemez. Bu sahne alt metninde siyasi bir eleştiri içermektedir.

Gelelim filmin en çarpıcı metaforuna. Bu, hemen her izleyenin farkına varacağı ‘saçma’ bir durum hakkındadır. Her seferinde amirine bıkmadan, usanmadan kahve taşıyan yardımcısının, müfettişe/dedektife bir türlü yaranamaması, giderek daha da manasız bir hâl alan ve üzerinde daha fazla düşünülmeyi gerektiren toplumsal bir metafora dönüşür. Sistem/düzen (karakoldaki kahve makinesi) bozuk olduğu için, işçi/emekçi (kahve taşıyıcısı polis), işverene/yöneticiye (müfettiş) yaranamaz. Bu tüm film boyunca sürer. Bir sakatlık, bir sonsuz ağrıma/acıma haline dönüşür kahve taşıma işi.

Yardımcısı film boyunca müfettişe kahve (neskafe) taşır. Önce ‘şeker yok, çok acı’ der müfettiş, sonra ‘çok fazla şeker’ var der, içmez. Üçüncüsünde kahvenin soğuk olduğunu söyler.  İçmez. Dördüncüsünde “tatlı ve sert ama çok sıcak” der. İçmez. Onu tatmin etmek bir türlü mümkün olmaz. Her seferinde yardımcısını küçük düşürücü bir şekilde, kahveyi içmeyi reddeder. Yardımcısı bir türlü müfettişi mutlu edemez. İnsana yukarıdan bakan, alaycı bir hali vardır müfettişin. Yardımcısını küçük düşürür. Yardımcısı, Yunan tanrıları tarafından, sonsuza kadar, büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilen Sysyphos’u çağrıştırır. Bıkmadan, usanmadan kahve taşımaktadır. Çoğu zaman kahveyi kendi içmektedir. Kendi aynı makineden kahve aldığında ise mutlaka beğenmektedir. (Yoksa, Jean Paul Sartre’nin iddia ettiği gibi gibi “Sysyphos aslında mutlu” mudur?). Müfettişini yardımcısı ile ilk görgü tanığı Gabriella Giusti, çürümüşlüğün parçası oldukları için mi sistem onlara iyi görünmektedir?

Müfettiş, yardımcısını her kahve getirdiğinde tersler. Sistemsel bir sorun, masum birinin üzerine yıkılmış gibi durmaktadır. Ne alıp veremediği vardır müfettişin onunla? Başkaları kahveyi beğenmektedir. Yok şeker yok, yok şeker çok, çok acı oldu, şimdi de çok tatlı, çok soğuk, bu sefer çok sıcak… Nedir yani müfettişin bu mazeretleri? Durum; Brecht’in “Yönetim, halkı feshetse ve yeni bir halk seçse kendine” şiirini anımsatır. Ne yapsın yani adamcağız diye düşünürsünüz. Müfettişin ağzının tadını kaçıran nedir? Yardımcısı sigarasını yakmak ister, tersler, yaktırmaz. Aynı olay ileride bir kez daha cereyan eder, müfettiş yine adamını tersler.

Yönetmen, basit bir malzemeyi keskin bir toplumsal eleştiriye dönüştürmüştür bile. Çünkü; tüm film boyunca etkili bir şekilde yaratılan kahve makinesi metaforu, İtalyan adalet sisteminin çarpıklığını ortaya koymakta kullanılmıştır. Yargının/polisin başarısız olduğuna/olacağına göndermedir bu. (“Kahve ister misiniz, sayın yargıç?” diye sorar Berardi) Polis suçluyu yakalamayı başaramayacaktır, hukuk suçluyu elinden kaçıracaktır. Sistem çarpıktır çünkü. Alttan alta bunu işlemiştir belleklere Tessari. Sistemi kullananların suçu yoktur. Hiçbir zaman kararında olmayacaktır kahve. Hep birşeyler eksik kalacaktır, arzu edildiği gibi gitmeyecektir işler. Ve adalet hiçbir zaman (devlet eliyle) yerini bulmayacaktır. Hiçbir şey, olması gerektiği gibi değildir ve de olmayacaktır.

