Lütfi Ömer Akad'ın Gelin'i (1973) 1 – gelin 1973 film

Lütfi Ömer Akad’ın Gelin’i (1973)

23 Şubat 2016

Gelin PosterLütfi Akad’ın “göç üçlemesi” adını verdiği ve birer yıl arayla çektiği filmlerin ilki Gelin, Türk sinemasının en iyileri arasındaki yerini her zaman koruyacak muhteşem bir filmdir. Altın Portakal ödüllü Düğün halkanın en zayıf filmi olmasına karşın bir önceki yıl yönetmene haksızlık edildiğini düşünen jürinin kendini affettirme çabası olarak görülebilir. Böylece Yeşilçam yine “kendinden bekleneni” yapmış, üç filmden en zayıf olanı ödüllendirme “başarısını” göstermiştir. Aksayan bazı yönlerine karşın güçlü bir film olan ancak hak ettiği değeri bulamadığını düşündüğüm Diyet ile tamamlanan serinin üç filminde de Türk sinemasının en yetenekli kadın oyuncusu Hülya Koçyiğit’in oynamış olması seyircide bir devamlılık beklentisi oluşturmuş olsa da birbirinden bağımsız filmler olduğunu söylemeliyim.

Yabancı bir ortama giren her insanın yaptığı gibi şaşkınlıkla etrafı tanımaya çalışan, tavır, davranış ve kıyafetlerinden taşradan geldiği tahmin edilen heyecanlı bir ailenin görüntüleri eşliğinde yeni başlangıçların ve hayallerin olduğu kadar hüzünlerin ve ayrılıkların da yaşandığı Haydarpaşa’da başlar film. Trenden inen aile yıllar önce İstanbul’a göç eden daha büyük bir ailenin geride kalmış son parçasıdır. Büyük oğlu ile birlikte aynı evde yaşayan ve ufak bir mahalle bakkalı işleten baba, karşılarına işi büyütme fırsatı çıkması üzerine köydeki arazi ve tarlalara göz kulak olması için bıraktığı küçük oğlunun her şeyi satıp İstanbul’a gelmesine karar vermiştir. Karısı ve oğluyla birlikte babasının yanına gelen küçük oğlan işte bu Veli’dir.

Kapitalizmin yeryüzüne egemen olmaya başlamasıyla, çevre ülkelerin (Batılı olmayan) hammadde ve işgücü merkez ülkelerin (Batılı olan) kontrolüne geçmiştir. Yeryüzünün her köşesini yağmalayan, halkları katleden ve uygarlıkları yok eden kapitalizmin mucidi Batı kanlı para ve vahşet ile kurduğu bu yapıya “en ileri” medeniyet demektedir. Bu yapıyla doğrudan ilişkili olan göç, sermaye için ucuz emek olarak görülmekte, zenginleri daha zengin yapmak için eşitsiz kalkınmanın ve yoksul ülkelerin kaynaklarının sömürülmesinin devamlılığı sağlanmaktadır. Bu suretle yoksulluğun, göç alan ülkelerin göç veren ülkelerin ekonomi ve politikalarına yaptıkları müdahaleler olduğu hep unutulmaktadır oysa uluslararası göçün kökeni, dünyayı küresel bir pazar haline getirmeye çalışan kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır.

Sömürgeleştirilen topraklardaki kaynakların talan edilerek Batı’ya kaçırılması bir yandan Avrupa’yı zenginleştirirken diğer yandan bu ülkeleri yoksul ve kendi kendine yeterli olması imkânsız hale getirerek, Avrupa’ya bağımlı toplumların ve devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sonsuz sermaye biriktirme arayışı kapitalizmin temel özelliğidir ve bu ancak güçlü devletler ve çeşitli alanlardaki tekeller aracılığıyla yerine getirir çünkü “tamamen” serbest pazarların olduğu bir sistemde kâr sağlanamayacağı çok açıktır. İki tüccarın borcu için Osmanlı İmparatorluğu’na gözdağı vermek maksadıyla Midilli Adası’na savaş gemileri çıkartan Batı, bu cüretini her geçen gün artırmıştır ve artırmaya devam etmektedir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Diyelim ki Adam-Smithçi, mükemmel bir pazarınız var; sayısız satıcının, sayısız alıcının ve mükemmel bilginin olduğu bir pazar…. Alıcılar mükemmel bilgiye sahip oldukları için, mümkün olan en düşük fiyat, üretim maliyetinin çok az üstünde bir rakam olurdu ve kâr yapılamazdı. Kapitalizmin gerçek anlamda kâr yapabilmesi için ihtiyaç duyduğu şey nispi tekellerdir. Bu bazılarının iddia ettiği gibi sistemin yeni bir durumu değil, aslında en temel prensibidir. Öyle bir durum yaratmalısınız ki çok fazla sayıda satıcı olmamalı ve bu satıcıların statüleri az çok korunabilmeli. Bu serbest bir pazar değildir. Bunun için devletin birçok değişik kanaldan müdahalesine ihtiyaç var. Kapitalizm devlete muhtaç… Devlet karşıtı bir çizgide konuşuyor ama aslında fazlasıyla devlet yanlısı.” (Immanuel Wallerstein, Dünya Kapitalizminin Çelişkileri)[/box]

