Seventh Moon (2008) 1 – Seventh Moon 2008

Seventh Moon (2008)

13 Kasım 2009

2008 yılı mahsulü Seventh Moon, Eduardo Sánchez tarafından yazılıp yönetilmiş olan ABD yapımı bir film. 1968 Küba doğumlu yönetmenin şimdilik son filmi.

afis 01Sánchez bilindiği üzere yakın arkadaşı Daniel Myrick ile beraber sinema dünyasına bomba gibi bir giriş yapmışlardı. Sadece korku sineması göz önüne alındığında değil bütün sinema tarihine bakıldığında şimdiye kadar yapılmış en yüksek maliyet-kar yüzdesini yakalayan filmleri The Blair Witch Project (1999) ile asla unutulmayacakları aşikar. (Bana kalırsa koca bir balon olan filmleri nedense birçokları tarafından baştacı ediliyor. Evet, karşımızda harika bir tanıtım kampanyası ile piyasaya sürülmüş bir ürün var. Evet, özellikle internetin gücünü kullanarak ürünü bütün dünyaya nerdeyse sıfır maliyet ile tanıtmayı başardılar. Evet, reklam kampanyaları o denli başarılıydı ki birçok insan bir sinema filmi değil de, bir belgesel, hatta doğaüstü bir olayın kanıtına şahit olduğunu düşünerek filmi izledi. Evet, film vizyona girmeden ve dahi girdikten sonra milyonlarca kişi filmi izlemek için kuyruğa girdi. The Blair Witch Project bütün bu kampanya sonrasında sadece ve sadece merak duygusunu kaşıyarak o inanılmaz gişe başarısını elde etti. Peki film nasıldı? Bence iyi bir fikirden ortaya çıkmış vasat altı bir filmdi ki o iyi fikrin babası ise bizim ikili değil, Cannibal Holocaust (1980) ile sınırları sinema perdesi çerçevesi dahilinde zorlamayı tercih eden Ruggero Deodato’dur.)

The Blair Witch Project (adı üstünde) projesinden sonra yollarına kendi başlarına devam eden ikiliden Myrick, The Strand (2007), Believers (2007) ve Solstice (2008) isimli video filmlerinden sonra 2008 yılında nihayet vizyon şansı bulan ilginç bir bilim kurgu/korku filmi diyebileceğim The Objective isimli filmi yönetti. (Film ile ilgili sitemizde Murat Tolga Şen’in kaleme aldığı güzel bir inceleme yer alıyor.)

Sánchez ise ilk olarak benim çok sevdiğim Altered‘ı (2006), sonrasında ise yazımıza konu olan Seventh Moon’u yönetti. Bir hayli etkileyici bir fragmana sahip film bir Çin efsanesinin tanımı ile başlar:

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

“On the full moon of the seventh lunar month, the gates of hell open and the spirits of the dead are freed to roam among the living.“

Kabaca çevirecek olursak;

“Ay takvimine göre yedinci ayın ilk dolunayında, cehennemin kapıları açılır ve ölülerin ruhları serbest kalarak yaşayanların arasında gezmeye başlar.”[/box]

Çin asıllı Amerikalı Yul (Tim Chiou) ile safkan(!) Amerikalı Melissa (Amy Smart) evlenip balayı için Çin’e gelirler. Hem Yul’un hala Çin’de olan ailesini ziyaret edecekler, hem de egzotik bir balayı hayallerini gerçekleştireceklerdir. Şans bu ya, tam da Aç Ruh Festivali’ne (Hungry Ghost Festival) denk gelirler. Şehir merkezinde güle oynaya geçirdikleri festival gününden sonra akşama doğru Yul’un köyüne gitmek üzere kiraladıkları araç ile yola çıkarlar. Kiralık aracı kullanan Ping (Dennis Chan) aynı zamanda çiftimizin rehberliğini yapmaktadır. Gecenin karanlığında Çin’in ıssız yollarında ilerlerken Ping, yolu kaybettiğini söyleyerek yanından geçmekte oldukları köye uğrayıp yol sormak üzere aracı terkeder. Aradan uzun bir süre geçmesine rağmen Ping dönmez. Ne olduğunu anlamayan çiftimiz Ping’i aramak üzere arabadan inip köye gider. Köy terkedilmiş gibidir. Meydana geldiklerinde aç ruhlara sunmak üzere çeşitli hayvanlar ve meyve sebzelerden oluşmuş bir sunak görürler. Aniden nerden geldiği belli olmayan (aslında köyün her tarafından gelen) Çince uğultular duymaya başlarlar. Uzun süreden beri ABD’de yaşamakta olan Yul, anadilini tam olarak bilmediğinden ne söylendiğini anlayamaz. Bu ürpertici atmosfere daha fazla dayanamayan çiftimiz arabaya geri döner. Araba kanlar içindedir. Çaresiz bir şekilde Çin’in ortasında yapayalnız kalan çiftimiz, nereye gittiklerini, neden, kimden kaçtıklarını bilmeden köyden uzaklaşırlar.

scenes

Yönetmen Sánchez herhangi bir karaktere yoğunlaşmadan, bodoslama konuya girerek (ya da girmeyerek desek daha doğru olur) bir atmosfer filmi çekmek istemiş. Bunu da ilk bir saatlik kısımda layıkıyla başardığını söyleyebilirim. Karakterler neyi neden yaptıklarını anlayamadan oradan oraya sürüklenirken, Sánchez olanları takip etmeye çalışan izleyecileri, neler döndüğü hakkında fikir yürütmeye zorluyor. Bir yandan kurduğu güçlü atmosfer ile tedirgin etmeyi (hatta yer yer korkutmayı) başarırken, bir yandan da kaşıdığı merak duygusu ile izlenirliği arttırıyor. Ama gel gör ki final bölümü tam bir facia. Hatta sabotaj diyebilirim. Son yirmi dakikalık bölümde, o dakikaya kadar başarıyla kurmuş olduğu korkutucu atmosferi kendi elleriyle yıkıyor, olanları açıklamaya çalışırken inandırıcılığını yitiriyor ve final bölümündeki abartılı, buram buram sahte fedekarlık kokan, Amerikanvari diyebileceğim can sıkıcı kovalamaca sahnesi ile son darbeyi vuruyor, böylece kendini sabote etme işlemini nihayete erdiriyor. Laf olsun diye söylemiyorum, son bölümü komple çıkartıp atsak ve herhangi bir sahne eklemeden olduğu gibi bıraksak, şu anda sadece övgü cümleleri ile yere göğe sığdıramayacağım bir filmden bahsediyor olabilirdim.

Filmin eksenindeki iki karakter yaşadıkları yerden çok uzakta, bilmedikleri tanımadıkları bir ülkede, ait olmadıkları bir kültürün ortasında, daha ne olduğunu anlayamadan kendilerini bilinmez ama tehlikeli olduğunu hissettikleri bir “şey”den kaçarken bulurlar. İki kültür arasında sıkışıp kalmış ama aslında iki tarafa da ait olmayan Yul karakteri, filmin içindeki gizemleri çözmeye yardımcı olmaktan çok uzak. Aksine, bulundukları toprakların kültürüne tamamen zıt bir karakteri temsil eden Melissa, içinde bulunduğu koşullara uyum sağlamayı Yul’dan çok daha iyi beceriyor. Ama bu uyum sağlama sürecinden sonra işleri çözme noktasında temsil ettiği değerlerin yöntemleri ile mücadele etmeyi seçiyor. Yöntem işe yaramadığı / yaramayacağı için başarılı olamıyor ama Yul’un çizdiği teslimiyetçi portreden çok daha saygıdeğer bir görüntü ortaya çıkıyor. (Akla nedense kendi topraklarından çok uzaklardaki ülkelere yeri geldiğinde kendi kültürünü empoze ederek yozlaşmalarını sağlayan, yeri geldiğinde kafasına estiği gibi girip silah zoruyla gücünü kabul ettirmeye çalışan bir ülke geliyor. Bir de film acaba bu tip bir görüşün savunuculuğuna soyunmuş olabilir mi sorusu.)

Özellikle ilk bir saatlik kısmı çok beğendim. Nerdeyse tamamı karanlıkta geçen gece çekimleri çok başarılı. Ürkütücü atmosfere müthiş katkı sağlıyor. Film temel gücünü bilinmezlikten alıyor. Final kısmındaki olan biteni açıklamaya çalışan sahneler yerine ucu açık, başladığı gibi bilinmezliklerle örülü bir biçimde bitse çok daha etkileyici olurmuş. (Ucu açık biten finalleri severim oldum bittim.) Buna rağmen bütün Ötekilere tavsiye edebileceğim bir film. Kimbilir, belki benim rahatsız olduğum noktalardan siz rahatsız olmazsınız. Ya da tam tersi, benim sevdiğim her sahneden nefret edebilirsiniz…

Öteki Sinema için yazan Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

5 Comments

  1. Kızılca Moon serisine devam ediyor:) The objective mi Seventh Moon mu diye sormak isterim.

  2. Aslında benzer formüllerin uygulandığı iki film diyebiliriz The Objective ve Seventh Moon için: Bilinmeze karşı duyulan merak. Bunun dışında pek ortak yönleri yok gibi. Bu yüzden ikisini karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilemem.

    Masis, sorduğun soruya direkt cevap vereyim: The Objective diyorum içim kan ağlayarak : )
    Ama yazıda da belirttiğim gibi Seventh Moon demeyi çok isterdim…

  3. Filmin bir bölümünde karakter sorar bunlar ne cevap:Ay iblisleri..
    İlginç göz gezdirilesi fakat pekde ötekilik olmayan bir yapım bana göre …Final filmin gidişatına oranla değişik..

  4. Filmi ilk defa bu sitede görüp, merak edip, izlemeye koyuldum. Bu açıdan ötekisinemaya bir kez daha teşekkür ederim. Yazarın katıldığım görüşleri olmakla beraber katılmadıklarım da var. Katılmadıklarımla başlarsam, ilk olarak Blair Cadısı ticari projenin ötesinde şimdiye kadar yapılmış en özgün korku filmlerinden biri bana kalırsa. Bu açıdan balon olarak nitelendirilmesi fazla hafif kalır bana kalırsa. Galiba rahatsız olduğum tek yan bu. Onun dışında film gerçekten kimi zaman aşırı karanlık atmosferde geçiyor ve kamera hareketleri rahatsız edici şekilde hızlı. Yazarında belirttiği beni de fazlasıyla rahatsız eden bir yan da Çin’de geçen filmde Çinli karakterin kendi topraklarından habersiz, Amerikan sarışın güzel kızın (!) bu topraklarda kendinden daha emin ve güvenilir bir karakter olarak gösterilmesi. Bu gibi eleştirilerin dışında hoşuma gitti ve izlenmesini tavsiye ederim.

  5. Murat Kızılca’ya kesinlikle katılıyorum. Filmin atmosferini darmadağın eden bir finale sahip. Ama filmi genel olarakta iyi bulmadığımı söylemeliyim. Biraz düşününce, şu senaryoya onlarca detay eklenebilir ve sağlam bir finalle çok farklı bir film izleme olasılığımız olabilirmiş, Eduardo Sánchez işi biraz aceleye getirmiş.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Death Bed: The Bed That Eats (1977) 2 – Death Bed The Bed That Eats George Barry USA 1977.avi 001779946

Death Bed: The Bed That Eats (1977)

En az, örneğin bir Carnival Of Souls kadar “özel” bir

Lake of The Dead / De Dødes Tjern (1958)

André Bjerke’nin aynı adlı romanından uyarlanan Lake of The Dead