Gölgeyi Kovalamak
Filmde, kriminal araştırmalar ayrıntılarıyla gösterilmektedir. Detaylı bir takibin kaç koldan yürütüldüğü, bazen belgeselvari bir dille anlatılmaktadır. Polisi suçluya götüren her detay seyirciyle paylaşılır. Taşlar yerine oturur ama hep birşeyler eksik kalır. Polis, zanlıyı tamamen tesadüf eseri yakalar. Zanlı/müvekkil (Alessandro Marchi) avukatını (Giulio Cordaro’yu) arar. (Bunlar, açılışta bize tanıtılan pardösülü adamlardır. Müfettişte de pardösü vardır. Yardımcısında da. Giorgio’da da benzer bir pardösü olduğuna göre, giallo için gerekli şüpheli sayısı olan 5’i yakalamış olduk.) Eşi Maria, çamurlandığı için kocasının gri pardösüsünü temizlikçiye gönderdiğini müfettişe söylediği gibi Alessandro kodesi boylar, cinayetle yargılanır.

“Born a bastard to become a king.”
Giorgio Paris’ten yeni dönmüştür. Sarah ona aşkını ilan eder, küçükten beri onu sevdiğini söyler. Beraber olmaya ve birbirlerini tanımaya başlarlar. El ele kol koladırlar artık. Giorgio anne babasıyla da görüşmeye başlamıştır. Ailesini sevmez.

Filmde İtalyan elitlerini temsil eden babası, oğlunun yaşadığı yeri görünce şöyle der: “Benim zamanımda, böyle yerler hizmetkârların mahalleleriydi. Şimdi ise banka hesapları olan gençlerin.” Giorgio, babasına lafı çakar. “Senden sana ait olan bir şey almadım.” Giorgio’ya parası amcasından/dayısından kalmıştır. Babası, oğlunun küstahlaşmasını buna bağlar. Oğlu da, onu çevreleyen herşeyin kendisini hasta ve işe yaramaz hissetmesine neden olduğundan dem vurur. Baba ve oğul arasındaki hesaplaşma, kapitalizm ve sınıf eleştirisini içinde barındırır. Her söz, kuvvetli bir epigram şeklinde tezahür etmektedir. “Sıradan bir adam için sen herşeye sahipsin ama gerçekte umutsuzsun. Şiddetli kederini/ıstırabını salıvermek için yapabileceğin hiçbir şey yok” der babası. Ama bunları söyleyen babasının bilmediği bir şey vardır. Bu sonsuz acıyı/elemi dindirmek için bir çalışma içine girmiştir bile bu züppe çocuk. Mahkemede Alessandro lehine ifade vermiştir. Büyük bir planı vardır çünkü. Tüm hayatı boyunca yaşadığı yıkımın acısını çıkaracağı bir şey bulmuştur bile. Her zaman sınıfının en iyisi olan, bir şey elde etmek için çaba bile sarf etmesi gerekmeyen bu yakışıklı, zengin, iyi giyimli, atletik, popüler delikanlı elindeki imkânların kendisini delirttiğinin farkında bile olmayarak boyundan büyük bir işe kalkışmıştır bile. Rahat batmıştır bu arkadaşa. Ama bu onun sorunu değildir. Sistemin/düzenin sorunudur. Tessari, filmini bununla yüzleşmek üzerine dizayn etmiştir.

1. Şok
Giorgio ve Sarah evde vakit geçirmektedir. Giorgio, bir müzik koyayım diye plakçalara yönelir. Sarah konuşmaya başlar. “Françoise herşeye sahipti. Şu anki güvene (güvenlik duygusuna) örneğin” der. Bu sırada Giorgio, bir plak seçip koyar. Sarah konuşmaya devam eder. “Aşıktı da. Buradan biriydi ama benimle hiç tanıştırmadı”. Fonda Tchaikovsky’nin 1. Piyano Konçertosu çalmaya başlamıştır. “Geçen yıl Fransa’da tanışmışlar” diye ilave eder Sarah. Giorgio müziğin de etkisiyle sinir krizi geçirmektedir.