Kapitalist iktisat teorisyenlerine göre ise göçe yol açan, sermaye ve emeğin coğrafi olarak eşitsiz dağılımıdır. İşgücü fazlası barındıran kırsal bölgelerden sanayi sektörüne işgücü kaydığını iddia eden bu “düşünürlere” göre göç etmek isteyen, yüksek kazanç peşindeki birey olmaktadır. Dil ve meslek öğrenerek yeni bir ülkeye uyum sağlama konularında bir takım yatırımlar yapan, taşınma masraflarına katlanan birey en fazla kazanç sağlayabileceği ülkeye göç etmektedir diyen bu “ideologlar” mevcut sömürü düzenine çanak tutmak için bütün birikimlerini ortaya koymaktan asla utanmamıştır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Sömürgeciler yaptıklarını haklı çıkaracak sayısız ideolojik açıklama getiriyorlardı. Yeni Dünya katliamı bir hayırseverlik gösterisine dönüştürülmüştü. Suçluluk duygusu arttıkça vicdanları rahatlatmak için suçun yükleneceği başkaları bulundu. Yerliler sırtlarında lamalardan daha fazla yük taşıyabildiklerine göre birer yük hayvanı olmaları gerekirdi. Meksika Valisi, yerlilerin “ruhundaki kötülükle” savaşmanın tek yolunun onları madenlerde çalıştırmak olduğuna inanıyordu. Hümanist Juan Gines de Sepulveda ise yerlilerin bu davranışları hak ettiğini çünkü günahları ve putperestlikleriyle Tanrı’yı öfkelendirdiklerini ileri sürüyordu. Buffon Kontu’na göre sevimsiz, aptal birer hayvan olan yerlilerde, ruhları olduğunu belirten hiçbir hareket gözlenemezdi. Başkeşiş De Paw ise Latin Amerika’yı havlamayı bilmeyen köpekler, eti yenemeyen inekler, işe yaramaz develerle birlikte yaşayan soysuz yerlilerin ülkesi olarak düşünüyordu. Voltaire’in Amerika’sı da göbeği sırtında domuzlar, kel ve korkak aslanlar, tembel ve aptal yerlilerle doluydu. Bacon, De Maistre, Hume ve Bodin de benzerleri gibi Yeni Dünya’nın bu küçük düşmüş insanını tanımıyorlardı. Hegel, Amerika’nın maddi ve manevi güçsüzlüğünden söz ederek Avrupalıların yerlileri bir nefeste yok ettiğini söylüyordu. Montesquieu “Erdemli bir varlık olan Tanrı’nın, iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum” diyordu. 17. yüzyılda din ve felsefe bilginlerinin çoğu yerlilerin “gerçek insanlar” olduğuna inanmıyordu. 1557’de İspanya Kraliyet Kurulu’nun bir üyesi yerlilerin Hıristiyanlığa kabul edilemeyecek kadar alçak yaratıklar olduğunu söylüyordu. İspanya Kralı’na birçok kez başvurarak Latin Amerika’daki sömürgecilerin acımasızca tutumlarına son verilmesini isteyen Rahip Bartolome de las Casas yerlilerin cennette Hıristiyanlarla karşılaşmaktansa cehenneme gitmeyi yeğleyeceklerini söylüyordu.” (Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları)[/box]

Samimi, abartıya kaçmayan ve herkesin anlayabileceği sadelikteki film, bütün varlıklarını satıp İstanbul’a göç ederek şehirde tutunmaya çalışan bir ailenin kendine ve topluma yabancılaşmasının hikâyesidir. Yönetmen Lütfi Akad bir konuşmasında, şehirlere göç akını olduğunu söyledikten sonra “Gelip de başarısız olan nerdeyse yok. Yalnız gelirken bir ormana geldiklerinin bilincindeler ve ormanda yaşamanın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar” diyor. Doğup büyüdükleri yer olsa asla yapmayacakları davranışlara İstanbul’da göz yummaları ve bir süre sonra kendilerinin de yapmaya başlamaları örneğin başından takkesi eksik olmayan “hacı” İlyas’ın zeytin almaya gelen çocuğun külahından “fazlalık” zeytin tanesini geri alması veya haram saymasına karşın “açık şarap” satışını görmezden gelmesi bu yabancılaşmanın sonucudur.

1079_2

Hacı İlyas ve büyük oğlunun iç içe yaşadıkları gecekondunun bir odasına sığıntı gibi yerleşirler. Dışarıdan gelip hazıra konma duygusu, ilk andan itibaren yeni gelenlere özellikle “gelin”e iyice hissettirilir. Büyük gelin, yaşadıkları gecekonduda emeğinin fazla olduğunu, onların “sonradan gelme” olduğunu sürekli vurgulayacaktır. Akrabalarının yanına değil de yabancı bir yere gelmiş gibi, kimseden yakınlık görmeyen “gelin”, birkaç bavula sığdırdığı eşyalarını tek başına sırtlanmaya çalışır ve kimseden yakınlık görmez. Büyük gelin ve kaynananın küçümseyici bakışları Meryem’e odaklanırken, çocuklar da akrabalarına değil de bir yabancıya hatta bir düşmana bakar gibi bakmaktadırlar.

Cimriliğiyle bilinen Hacı İlyas için para kazanmak, harcamaktan önemli olduğu için “sermaye birikimi” sağlanabilmiştir. Hacı İlyas’ın bu “sermayeyi” kullanarak mahalle bakkallığından market işletmeciliğine göz dikmesi, “biz İstanbul’un kıyı bakkaliyesinde çürüyecek ocak mıydık” diye yakınan bu hırslı aileye, “İstanbul rüyasının” kendilerine denk bir fırsatı karşılarına çıkarmış olması olarak görülmelidir. “İstanbul avlunun dışında, burası gene Yozgat toprağı” diyen aile, içinde büyüdükleri ataerkil yapıyı, geleneklerini, gündelik yaşantılarını bütünüyle muhafaza etmekte, kendi düzenleri içinde yaşamayı sürdürmektedirler. İstanbul onlar için dışarısıdır ve filmin büyük bir kısmının evin içinde ve avluda geçiyor olması bu durumu vurgular. Kapitalist düzeni kandırabileceğini ve şehrin “fırsatlarından” kendi bildikleri gibi yararlanabileceklerini zanneden aile, bunun olanaksız olduğunu asla bilemeyecek ve düzenin çarkları arasında hem ezilecek hem de ezmeyi öğrenecek, yeni açtıkları dükkânın raflarını içki şişeleriyle doldururlarken, bereket getirsin diye astıkları “dua”nın birbiriyle çeliştiği görmezden gelinecektir.