2. Şok
Avukatı, Alessandro’yu Marta Clerici hakkında konuşması için ikna etmiştir. Eşini kaybetmekten korkan Alessandro, Marta ile olan ilişkisini bugüne kadar saklamıştır. Alessandro uzun süredir eşinden gizli bir iş çeviriyordur. Cinayetin olduğu gün, yani 26 Nisan Cuma günü, her Cuma olduğu gibi Marta’yı görmeye gittiğini, ona bir hediye aldığını anlatır. Kadın onu kapıda karşılar. Öpüşürler ve kadın kapıyı kapatır. Kamera hızla aşağıya iner, yağmurda ıslanmış halde duran gazeteleri ve sütleri gösterir. Bu ev açılışta bize tanıtılan Marta Clerici’nin evidir. Bir gün önce çok sarhoş olduğunu anlatmakta olan kadın halâ sarhoştur ve düşüp elini kanatır. Bu kan daha sonra delil olarak kullanılacaktır.

3. Şok
Maria mahkemede, polise söylemeyi unuttuğu kanlı gömleğin hesabını veremediği için Alessandro’nun umutları tükenmiştir. Kan grubu Françoise’nınki ile aynıdır. İtalyan yasalarına göre, verilebilecek en büyük cezaya yani ömür boyu mahkumiyete çarptırılmıştır. Sonraki sahnede, önceden hafifçe ipuçları verilen korkunç bir şeye şahit oluruz. Alessandro’nun avukatı Giulio, Alessandro’nun karısı ile sevişmektedir. Anlarız ki, çok uzun süredir birliktedirler. “Sonunda özgürüz ve beraberiz” der Giulio. Maria da halinden memnun gibidir. Ben; Maria’yı oynayan Ida Galli’nin “La coda dello scorpione (1971)” filmini, Günther Stoll’un da “Cosa avete fatto a Solange? (1972)” filmini “Bloodstained Butterfly”dan önce seyretmiştim. Önceden izlediğim birbirinden güzel bu iki giallo algıda ileriye doğru kertme yarattığı için de olan bitene fazla şaşırmadım. Bu ikiliyi güvenilmez bulduğum için de, beraber olduklarını tahmin ettim. Ama bu tahminin bir kısmı tutarken, katil ile ilgili kısmında fena halde yanılmış oldum.

Neden?
Giorgio, Sarah’la öç alırcasına sevişmektedir. Neden? Neden? Neden? Neden bir intikam resitali izlemekteyizdir, neden? Zihinlerde büyük bir boşluk yaratmaktadır yönetmen, ama neden? Giallo alt-türünde tüm soruları filmin finalinde tek bir cümle ile cevaplayabildiği için büyüktür bir senarist ve/veya bir yönetmen. Şüphe yok, bu açıdan, Clerici büyük bir senarist, Tessari büyük bir yönetmen!

Diğer cinayetler
Giorgio’nun silahına mermi doldurduğu sahnede, dikkatli bir izleyici için yavaş yavaş fotoğraf netleşmeye başlamıştır. Ama yönetmen, bir hileli sahne daha koyup zihinleri bulandırır. Aynı yöntemle, aynı parkta ikinci bir cinayet işlenmiştir. Bir gece önce benzinlikte Giulio’nun sigarasını yaktığı fahişe (Loredana Minucci) 5 kez bıçaklanarak öldürülmüştür. Alessandro hapistedir. Şüpheli sayısı azalmıştır. Katil, müfettişi/komiseri arar ve cinayetleri üstlendiği, bir cinayet daha işleyeceğini söyler. Katil konuşurken, telefon cihazından kabloya ve kablodan da ağır ağır ilerleyerek ahizeye doğru yakın çekim yapılır. Telefonda konuşan kişinin kimliği açığa çıkmıştır. Akabinde gelen sahnede ise Giulio hakkında büyük bir kuşku uyandırır. Tessari, basit bir iki trükle izleyiciyi yine yan yatırmıştır. Üçüncü cinayet işlenir. İlk cinayette parkta gördüğümüz çocuk bakıcısı, aynı yöntemle yine aynı parkta öldürülmüştür. Bu arada Marta Clerici, şehre dönmüştür. Dava yeniden açılır, Marta ifade verir. Ve Alessandro ile ilgili çarpıcı davayla alakası olmayan bir sırrı da ifşa eder. Kan grubu, Françoise ise aynı olduğu ve Alessandro’ya beraber olduğuna dair şahitlik yaptığı için mahkum salıverilir. Tahliye edildikten sonra kiliseye gider, onu dışarıda beklemekte olan avukatı ve kızı sanki durumdan hiç de memnun değillerdir. Ama onu evde karşılayan eşi çok mutludur.

“Sıkı başla sıkı bitir, arada ne yaptığın önemli değildir.”
Stanley Kubrick

Françoise’nın (gizli) sevgilisi olduğunu anladığımız Giorgio kendini paralamaktadır. Camı, çerçeveyi indirir. Silah dükkanındaki tezgâhtar kız, polise gelip cinayette kullanılan bıçakları kime sattığı ihbar eder. Katil için çember daralmaktadır. Polisler, Giorgio’yu kıstırmaya çalışırlar. Dar sokaklarda kovalamaca başlar. Giorgio kaçmayı başarır. Bu arada, Alessandro’ya bir telefon gelir. Bir yere davet edilmiştir. Ve gitmek zorundadır. Müzik başlamıştır bir kere.

Tessari’nin sıkça çalıştığı bir müzisyen olan [“La Morte risale a ieri sera” (1970), “Tony Arzenta” (1973) ve “L’Uomo senza memoria” (1974)] Gianni Ferrio’nun müzikleri fondadır. Ferrio, film boyunca kullandığı müziklerin bir karışımını icra etmektedir. Alessandro yıkık-dökük, boş bir binada merdivenleri çıkmaktadır. Kendisini bekleyen şeyle yüzleşmeye gidiyordur. Müzik bir kreşendo şeklinde ilerlerken, sinirleri germeye başlamıştır bile. Gerilim saniye saniye artıyordur. Alessandro’nun çıktığı katlar da artıyordur. Yardımcı enstrümanlar devreye girer. Baslar yaylıları korkutmaya başlar. Alessandro’yu bekleyen nedir? Aynı kat içinde yürümeye başladıkça, müzik filmin ana müziğine (main theme) döner, sakinleşir. Alessandro kendisini bekleyen şeyin tedirginliği içindedir. Ve karşılaşma gerçekleşir. Müzik durur. Ritmi, ayak sesleri yaratmaktadır artık. Taraflar birbirlerine doğru yaklaşır. “Geleceğini biliyordum” der, Giorgio!

Giorgio’nun elinde bir silah vardır. “Ben bir katilim” demesini ister Alessandro’dan. “Ben bir katilim!” der Alessandro. “Yüksek sesle” diye bağırır Giorgio. “Ben bir katilim!” diye bağırır Alessandro. Ve kafasını önüne eğen Giorgio, “Senin serbest kalman için iki cinayet işledim” deyiverir. Herşey netleşmiştir artık. Parkta yürürken tesadüf eseri, kaçarken gördüğü kişi Alessandro’dur. Françoise’yı gerçekten o öldürmüştür. “Françoise benimdi ve sen onu öldürdün” der Giorgio. Bakın siz hele şu delikanlıya. Sinirlenmemek elde değil. Hadi Alessandro bir halt etti, genç bir kızı gaddarca öldürdü. Ee bu Giorgio denen herif, onu öldürebilmek için önce mahkemeyi yanıltmış, sonra da baktı herifi mahkum ettiler, tahliye etsinler de işini bitireyim diye iki masum insanı aynı hunharlıkla öldürmüş. Adamın kızını da harcamış. Neden? Her istediğini elde etmeye alışmış beyefendi de ondan. Bu ne kokuşmuş, bu ne aşşağılık bir adamdır yahu? Bu ne pişkinliktir?

Ve gelelim unutulmaz finale..
Alessandro, o an dayanamayıp Françoise’ya sarkıntılık ettiğini, ama kızın kendisi bu olayı Sarah’a ve karısına söylemekle bağıra bağıra tehdit edince, kontrolünü kaybedip, susması için bıçakladığını itiraf eder. İtiraf bitince Giorgio silahını ateşler ve Alessandro’yu vurur, adam yere yığılır. Yanına gider. Öldürmeden önce gözlerinin içine bakmak istiyordur. Derken Alessandro, Giorgio’yu bıçaklar. Midesinden yara almıştır Giorgio. Adım adım geriler ve Françoise ile yaşadığı mutlu anları gösteren geriye-dönüşler (flashback) eşliğinde Alessandro’ya makinedeki bütün kurşunları yağdırmaya başlar. Mermiler kaçmaya çalışan Alessandro’yu oradan oraya sürüklemektedir. Her ateş ettiğinde Alessandro’ya isabet ettirmektedir Giorgio. Toplam 6 kurşunla işini bitirir.