Bakkalı “işleten” büyük oğlanın ve torunların şehir yaşantısına uyum sağladığı, uyum sağladıkça da insani değerlere yabancılaştığı gözlerden kaçmaz. Büyük oğlanın “babanın” yokluğunda “açık şarap” satması yaşanan ikiyüzlülük ve yozlaşmanın en belirgin halidir. “Hacı” karakterinin “sermaye” uğruna oğlunun içki sattığını görmezden gelmesini, köyden yeni gelen Veli ilk anda şaşkınlıkla karşılasa da abisini ayıplamaması hatta kendisinin de aynı şekilde davranmaya başlaması inançların, değerlerin ve insanlığın “para” uğruna yitirildiğinin ancak üzerinin örtüldüğünün ispatı olur. Yıllar önce yayımlanan rüşvet üzerine yapılan bir araştırmada, rüşveti alanın iş arkadaşlarından, komşularına, akrabalarından ailesine hiç kimse tarafından ayıplanmadığı, sorgulanmadığı hatta yakın çevresi tarafından “sen almasan başkası alırdı”, “herkes alıyor zaten”, “bu para bunca yıllık emeğinin karşılığı” veya “bu para ile çocukları okuturuz, ev alırız, araba alırız” gibi ifadelerle “haram” olanın nasıl “helal” kılındığı anlatılıyordu. Tutunabilmek için her yolun meşru kabul edildiği “toplumlarda” yapılan her şeyin aklanması daha kolay olmaktadır.

Türkiye’deki kentleşmenin gecekondulaşma olduğunu, gecekondulaşmanın ise kendi kültürünü ve değer yargılarını üreterek, “arabesk” bir yaşam biçimi içinde geliştiğini dile getiren Emre Kongar, arabesk kültürün, feodal yapıdan kopmasına karşın kentleşememiş, yağmacı ve hem bencil bir kültür olduğunu iddia ederek şöyle devam eder.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

Türk toplumu geleneksel değerlerini yitirmekte ancak henüz çağdaş nitelikleri de bütünüyle benimseyememektedir. Çözülen feodal ilişkiler, yerini bütünüyle çağdaş ilişkilere bırakmamıştır. Bu nedenle gerek birey, gerek aile, toplumda tam bir boşluk içine düşmüştür. Geleneksel geniş ailenin çözülmesi ve dağılması sonunda, bu tür ailenin bireye sağladığı toplumsal güvenlik kalmamıştır. Konut, eğitim, sağlık hizmetleri yararlanılması olanaksız düzeyde kalmıştır. Halk gecekondular yoluyla konut sorununu, iltimas yoluyla sağlık sorununu, üçlü, dörtlü eğitimle de öğrenim sorununu çözmeye çalışmakta ve bütün bu çabaları içinde, kendisi için olmasa bile, çocuğu için sınıf değiştirme olanakları aramaktadır. Bu durumda “gemisini kurtaran kaptan” ve “her koyun kendi bacağından asılır” gibi bireyciliği ve ahlaksızlığı özendirici ilkeler öne çıkmaktadır. (Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye)[/box]

Birkaç yıl önce yirmili yaşlarda, inşaatlarda kalfalık yapan, para biriktirmek için her işe koşturan ve ilden ile gezen bir gençle tanışmıştım, Amacı tavuk çiftliği açmakmış. Yeterince para biriktirdiğini, her şeyin hazır olduğunu, bir süre sonra işini kuracağını söyledi. Nasıl altından kalkacağını sorduğumda, işin zaten çok kolay olduğunu söyleyen bu gencin “Almanya’da bir iğne varmış, civcive vurunca kırk günde kocaman tavuk oluyormuş. Ondan getireceğim” sözlerini hala unutamadığımı söylemeliyim. Bu gencin kendisinin ve ailesinin yetiştirdikleri tavukları afiyetle yiyeceğini ve bahsettiği “iğnenin” zararından hiç haberi olmadığını düşünüyorum. Haberi varsa da tutunabilmek adına bu filmdeki aile gibi davranacak ve umursamayacaktır. Yıllar sonra zenginleşip, sınıf atlayıp burjuvazinin saflarına geçebilirse belki de “organik tarım” işine bile girebilecektir.

Gelin 2

Erkeklerin değer, ilke ve inançlarının para karşısında erimesine ve hızla yozlaşmasına karşın kadının baskı altında tutulmasına devam edilmektedir. Meryem’in “erinin haberi olmadan dışarı çıkması” evin namusuna leke sürmek olarak görülür. Namusu, evlenene kadar babasına ve erkek kardeşlerine, evlendikten sonra kocasına emanet edilen bir nesne olarak görülen kadının söz hakkının olmadığı zekâyı felce uğratan bu yapının en sıkı takipçisi aslında bir kadın yani oğlanların annesidir. Erkeklerden saygı görmemesine karşın gelinler ve torunlar üzerinde kurduğu tahakküm ve kocası vasıtasıyla oğulları üzerindeki söz hakkı ona yetmektedir. Büyük gelin, Meryem’in aksine kaynananın bu otoritesini kabullenmiş ve kendisinin aynı konuma geleceği günü beklemektedir.

Erkeklerin “sermaye” uğruna her şeyi kendilerine mubah kılmalarını, Max Weber’in Protestan ahlakının kapitalizmin yükselişine yaptığı katkı türünden bir anlayışla ancak eleştirerek filmine uyarlayan yönetmen, bu düzenin kapitalizm ve sömürüye yol açtığını savunur. Sömürüyü, vahşet ve katliamları görmezden gelen Weber, “medeniyet sahiplerinin” ağızlarını “ırkçılık” gibi kötü bir kelimeyle kirletmemek adına icat ettikleri bir kılıf olan Sosyal Darwinizm esasları doğrultusunda “en güçlü olduğu için ayakta kalmış olan” Batı’yı ve onun ürünü olan kapitalizmi övme işinde o kadar ileri gitmiştir ki “Avrupa kıtası sadece Avrupa kıtasındadır, dünyada başka Avrupa kıtası yoktur” diyebilecek kadar sığ ve bağnazca fikirler ortaya atabilmiştir. Sermaye birikimi ve kapitalizm bir başarı olarak görülüp burjuva ideologları tarafından övülürken, filmde bu bakış açısına eleştirel yaklaşılmaktadır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Korkarım ki, zenginliğin arttığı yerde dinin içeriği aynı ölçüde azalmıştır. Bu yüzden de, eşyanın doğasına uygun olarak, gerçek bir dinin yeniden doğuşunun uzun süre kalıcı olabileceğini olanaklı görmüyorum. Çünkü din, hem çalışkanlık hem de tutumluluk üretmek zorundadır ve bunlar da ancak zenginliğe yol açar. Fakat zenginlik artınca, gurur, kızgınlık ve dünya sevgisi de artacaktır. Kalbin sesini dile getiren bir din olan Metodizmin şimdi yeşil bir ağaç gibi serpilmişken, bu durumda kalması nasıl olanaklıdır? Metodistler her yerde çalışkan ve tutumlu olmuşlardır, bunun sonucu olarak da mülkleri çoğalmıştır. Böylece bununla orantılı olarak gururları, kızgınlıkları, bedensel ve dünyevi arzulan ve yaşam kibirleri de artmıştır. Bu yüzden de dinin biçimi olduğu gibi kalırken, ruhu yavaş yavaş yok olmuştur. Bunu önleyecek, saf dinin bu sürekli yozlaşmasını engelleyecek bir yol yok mudur? İnsanların çalışkan ve tutumlu olmalarını engellemeye kalkamayız. Bütün Hıristiyanları kazanabildikleri kadar çok kazanmaya ve zengin olmaya teşvik etmeliyiz.” (Metodizmin kurucusu Hıristiyan Din Adamı John Wesley)[/box]

Bu iddialarını yeryüzünün başka bir yerinde ortaya atsa yüzüne bakılmayacak ve yobazlıkla suçlanacak olan Weber gibi kişilerin toplumbilimin kurucuları arasında sayılabiliyor olması Batı’nın her alandaki ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor. Örneğin ilk filozof kabul edilen Thales’in piramitlerin boyunu ölçtüğü iddia edilerek gurur duyulurken, piramitleri yapan “zekânın” görmezden gelinmesi aynı ikiyüzlülüğün ürünüdür. Koşulsuz bir şekilde sermayenin yanında yer alan Weber’in kadınlar hakkındaki düşüncesi ise –merak edenler için- şöyledir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Her şeyden önce, kadınlarda, devraldıkları ve bir kez öğrendikleri çalışma biçimini daha başka pratik bir biçime dönüştürmek için gerekli olan yetenek ve isteğin eksik olması, yeni çalışma biçimlerine uyum sağlamamaları, öğrenmemeleri ve belirli bir noktada yoğunlaşamamaları, genç kızları özellikle de Alman genç kızlarını işe alan bütün işverenlerin neredeyse ortak şikâyetidir.” (Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu)[/box]

Yalnız çağdaş kapitalist ruhun değil, çağdaş kültürün de en temel öğelerinden biri olan meslek kavramı üzerine kurulu ussal yaşam biçiminin Hıristiyan asketizminin ruhundan doğduğunu, mülk arttıkça, tanrının şanı için kaybolmadan tutmak ve durmadan çalışarak çoğaltmak yükümlülüğünün de arttığını ve bu yükümlülüğün çağdaş burjuva toplumunun ve “kapitalist ruh”un temsilcilerinin “yaşam ideali”nin en önemli hedefi olduğunu söyleyen Weber “meslek” kavramını öne çıkararak “Meslekte uzmanlaşma, işçinin yeteneğinin gelişmesini olanaklı kıldığından, üretimde niceliksel ve niteliksel artışa yol açar ve olanaklı en fazla sayıda iyi ile aynı olan ortak iyiye hizmet eder.” der. Oysa kapitalizmin ortaya attığı “meslekte uzmanlaşma” kavramının insanı nasıl yabancılaştırdığı, parçaladığı, yaratıcılığı yok ettiği ve yalnızca sermayenin kölesi konumuna indirgediği Engels tarafından şöyle ifade edilmektedir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“İşçiler arasındaki moral bozukluğunun bir başka kaynağı, çalışmaya mahkûm oluşlarıdır. Nasıl ki gönüllü, üretken etkinlik insanoğlunun tattığı en üstün haz ise, zorunlu çalışma da en haşin ve aşağılayıcı bir cezadır. İnsanın kendi iradesine karşın, her gün, sabahtan gece vaktine kadar, belli bir şey yapmakla sınırlanmasından daha dehşet verici bir şey yoktur. Ve işçi kendisini ne kadar daha çok insan hissederse, işi ona, o kadar çok nefret edilesi görünür; çünkü sınırlanmışlığı görür, işin kendisi için amaçsızlığını görür. Peki, neden çalışır? İş aşkı uğruna mı? Doğal bir dürtüyle mi? Hiç değil. Para için, işin kendisiyle hiçbir biçimde ilişkisi olmayan bir şey için çalışır; o kadar uzun üstelik kesintisiz bir tekdüzelik içinde çalışır ki, azıcık insansal duyguları varsa, ilk haftalar içinde işi onun için bir işkence haline gelir. Zorunlu işin hayvani astına etkilerini, işbölümü daha da çoğaltmıştır. Birçok alanda işçinin etkinliği, küçük ve salt mekanik bir el hareketine, her dakika yinelenen, yıllar boyu değişmeyen bir el hareketine indirgenmiştir. Çocukluk yaşından itibaren her gün, günde on iki saat iğne ucunu sivrilten ya da dişlileri eğeleyen ve başından beri İngiliz proletere zorla kabul ettirilmiş koşullar altında yaşayan bir insan, otuzuncu yılında insansal duyguyu ve yeteneği ne kadar koruyabilir ki? Buharın sanayide kullanılışından beri hep aynı işçinin işi kolaylaşmıştır, kas gücünden tasarruf edilmiştir, ama işin kendisi, başından sonuna, anlamsız ve tekdüze hale gelmiştir; zihin çabasına yer veren hiçbir alan kalmamıştır; yalnızca, işçiyi başka şey düşünmekten alıkoyacak yeterlikte bir dikkat gerektirir o kadar. Ve böyle bir işe mahkûmiyet, onun tüm zamanını alan, yemek ve uyumak için bile pek az zaman bırakan, açık havada yürüyüş yapması ya da doğanın tadına varması için hiç vakit bırakmayan bir işe mahkûmiyet, zihinsel çalışma için çok az zaman bırakan bir işe mahkûmiyet insanı hayvan düzeyine indirgemez de ne yapar?” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)[/box]

Meryem’in sucuk kangallarını yere atarken “etini koparsalar bu kadar acımaz” diye yüzüne haykırdığı, torununun tedavisi için gereken parayı “sokağa atılacak” olarak gören ancak bireysel kurtuluşu uğruna para bulabilen cimri İlyas karakterinin “hacı” olarak çizilmesi, bir “din” eleştirisi olduğunu gösterse de bu eleştiri çok güçlü değildir. Hacı İlyas’ın tavır ve davranışları, değer yargıları ve din zannettiği olgular onu kapitalist düzenin içine çekip yabancılaştırırken Meryem’in bu bağlardan ve geleneklerden özgürleşmesi kapitalizm karşıtlığına götürür. Meryem bir yöne, ailenin diğerleri başka bir yöne savrulurlar.

Gelin 3

Böyle bir ailede mutluluğu bulamayan Meryem’in durumu gariptir. Diğer gelin aileye uyum sağlamıştır çünkü evlenmeden önce her işe kadınların koştuğu, çalışmaları için dünyaya getirilen ve büyürken ölen, öldükçe de yenisi yapılan, sevgisiz büyütülen çocukların yaşadığı otoriter bir babanın gözetiminde benzer bir ailede büyümüş olmalıdır. Meryem ataerkil bir ailede büyümüştür ancak çocuğu hasta olmasaydı yine bu yaşama katlanamayacağı kaynananın “bunun başı biraz sert” sözlerinden ve büyük gelinin elini öpmemesinden anlaşılır. Marks, kapitalist üretim biçimine yol açan öğelerin feodal toplumun bağrından çıktığını söylerken, kapitalist sistemi “dönüştürecek” öğelerin de kapitalizmin içinde var olduğunu ve burjuvazinin her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarını yarattığını söyler. Feodal yapının tarihe karışarak kapitalizmin iki ayrı “sınıfın” oluşturması doğrultusunda, filmdeki aile bireylerinin de iki farklı sınıfa ayrılması doğal kabul edilerek, kendine dayatılan düzeni reddeden Meryem’in “zincirlerini” koparması konusunda yalnızca Marks’ın çözümlemeleriyle yetiniliyor.

Veli, önceden İstanbul’a göçmüş bir akrabaları kendisine “hoş geldin” derken, babası ve abisinin adamdan uzak durmasına bir anlam veremez. Veli’nin şaşkınlığından köyde iken aralarının iyi olduğunu tahmin edebiliriz. Adamın uzaklaşmasıyla babası ağzındaki baklayı çıkarır ve “Ondan uzak dur” der, “O, karısını fabrikada çalıştırıyor.” Meryem’in geldiğini duyan ve “hoş geldin” demek için evlerine uğrayan “fabrikada çalışan” kadına, misafir olmasına karşın evdeki kadınlar yakınlık göstermez. Çocuğun hasta olduğunu gören kadının, “doktora götürülmesi” gerektiğini söylemesi üzerine “doktor ne demek, doktor diye elin adamına elletmeye fabrikada alışmışsın’’ çıkışı, gelin üzerindeki tahakkümün elden gideceğini anlayan ve kaynanada temsil edilen eski düzenin son çırpınışları olarak görülmelidir.

İlericiliği, aydınlığı ve akılcılığı savunan bu çift, baskı altında tutulan “diğerlerine” örnek teşkil ettiği ve sürdürmeye çalıştıkları düzenleri için tehdit oluşturduğu için düşman olarak görülür. Hacı İlyas’ın zihniyetinin karşıtı olarak resmedilen, ellerinden geleni kimseden esirgemeyen bu aile feodal yapının yıkılmasıyla ortaya çıkan “işçi” sınıfının temsilcisidir. Yönetmenin hangi tarafta yer aldığı tartışma götürmez bir biçimde belirgindir. Kapitalizmin sunduğu fırsatları kaçırmayıp ellerindeki sermayeyi sürekli büyütürken insanlığından uzaklaşanlar bir yanda, parayı değil insanlığı tercih edenler diğer yandadır. Hacı İlyas’ın torununun ölümünü istemiş olduğunu düşünemeyiz ancak eldeki paranın bir tek çocuğa yatırılması durumunda dükkânın işlerinin kötü gideceği hesaplanarak aileyi bir arada tutan fedakârlık, özveri ve yardımlaşmanın kapitalizmin fayda-maliyet hesabına indirgenmesi “hacılığı” ile örtüşmez ve her iki “dünyayı” birbirinden ayrı tutmayı başarır.

İhtiyarın dizlerinin ağrısı için ilaç alması karşısında büyük oğlunun “anamın duaları iyi gelmiyor mu” artık demesine herkes gülüp geçer ancak bu ikiyüzlü tavır, Meryem’in göğsüne bir bıçak gibi saplanır. Finalde Meryem’in, seyircinin bu ayrımı fark edemeyeceği düşünülerek, Hacı İlyas’a “sen dizlerin için ilaç kullanırken torununun hastalığına ilaç gerekmez diyordun” diye çıkışması gereksiz olmuştur. Yeri gelmişken seyircinin anlayamayacağı düşünülerek benzer anlatımların Yeşilçam’da sıklıkla tercih edildiğini söylemeliyim. Böyle olmasında değil doksan dakika, üç dakikalık kısa film dahi çekilemeyecek uyduruk metinlerin senaryo kabul edilmesinin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde bir “yöntemin” belirlendiği Yeşilçam’da, yönetmen de çaresiz kalarak aynı tutumu sürdürmek zorunda kalmıştır, diyebilirim.

Gelin 4Çocuğun zayıflığının hastalıktan değil annesinin iyi bakmamasından kaynaklandığı düşünülür. “Benim oğlum marazlı değil” diyen Veli oğlunun hastalığını inkâr etmekte ve oğlunun “hastalıklı” olduğu fikrinden ölesiye korkmaktadır. Büyük gelinin “benim gibi erkek doğursaydı” sözleri, zaten “sığıntı” gibi yaşayan Veli’nin bir de çocuğunun “marazlı” olması düşüncesiyle baş edebilmesini güçleştirir ve bir kez daha ezilir. Benzer düşüncelere günümüzde bile rastlanmaktadır. Başına bir hastalık veya felaket gelenlerin arkasından konuşulması, üst üste felaketler yaşadığı düşünülen insanlardan uzaklaşılması gibi durumlara en gelişmiş toplum yapısından en ilkel topluluğa kadar hemen her yerde rastlanır. Akla uygun olsun ya da olmasın, şans getiren paralar, eşyalar hatta sevgili, uğursuzluk getiren arkadaş gibi pek çok şeye benzer güçler atfedilir. Yönetmen, ailenin kendileri gibi güçlü ve kuvvetli bir soya zayıflığı yakıştıramamış olmasını başarıyla işlemiş olduğunu söylemeliyim. Bu fikrin ırkçılığa, faşizme, üstün ırk düşüncesine götürdüğü unutulmamalıdır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Tel Aviv Üniversitesi’nden Profesör Giora Keinan 1991 savaşında Irak Scud füzelerinin saldırısı sonrasında 174 İsrail vatandaşına gönderdiği ankette hurafelere en çok inananların stres altındaki askerler olduğunu saptadı. Bir asker “sığınakta daha önce evi saldırıya uğramış biri varsa, bir füze saldırısı sırasında vurulma olasılığının çok daha fazla olduğu hissini taşıyorum” derken, bir diğeri de “sığınağa önce sağ ayağını atarak girerse” vurulma olasılığının daha az olacağına inandığını söylüyordu. Kuşkusuz, akılcı olarak bunların zerrece geçerliliği yoktu. Oysa Bruce Hood’un açıklamasına göre, en mantıklı, analitik kafalı olanlarımız bile kendimizi zaman zaman bu tarz düşüncelere kaptırabiliriz. Hood, Norwich’deki Britanya Bilim Derneği Festivali’nde yaptığı konuşmada bu görüşünü kanıtlamak istedi. Salonu dolduran bilimcilere mavi bir hırka göstererek, denemek isteyene on pound vereceğini söyledi. Salonda bütün eller havaya kalktı. Bunun üzerine Hood seyircilere bu hırkanın on iki genç kadını ve ayrıca kendi karısını öldüren seri katil Fred West’e ait olduğunu söyledi. Kalkan ellerin çok büyük bir bölümü birden aşağı indi. Üstelik Hood geri kalan gönüllüler hırkayı giyerlerken diğerlerinin onlardan uzaklaşmaya çalıştıklarını gözlemledi. Profesör sonradan bu hırkanın aslında Fred West’in olmadığını, onunla hiçbir ilgisi olmadığını itiraf etti. Hırkanın daha önce bir katil tarafından giyilmiş olması varsayımı bile insanları ürkütmeye yetmişti.” (Martin Lindström, Buy.ology)[/box]

Meryem kocası dahil bütün ailesini karşısına almak pahasına oğlunu gizlice hastaneye götürür. Çocuğun hasta olduğu, ameliyat edilmesi gerektiği anlaşılır. Doktor “ameliyat edilmezse birkaç ay içinde ölür” der ve “Burası devlet hastanesi olsa da masraflar için para lazım” diye ekler. Acaba birkaç kuruşu bir araya getiremediği için ölen insanların var olduğu bilinen bir dünyada “sanat yapmak, gülebilmek, eğlenebilmek” mümkün müdür? Bir yanda çalarak, vergisini vermeyerek veya sömürerek “elde ettiği” servetini hesapsızca harcayan azınlığa karşılık birkaç kuruş bulamadığı için adım adım ölüme giden insanlığın bir arada “yaşadığı” yeryüzünde bu “alçaklığa” çare bulunmadığı her geçen gün insanlığımızdan uzaklaştığımız bilinmelidir. Hacı İlyas’ın aile bireylerinin hayatından bile önemli saydığı para tutkusu kapitalistleşmenin mantığına uygundur çünkü dünyanın her yerinde gözyaşı, kan, sömürü ve hayatlar üstüne kurulmuştur kapitalizm.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Bir yanda yoksul öbür yanda emperyalist iki kişinin aynı dine inandıklarını söylemesi, birinin ya yanlış biliyor ya da yanılıyor olduğunu göstermez mi?” (Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları)[/box]

Meryem hastaneden döndüğünde bütün ev halkını bahçede sevinçli bir halde bulur. Oğlunun hasta olduğunu, ameliyat edilmezse öleceğini anlatsa da dinleyen olmaz çünkü dükkân tutulmuş herkes değişik hayallere dalmıştır. Nasıl günümüzde açlıktan ölen milyonlarca insanın “derdinin” kendi yaşam tarzını yaşamak isteyen diğerlerinin keyfini kaçırmasına izin verilmiyorsa bir çocuğun hastalığının bütün bir ailenin keyfini kaçırmasına izin verilmez. Suç yeniden Meryem’e kesilir, oğlunu iyi yedirmediği için hasta olduğu söylenir çünkü bunu söylemek vicdanları rahatlatmanın en kolay yollarından biridir.

Meryem, çocuğunun tedavisi için babasından kendisine miras kalan bilezikleri satar ancak yeterli gelmez. Tam da bu esnada dükkân için para lazım olur. Büyük gelinin hiç düşünmeden bileziklerini çıkarıp getirmesi karşısında aynı şeyin beklendiği Meryem’in bileziklerinin olmadığı ortaya çıkınca fabrikada çalışan “kadın” tarafından baştan çıkarıldığı düşünülerek yaptığının ‘’namussuzluk’’ olarak söylenir. Fabrikada çalışan kadın olmasa Meryem’in de kendileri gibi davranacağını, kendilerine isyan etmeyeceğini düşünmek aile için kaçış yollarından birisidir. Bir başkası tarafından “baştan çıkarılmadıkça” kendilerinin doğru yolda olduklarını düşünmek baskıcı yapıların en güçlü kozudur. Bu bakış açısı aileden devletlere kadar genişletilebilir. Halkını baskı altında tutan, ezen, sömüren, ülkenin kaynaklarını bir avuç azınlığın hizmetine veren yöneticiler, ezilen halk ne zaman hakkını aramaya çalışsa “dış mihrakların” olayları perde arkasından yönlendirdiği iddia edilir. Evet, bazı “dış mihraklar” kendi amaçlarına uygun olduğu için bir takım hareketleri hatta hepsini destekleyebilirler ancak burada gözden kaçırılmaması gereken “isteklerin” haklı olup olmadığıdır.

Babasının gözüne girmek ve içinde bulundukları sığıntılıktan kurtulabilmek isteyen Veli’nin “Bileziklerini verseydin de yüzümü kara çıkarmasaydın’’ demesi üzerine elindeki son parayı çaresiz bir şekilde ortaya koyan Meryem, ihtiyarın “elimize para geçince ilk iş çocuğu ameliyat ettiririz” diye söz vermesi üzerine canını dişine takarak daha fazla çalışmaya başlar. Her şeye boyun eğer, odun keser, çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, yemek yapar, bakkalda satılmak üzere turşu kurar, çocuklara bakar, sofrayı kurar, kaldırır, temizler kısaca işi hiç bitmez. Çalışıp işleri bitirdikçe de önüne başkaları getirilir. Dükkân bütün ev halkının umudu olurken, Meryem’in oğluyla arasına giren bir düşman olmaktadır. Dükkân her geçen gün büyürken Osman yavaş yavaş ölüme gitmektedir. “Bu dükkân her şeyimizi sömürmekte, hepimiz buraya kurban olacağız” diyen Meryem oğlunun hastalığının gün geçtikçe arttığını, yeni dükkânın açılmasıyla daha da fakirleştiklerini görse de elinden bir şeyler gelmez. Arada bir oğlunun hastalığının arttığını, ameliyat için para gerektiğini hatırlatsa da çeşitli bahaneler ileri sürülerek oyalanması kapitalizmin insanları sömürmesine ve çalıştıkça daha çok çalışması gerektiğine en güzel örnektir. Bu konuda John Berger’dan daha güzel yazamayacağımıza göre, sözü ona bırakmak uygun olacaktır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Bir adam, vapurun parmaklıklarına yaslanmış, köpüren sulara ve hayaletimsi denizanalarına bakıyor. Beş yıl öncesine kadar bu adam Bolu’ya pek de uzak olmayan bir köyde ayakkabıcılık yapıyordu. Bir çift ayakkabıyı iki günde bitiriyordu. Sonra köye fabrikada yapılan ayakkabılar gelmeye ve onun yaptıklarından daha ucuza satılmaya başladı. Fabrikada yapılmış daha ucuz ayakkabıların köylere gelmesi demek, bazı köylerdeki çocukların çıplak ayakla dolaşmaktan kurtulması demekti. Artık yaptığı ayakkabıları satamaz duruma gelen adam devlet fabrikasına gidip iş istedi. Kendisine, deri parçalarını kesmekte kullanılabilecek bir kalıp makinesi kiralayabileceği söylendi. 

Bir çift ayakkabı yirmi sekiz parçadan oluşur. O makineyi kiralamak istiyorsa adamın yılda elli bin çifte yetecek parçayı kesmesi gerekiyordu. Makine adamın dükkânına teslim edildi. Her gün on iki saat çalışarak, günlük kontenjanını tamamlıyordu adam. Her haftanın sonunda, köpek dilleri gibi sarkarak üst üste yığılmış deri parçaları dükkânın her yanını doldurdu. Adama yalnızca makinenin önündeki taburede oturacak kadar yer kalıyordu. 

Ertesi yıl adama, makineyi elinde tutmak istiyorsa yüz bin çift ayakkabıya yetecek kadar parça kesmesi gerektiği söylendi. Adam bunun mümkün olamayacağını söyledi. Ama sonra baktı ki mümkün. Gündüzleri on iki saat kendisi çalışıyordu, geceleri de on iki saat kayınbiraderi. Yukarıda, bir Cennet eğretilemesi oluşturan odada kalıp makinesinin sesi gece gündüz demeden sürüyordu. Bir yıl içinde iki adam üç milyona yakın parça kestiler. 

Bir akşam adam sol elini makineye kaptırdı ve makinenin sesi kesildi. Yukarıdaki odada, yer halısının altı dinginliğe kavuştu. Makine bir kamyona yüklendi, fabrikaya geri götürüldü. Adam, işte bundan sonra İstanbul’a iş aramaya geldi.” (John Berger, O Ana Adanmış) [/box]

Gelin filminde İbrahim peygamberin hikâyesi tersine çevrilmiştir. Rablerine teslimiyetlerinden dolayı oğlunu kurban etmeyi göze alan insanların dönemi sona ermiş para için insanları kurban eden ve Allah’a inandıklarını söyleyen insanlar dönemi başlamıştır. Kapitalizmin sermaye birikimi uğruna kurban ettiği milyonlarca çocuk, kadın ve erkeğe adanan bir ağıt sayılabilecek film Türk sinemasının en değerli filmlerindendir.

Gelin lobi kartı

 

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

9 Comments

  1. Öteki Sinema sitesini 5-6 yıldır takip ediyorum. Eski yazılarınızı da okuyorum fırsat buldukça. Eski halini çok sevdiğimi söylemeliyim. Yorum yazmayı sevmem ancak bu yazıyı (ve benzer bazı yazıları) okuduktan sonra yazayım dedim. Sitede Öteki’den farklı filmler üzerine belli bir denge vardı. Dengenin site için artık çok bozulduğunu görüyorum. Yazı çok güzel ancak Öteki Sinema sitesinin içeriğinde buna benzer yazıların olmasına şaşırdığımı söylemeliyim. İmza: Bir Dost

  2. Sevgili Turgut, sanırım sitenin kurucusu olarak buna ben cevap verebilirim. Öteki Sinema, 10 yıldan fazladır yayında olmasına rağmen aslında “hedeflenmiş” bir site değil. Yazar kadrosunu özenle seçen ama onlara ne yazacaklarını telkin etmeyen doğaçlama bir oluşum. Siteye ilginden çok mutlu oluyoruz ve maddi karşılığı olmayan bu işi yaparken tek motivasyonumuz bu. Türk sineması yazılarımız devam edecek ve eminim, senin hoşlandığın türde yazılardan hala yayınlamaya devam ediyoruz, umarım Öteki Sinema’yı takip etmeye devam edersiniz, sevgiler.

  3. Yorumum memnuniyet değil memnuniyetsizlik üzerine idi. Doğaçlamadan anladığım plansız olarak herşeyden biraz eklemek değildi. Önceden neden vizyon haberlerini ekliyorsunuz diyerekten bir yorum yazacaktım ama bir umudum vardı. Sizin örneğinize göre Sushi lokantasında Kebap yapmak normal oluyor. Zamanınız için teşekkür ederim.

  4. Biz hiçbir zaman sushi lokantası olduğumuzu iddia etmedik ve zaten “satmıyoruz”, ürettiğimizi bedava dağıtıyoruz, masrafını üstlenerek paylaşıyoruz. Gelin, okuyun ama hep memnuniyetsizlik belirtin, biz de onca zahmete katlanalım, ne güzel… Bahsettiğiniz yazı da sitemizde çok güzel duruyor, boşverin Öteki Sinema’ya don biçmeyi, bu kadar endişeleniyorsanız siteye girip sinirlerinize yazık etmeyin, eminim daha iyi sinema siteleri vardır. Uğurlar ola…

  5. Ömer Lütfü Akad’ın “göç üçlemesi” filmlerini izlemek, Göç’ü, kültürel şoku, yabancılaşmayı, değerler kaybını vb. sosyolojik olguları, filmlerin arkasındaki sosyolojiyi okumak demek…
    Teşekkürler.

  6. Bir sinema yazarı ve akademisyen olarak yazıyı büyük keyifle okudum. Yazarınız Salim Olcay’ı tebrik ederim. Türk sineması üzerine çalışan öğrencilerime önereceğim. Teşekkürler.

  7. Filmi az önce bir TV kanalında izledim ve film hakkında kimler neler yazmış diye bakınırken bu yazıyı okudum. Baştan sona kadar keyifle okuduğum bir yazı. Film izlerken bu tarz düşünceler sürekli aklımdan geçiyordu. Kaleminize sağlık.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Her Olayın Tek Gerçeği Vardır: Contratiempo (2016) 2 – Contratiempo 6

Her Olayın Tek Gerçeği Vardır: Contratiempo (2016)

Contratiempo, daha çok cinayet romanlarının en beğenilen yazarlarının başında gelen
How to Talk to Girls at Parties (2017) 3 – f İstanbul 2018 How to Talk to Girls at Parties

How to Talk to Girls at Parties (2017)

How to Talk to Girls at Parties, kural tanımaz punkçılarla