Şimdi bu filmi, 94 dakikalık versiyonundan izleseydiniz, kaçıracağınız sahneye geliyorum, oradan Tchaikovsky’ye bağlayıp, bitiriyorum. 94 dakikalık versiyonda büyük bir kurgu rezaletine şahit oluruz. Sinema duyusundan yoksun bir arkadaş filmi doğramıştır. 6. kurşundan sonra Alessandro yere yığılır, hareketsizdir, öldüğü anlaşılmaktadır, adam filmi bitirir. Aslında sadece 1 dakikalık görüntü kesmiştir ama o 1 dakikalık görüntü, tüm filmin en can alıcı, en kusursuz anlarıdır.

95 dakikalık versiyonda, Giorgio Alessandro’yu geberttikten sonra ağır yaralı olarak yere yığılır. Giorgio gülümsüyordur çünkü Françoise’ya kavuşacaktır. Tchaikovsky ve Carlini sahneyi yönetmenden devralır. 1. Piyano Konçertosu tüm ihtişamıyla çalmaya başlar. Giorgio gülüyordur. Sonsuz kederi dinmek üzeredir. Geriye-dönüşle Françoise’nın sıcacık gülümsemesini ekrana gelir. Giorgio yeniden mutluluğu yakalamış gibidir. Ve görüntü yönetmeni Carlini sanatını konuşturmaya başlar. Sinema tarihinin tepe noktalarından birine şahit oluruz. Carlini; göğüs hizasındaki kamerasını, 90-120 derece arasındaki açıyı tarayarak ve iki katili (ve ölümlerini) de sırasıyla göstererek, her gösterdiğinde bir süre duraklayarak ve bir sonraki taramayı yaparken de usulca geri geri giderek bir görsel sanatlar şovu icra etmeye başlar. Fonda tüm görkemiyle Tchaikovsky’nin 1. Piyano Konçertosu çalmaktadır. Kamera sahneden usul usul çekilirken, yaptığı keskin salınımlar, mütemadiyen yükseklik değiştirişi ve ani dönüşleri, bir kelebeğin uçuşunu anımsatmaktadır. Bütün kelimeler, bütün kavramlar anlamını yitirmiştir artık. Tessari ve Clerici, Tchaikovsky’e söz yazmıştır sanki. Carlini, bir konçertonun resmini çizmiştir. Görüntü ve müzik, birkaç saniyeliğine de olsa tanrısal bir duruş yakalamıştır. Kusursuz bir görüntü ilahî bir müziğe, ilahî bir müzik de mükemmel bir filme dönüşmüştür.

Ertan Tunç – Mart, 2009

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Merak edenler için..

•    Lombardia, İtalya’nın 20 Bölgesinden birisidir. Filmin geçtiği, Lombardia’nın en kalabalık  şehirlerinden biri olan, Bergamo’nun bugünkü nüfusu 100.000’i aşkındır. Filmde sıkça gözüktüğüne göre, plakası BG olmalıdır. Bergamo; İtalya Seri A ligi takımlarından Atalanta’nın memleketidir. Bu bilgi ile beraber, televizyondaki futbol programının manâsızlığı bertaraf edilmiş oldu.
•    Görüntü Yönetmeni Carlo Carlini; Federico Fellini’nin La Strada (1954) ve I, Vitelloni (1953) filmlerinde yardımcı görüntü yönetmeni olarak görev almıştır.
•    25 Nisan’ı Perşembe’ye, 26 Nisan’ı Cuma’ya gelen yıl 1968’dir.
•    Açılışta, filmin görüntüsü dışında kalan siyah kısımda film ekibinin adları yazmaktadır. Kişilerin filmdeki adları ise film görüntüsü üzerine bindirilmiştir.
•    Bir de ufak hata yakaladım, fahişenin cesedine yakın plan yapılırken, boyun ve göğüs kafesi hareketlerinden nefes aldığı görülmektedir. Lütfen kızmayalım, ona bakarsanız Godfather’da Santino’nun eniştesini dövdüğü sahnelerde James Caan sürekli havayı yumruklamaktadır, bu da kabak gibi gözükmektedir.
•    Filmdeki müziğin künyesi : “Peter Ilyitch Tchaikovsky – Piano Concerto No. 1 in B Flat Minor Op. 23 (I. Allegro Non Troppo e Molto Maestoso)”. Ayrıca ustayı merak edenlere, naçizane tavsiyem  “String Quartet No. 1 in D major, Op. 11 – II- Andante Cantabile”dir.
•    Yazı boyunca, palto ve yağmurluk yerine pardösü kelimesini kullanmayı tercih ettim. Jef Costello’yla tanıştığımız güne olan saygımızdan diyelim… [/box]

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

*http://www.provincia.bergamo.it/ProvBgIstituzione/provBgIstituzioneHomePageProcess.jsp?page=&myAction=&folderID=24424&notiziaID=39111
*http://www.hysteria-lives.co.uk/hysterialives/Hysteria/bloodstained_butterfly.htm
*http://www.apt.bergamo.it/Galleria_bergamo.htm
*http://en.wikipedia.org/wiki/Province_of_Bergamo
*http://it.wikipedia.org/wiki/Margherita_di_Savoia
*http://tr.wikipedia.org/wiki/Peter_%C4%B0lyi%C3%A7_%C3%87aykovski
*http://dvdtimes.co.uk/content.php?contentid=60450
*www.imdb.com:

01013512 – 214657BG – 982370 – 10:30 – 28/100 – 326,507 – AZ412 [/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

7 Comments

  1. Böylesine detaylı bir film çözümlemesi görmemiştim.Burada çok kıymetli kişiler var ve buraya üye olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum.Emeği geçen herkese teşekkür ve saygılarımla

  2. Ertan Tunç’tan yine muhteşem bir “dip analiz” yazısı, Türkçe içeriğe müthiş bir katkı gelmiş. Ellerine sağlık. Filmi duymuş ama izlememiştim. Yazıyı okuduktan sonra artık izlemek farz oldu.

  3. Gerçekten önemli bir yazı olmuş bu. Sadece ilk paragrafı okuyup bıraktım ama. Filmi seyrettikten sonra okumam lazım. Ondan sonra bakalım bu çözümlemelerin ne kadarını yapabilmişim. Çok teşekkürler Ertan siteye yaptığın bu katkı için.

  4. Merhaba

    Detayli bir arastirma olmus ancak yazinin sonunda cok bariz bir hata gordugum icin duzeltme ihtiyaci duydum:

    Bergamo bir kasaba degil sehirdir. Lombardianin en kalabalik sehir Milanodur baskentide odur zaten. Bergamo Milanonun kuzeyinde yer alan bir belediyedir. Sinirlari icinde toplam nufusu 1 milyondur. Sehir merkezinin nufusu 100binin uzerindedir.

    kolay gelsin

  5. Çok güzel bir inceleme olmuş, elinize sağlık.
    Çok merak ettim filmi ancak ulaşacak bir yol bulamadım :(
    Umarım bir yolunu bulup izleyebilirim..
    Teşekkürler…

  6. Ertan TUNC’tan muhtesem bir film analizi. Ellerine sağlık…Yorumlarının devamını bekliyoruz…

    Ayrica, sitenin dizaynı ve içeriği çok güzel olmuş. Katkıda bulunan herkese bir sinema izleyecisi olarak minnettarız.

    İyi günler…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

80'li Yılların Nükleer Kabusu: The Day After / Ertesi Gün (1983) 3 – TDAkapak

80’li Yılların Nükleer Kabusu: The Day After / Ertesi Gün (1983)

Çocukluğu 80’li yıllarda geçmiş bir sürü insanın en berbat kabuslarından
Battle Beyond The Stars / Yıldızların Ötesinde Savaş (1980) 4 – battle3

Battle Beyond The Stars / Yıldızların Ötesinde Savaş (1980)

Becerikli ve eli çabuk "ucuz film" yapımcısı Roger Corman sunar: