Yapay ve Klişe: Kusursuzlar (2013) 1 – kusursuzlar

Yapay ve Klişe: Kusursuzlar (2013)

2 Ağustos 2016

11321489034_a7ef06ca88_zAtilla Dorsay’ın Yılmaz Güney Kitabı isimli kitabında, “Baba” filmi ile ilgili tartışmalara yer verdiği bölümleri okurken “Altın Portakal’dan farklı olarak ciddiyetle yürütülen ve ülkemizin en olumlu film yarışması (…)” nitelemesini görünce büyük şaşkınlık yaşadığımı, kontrol ettiğimde bu ifadelerin Turhan Gürkan’a ait olduğunu görünce şaşkınlığımın geçtiğini söylemeliyim.

Ülkemizde verilen ödüllerin sinemanın gelişimine hizmet etmekten hayli uzak olduğu ve iyi filmlerin değil ödüllendirilmesi “yarışacak” filmler arasına bile giremediği şahitliğe ihtiyaç duymayacak kadar belirgin değil midir? “Ödüllü” filmleri izledikçe yaşadığım bütün hayal kırıklıklarına karşın bunlardan biri olan Kusursuzlar (2014) üzerine yazmayı sürdürürken, durağan, sıkıcı ve merak uyandırmayan bu filmi izlemeyi o an bırakıp gitme hissinin, “son” yazısını görene kadar yakamı bırakmadığını söylemeliyim.

İnsanın üretim faaliyetlerinden biri olan sanatın kapitalizmin yabancılaştırdığı insanın, insanileşmesine katkıda bulunduğu ölçüde değerli olduğunu, bunun dışında kalan ve adı ne olursa olsun hepsinin değersiz, geriletici hatta zararlı olduğu düşüncesinde olduğumu bir kez daha söylemeliyim. Her geçen gün bütün gücünü yozlaştırıcı ve geriletici tek tip bir sinema anlayışının yerleşmesi için kullanan Hollywood kadar yoz, geri, çürümüş ve halkın değil egemenlerin sözcülüğünü yapmayı tercih eden Yeşilçam, değil izlemek, yüzüne bakılmayacak “filmleri” üretmekten ve onları sahiplenmekten bir an bile utanmamıştır. Türk sinemasından içtenlikle çaba harcayan bir avuç emekçiyi çıkardığımızda, geriye kalan büyük bir çöp kütlesidir.

Yüz yıllık geçmişe sahip sinemamızda 6.000’den fazla film çekilmiş olmasına karşın insanın insanileşme mücadelesine destek veren film sayısının 300’ü bulmaması, ürettiği her 100 filmden 95’inin “çöp” olduğu bir sinema anlayışı ile karşı karşıya olduğumuzun en büyük göstergesidir. Bir avuç hırsızın yeryüzündeki bütün zenginliğin çoğuna sahip olmasını eleştiremeyen hatta sözcülüğünü yapan ve buna “sanat” diyebilen ve kişilik kaybı yaşadığına inandığım Yeşilçam’ın durumunu en iyi açıklayacak kavramın Korsakov Sendromu olduğu kanaatindeyim.

Film, iki kız kardeşin çocukluk günlerinden kalmasına karşın çözüme kavuşturmayı sürekli erteledikleri sorunlarının, kızlardan birinin tecavüze uğramasının ardından artık görmezden gelinemeyecek kadar büyümesi sonucu, karşı karşıya kaldıkları hesaplaşmalarının işlenmesi olarak özetlenebilir. Ancak oyunculukların yapay, yönetmenliğin sıradan ve senaryonun felaket derecede kötü olmasına karşın en basit gerçeklerden habersiz, öykünün, karakterlerin, olay örgüsünün, yönetmenliğin olmadığı ancak varmış gibi yapılarak bu filmin ödüllendirilmesinin ve üzerine övgüler düzülmesinin tam da Yeşilçam’a layık olduğunu düşünüyorum.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“O halde tragedya, ahlaki bakımdan ağır başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylemin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş (estetik) bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır; eylemde bulunan kişilerce temsil edilir. Bu bakımdan tragedya, salt bir öykü değildir. Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis).“ (Aristoteles, Poetika)[/box]

Seyircinin eserdeki korku ve acıma öğelerini, kendi başına geliyormuş gibi düşünerek, bu duygulardan arınması ve rahatlaması katharsis olarak adlandırılmıştır. Antik Yunan felsefesinde bedensel ve ruhsal rahatlamayı anlatmak için kullanılan “arınma” anlamındaki katharsis kavramı geçmişte çok etkili olmuşsa da günümüzde içeriği boşaltılmış kavramlardan birisidir. Ölümü katharsis olarak gören Platon, insanın ölmekle ruhunun, bedenin kirliliğinden ve tutkularından kurtulduğunu iddia ederken, Aristoteles insanın ölmesine gerek olmadığını iddia ederek, tragedyayı yaşayan insanı tutkularından temizleyecek ve arındıracak bir işlevle donatıyordu. Hollywood etkisinden çıkamadığı görülen Kusursuzlar filminde de, bir ruhsal boşalma sahnesinden sonra iki kız kardeşin hayatlarının bozuk olan kısmını temsil ettiği iddia edilen bozuk arabayı yolun ortasında bırakıp içi erkek dolu minibüse binmeleri bir tür katharsis olarak yorumlanmıştır. Ne var ki seyircinin rahatlamasını ve tatmin olmasını sağlayacak şekilde final yapmayı temel kural haline getiren bu zihniyet Aristoteles’in yazdıklarının çok uzağına düşmektedir.

11321594826_3e2948b7b2_z

“Bir hırsız, hırsızın başından geçenler konulu bir oyun seyrederse kendisine dışarıdan bakacak, yaptığının kötü bir şey olduğunu anlayacak ve böylece doğru yola bulacaktır” der Aristoteles. Böylece “yaptığının kötü olduğunu” idrak etmesi istenen kişiye ait davranışların ve bu davranışlara yol açan toplumsal koşulların yoğun bir eleştirisinin yapılması gerekliliği anlaşılır. Oysa senaryosundan müziğine, afişinden işletmecisine kadar “çalıntı” filmler yapmaktan çekinmeyen Yeşilçam, şark kurnazları, arabesk tipler, burjuva jönler, hamasi kahramanlar gibi kitleleri boyunduruk altına almak için, eğlenmek, günübirlik yaşamak ve tüketmekten başka bir işlevi olmayan naylon “karakterler” icat etmiştir. Başına ne tür felaket gelirse gelsin, içine düştüğü şartlar ne denli güç olursa olsun bunlardan “tesadüflerin” yardımıyla kurtulan bu “karikatür” kahramanlarla kendini özdeşleştiren seyirci, finalde “ilahi adalet” gibi soyut bir kavrama inandırılarak, hakkını aramaktan vazgeçirilmektedir.

Ezilen, alay edilen, horlanan saf kahramanın filmin sonunda herkesi utandırdığı arabesk “dramların”, mafyanın, hırsızlığın, katilliğin ve karanlık tiplerin tercih olarak sunulduğu avantürlerin, insanlıktan nasibini almamış aşağılık tiplerin bireysel serüvenlerinin anlatıldığı komedilerin, sömürülen, aşağılanan, ikinci sınıf varlık görülen kadının değil burjuva kızlarının aşk acılarını anlatan melodramların finalinde seyircide bir tür “rahatlama” hissi oluşmasına gayret edilir. Bu rahatlama katharsis değildir çünkü katharsis bir sorgulama ve eleştirme sonucunda elde edilebilecek bir “arınma” iken Yeşilçam türü rahatlama, eleştirmek ve karşı çıkmak yerine sömürüyü sorgulamaksızın kabullenme esasına dayanır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Tragedyanın temeli ve aynı zamanda ruhu öyküdür. Öyküden sonra karakter gelir. O halde, bir eylemin taklidi, öyküdür. Öykü deyince olay örgüsünü, karakter deyince, eylemde bulunan kişilere kendisi bakımından bir özellik yorduğumuz şeyi; düşünce deyince de kendisiyle konuşanların bir şey kanıtladığı ya da genel bir hakikate ifade verdikleri şeyi anlıyorum. Buna göre bir tragedyanın altı öğesi olduğu ortaya çıkar. Bunlar, öykü, karakterler, dil, düşünceler, mekân ve müziktir. Bu öğeler arasında en önemlisi, olayların uygun bir şekilde birbirleriyle bağlanmasıdır. Çünkü tragedya kişilerin değil, tersine onların eylemlerinin, mutluluk ve felaket içinde geçen bir hayatın taklididir. Mutluluk ve felaket, eyleme dayanır; hayatımızın son ereği ise eylemdir yoksa eylemin dışında olan bir şey değil. Karakter bakımından biz şu ya da bu özellikteyiz; eylem bakımından ise ya mutluyuzdur ya da mutlu değilizdir. O halde tragedya ozanları eylemde bulunan kişileri ortaya koyarken karakterleri taklit amacını gütmez. Tersine onlar, eylemlerden ötürü karakterleri de birlikte ortaya koyarlar. Böylece, eylemlerin ve öykünün, tragedyanın son ereğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle karaktere dayanmayan tragedya olabildiği halde, bir öyküsü olmayan yani eyleme dayanmayan tragedya olamaz.” (Aristoteles, Poetika)[/box]

Binlerce yıl önce kristal berraklığında ifade edilmesine karşın Kusursuzlar’ın ekibinin bu basit gerçeği bilmiyor olması affedilir gibi değil. Kardeşlerin araları iyi mi, kötü mü, kavgalılar mı, birbirlerini seviyorlar mı, nefret mi ediyorlar, niçin ve nasıl bir araya gelmişler, belli değil. Gergin bir hava hissediliyor ama bu bilinçli bir çabanın ürünü mü yoksa kendiliğinden mi meydana gelmiş, anlaşılmıyor. “Rol yapma” derdindeki oyuncuların hiçbir sahnede kendilerini rollerine hazırlamadıklarının apaçık görüldüğü filmde yönetmenliğin ve oyunculuğun iyi olması mümkün değil çünkü bir eserin en temel unsuru olan öyküye sahip değil. Bir sahnede komik olduklarını düşünerek gülmeleri ve çocukluklarına dair bir takım anıların akıllarına gelerek şakalaşmaları sırasında verilen tepkilerin samimiyetsiz, yapay ve gerçeklikten uzak olduğu söylemeliyim.

9737729093_720aa60d26_z

Sinemanın değerli iki oyuncusu olan Laurence Olivier ile Dustin Hoffman arasında geçen şöyle bir olay anlatılır. Nefes nefese olması gereken bir sahneden önce koşuya çıkan ve tıknefes bir vaziyette gelen Dustin Hoffman’ı gören usta oyuncu, şaşkın bakışlarla ne yapmaya çalıştığını sorar. Dustin Hoffman’ın “rolüne hazırlandığını” söylemesi üzerine tarihe geçen ünlü “Niçin sadece oynamayı denemiyorsunuz.” sözünü söyler. Bu ufak hikâyeden hareketle diyebiliriz ki, iki tür oyunculuk vardır. Biri Laurence Olivier gibi “hissederek” diğeri ise Dustin Hoffman gibi “metotları” kullanarak. Kusursuzlar ise bu ikisinin dışında bir yol bulmaya çalışıyor ancak kendilerine üçüncü bir yol olmadığını kimseler söylemediği görülüyor.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Bundan sonra ozan, yapıtını yazarken olabildiği ölçüde, sahnede yapıtını oynayacak kişilerin yapacakları eylem ve davranışları kendi yaparak, bunları anlatmak istediği ruh hallerini anlatıp anlatmadığını denetlemeli.” (Aristoteles, Poetika)[/box]

“Zina yapınca çocuğun kabahati ne? Anası olacak kişinin kabahatinden çocuğun suçu ne? Anası çeksin, anası kendisini öldürsün. Eğer biri ölecekse niye çocuğu öldürtüyor…” diyen bir sesin TV’den duyulduğu sahnenin amacının ne olduğunu anlamış değilim. Alçaklığın, rezilliğin ve haysiyetsizliğin en çarpıcı örneklerinin yaşandığı dizilerle toplumun her yanını sarmayı kendine “misyon” edindiğini saklamaya gerek bile görmeyen ve egemen ideolojinin gönüllü sözcülüğünü yapmaktan büyük memnuniyet duyan TV’ler, ortaya koyduklarıyla insan onuruna ve aklına hakaret edip kitleleri geriletici işlevini başarıyla yerine getirirken, bir karakterin kanal değiştirirken yozlaştırıcı programlardan birine değil de böyle bir konuşmaya rast gelmesi sinemanın televizyona esir düştüğünü gösterir. Burjuvazinin “yaşam tarzına” karışan “zihniyetin” temsilcilerinden olduğu iddia edilen bu “ses”, iktidar eleştirisi olarak görülebilirse de birkaç saniye sürüyor ve devamı gelmiyor. Merak ediyorum filmin ödüllendirilmesinde bu sahne ne kadar etkili olmuştur? Bir başka sahnede TV’den kadın cinayetleri haberi verilirken, kocasından kaçan kadının erkek kardeşinden kaçamaması ve küçük çocuklara tecavüz eden kamu görevlilerine işlem yapılmaması duyulur. Çocuklarımızı korumaları için emanet ettiğimiz soysuzların gerekli cezayı almamasının eleştirisi için birkaç saniye yeterli midir? “Kadın şiddetini” işlediğini iddia eden filmde bu amaca yönelik tek sahnenin görsellikten uzak bir şekilde uzaklardan duyulan bir “ses” olması filmin ne kadar zayıf olduğunun bir göstergesi değil midir?

Filmin çekildiği yılda kadına yönelik on bin civarında şiddet olayı gerçekleştiğini açıklanırken gerçek sayının bunun üç veya dört katı olduğu tahmin edilebilir. Tecavüz, taciz, baskı, küçümseme, alay etme konularında ise sayılara ihtiyaç yok, ne kadar yaygın olduğunu görmemek mümkün değil. Dünya üzerinde milyonlarca “seks kölesi” varken, her yıl yüz binlerce kadın seks köleliği için kaçırılırken, dünyada seks köleliği ticaretinden doğan rant yüz milyar doları geçmişken, adı küfür olan gazeteler yayımlanabilirken, porno filmlerde oynamak zorunda bırakılan kadının değil de o filmi izleme özgürlüğü savunulabilirken Kusursuzlar bu meselelerin hiç birine niçin değinmiyor, değinemiyor, bilmiyorum.

11321624106_bff50d6480_z

İki kardeş tartışırlarken biri aniden arabayı durdurur ve “arabamdan iner misin lütfen” der. “Arabadan in, “in aşağı” veya “defol git” yerine “arabam” vurgusu yapılması, ablasından kardeşine miras kalan ve yine ablasının yardım etmesiyle düzeltilebilecek bir hayat iddiasını güçlendirmek için değil Hollywood etkisinden kaynaklanmıştır düşüncesindeyim. Örneğin “tanımadığım birinin yemeğe gelmesini istemiyorum” sözleri veya yeni tanıştıkları birisinin yemeğin tuzunun az olduğu konusunda iki kız kardeşin, tartışmalarından habersiz konuya dâhil olması da tipik Hollywood özentiliğidir. “İstemiyorum”, “canım istemiyor” veya “ne gerek var” gibi daha samimi cümleler yerine uydurma ve zorlama diyalogların tercih edilmesi kafa karışıklığının en büyük göstergelerindendir.

Yapay diyalogların yanı sıra, herhalde senaryo yazarının yirmi yıl önce yakın çevresinde tanık olduğu bazı klişelerin, toplumu tanıdıkları, iyi bildikleri iddiasıyla filme yedirmeye çalışmalarının hayli komik olduğunu söylemeliyim. “Eviniz çok güzelmiş” sözlerine “sizinkinin aynısı işte” cevabı verilmesi üzerine “Yok, öyle değil. Şu merdivenler bizde yok” yanıtı veya Lale’nin anestezi uzmanıyım demesi üzerine “Aaaaa, sen şu, hani ameliyatta önce, aaaa, sorumluluğun çok büyük’’ diye karşılık vermesi bunlardan bir kaçıdır. Böylece bünyesinde birden fazla kişilik taşıyan, Batılı hayat tarzına sahip ancak konuşmayı sürdürmek ve şaşkınlıklarını belirtmek için aptal rolü yapan veya çocukluklarında duydukları diyalogları tekrar eden kafası karışık karakterlerin varlığının filme serpiştirildiği açıkça görülüyor.

Paketlerinde sigara varken, Yasemin’in tütün sarması, rahatlamak maksadıyla uyuşturucu kullandığının ima edilmesine yöneliktir. Acemice de olsa bu sahne başına buyruk ve çılgın olduğunu vurgulamak için eklenmiş olmasına karşın gece karanlıkta tek başına yürüyüşe çıkacak kadar “yürekli” olan Yasemin nedense komşusu olan erkekle bara gitmek istemez. Ayrıca Yasemin’in kardeşine olan kızgınlığından dolayı soyunma kabininde hiç tanımadığı bir adamla sevişme sahnesi de çok beceriksizce çekilmiş, başarısız bir koreografi. Bir filmde böyle bir cüretkâr sahne olması isteniyorsa çekilmek ve gösterilmek zorundadır yoksa film üzerine güzelleme yazısı yazanların “cüretkâr bir sahne” demesinin yetmeyeceği ve uyduruk Yeşilçam melodramlarından hiçbir farkının olmadığını bilinmelidir.

Değil Ege’de, dünyanın en kötü balık lokantasında bile “ne var” sorusuna ‘’kefal’’ diyen birisi olabileceğini düşünemiyorum. Müşterisine kefal öneren bir yerin olabileceği senaryo yazarının kefalden başka balık, kargadan başka kuş bilmemesiyle açıklanabilir. Buradan hareketle, tartışmayı diğerini aşağılamak zanneden ve hiçbir derinliği olmayan karakterlerin, konuşmalarına sakin başlaması, bir süre sonra seslerini yükseltmesi ve nihayetinde çığlık çığlığa hakaretlerle sona erdirmesi senaryonun insanlara uzaklığının en bariz göstergesi sayılabilir. Balık deyince kefal anlayan filmin insan deyince çevresinde gördüğü başarısız örneklerden yola çıkmış olması özgün bir yapıya dönüşmesine fırsat tanımıyor. Olgun ve özgün tek bir karakterin olmaması, kadın cinayetleri, kadına ve çocuğa yönelik ciddi politikalar üretilmemesine eleştiri getirmeye çalışılması ise karikatürden ileri gidemiyor.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Eylemlerde düşünceler, söz aracı olmadan da anlatım bulurlar; buna karşılık sözde ise onlar, konuşan tarafından oluşturulur dolaylı olarak yine sözün ürünüdür. Aksi halde eğer düşünceler sözün aracılığı olmadan gün ışığına çıkabilselerdi, o zaman konuşanın ödevi ve işlevi neden ibaret olacaktı.” (Aristoteles, Poetika)[/box]

Komşuları olan Kerim hakkında ablasına “bütün gün seni sordu” diyen Lale niçin böyle söylüyor. Bu imalı soru ile ablasının Kerim’le yatmak istediği anladığını göstermek istiyor. Kendini yaşamın güzelliklerine kapatan ve anneannesinin kıyafetlerini giyip saçını kapatarak cinsellikten kaçtığı iddia edilen Lale’nin, nasılsa konu ablasının cinsel istekleri olunca her şeyi anlaması manidar değil mi? Bu nasıl bir kaçış, nasıl bir uzaklaşma, anlayamıyorum. Lale, ablasıyla Kerim’i baş başa bırakmak için tuvalete gitme bahanesiyle masadan uzaklaşır. Lale’nin klozet kapağını kapatması yani aslında tuvalet ihtiyacının olmadığı seyircinin gözüne sokulurcasına gösterilir. Böylece film, göstermesi gereken yerleri seyircinin hayal gücüne bırakarak, seyircinin hayal gücünde kalması gereken yerleri de göstererek, film zevkini katleden boşboğaz bir arkadaş gibi davranıyor.

11321692803_4ab57a1a58_z

Alaçatı’da bar işleten Kerim hayli karikatür bir tipleme olmuş. Filme dâhil olmasındaki maksat kızların tesisatçı bulmalarına yardımcı olmaksa, böyle bir zorlamaya gerek yoktu. Kızların evine tornavida istemeye geldiği ilk akşam “kırmızı şarap” ister misin teklifini ikiletmeden kabul ederken, önüne bir tabak yemek konulması karşısında utanıp, sıkılıyor ve “zahmet etmeseydiniz” diyor. Diyor ama samimi değil, demiş olmak için diyor. Ülkemizde ilk kez tanışanlar kibarlık olsun diye bu kalıbı kullanırlar sen de kullanmalısın demişler, o da kullanıyor. Misafirliğe gelmiş bir komşunun veya akrabanın meraklı, sevimli, tombul ve haylaz oğlanı olarak görebileceğimiz Kerim, ısrarla çalan telefon karşısında dayanamayarak “açmayacak mısınız” diyor. Yetişkinlerin dünyasında yeni tanışanların böyle bir cümle kurması düşünülemeyeceğine göre Kerim mutlaka çocuk olmalıdır. Yasemin’in kendisine kur yaptığını anlamasıyla, yetişkin bir erkek olduğunun farkına varan ve “kız arkadaşım gelecek” diyen Kerim namuslu, saf, çocuksu ve dürüst erkeklerin de var olduğunu ispatlamak için filme eklenmiş olmalı düşüncesindeyim.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Engellenmenin hastalık doğurucu bir etkisi vardır çünkü libidonun önüne bir set oluşturarak birikmesine neden olur, böylece kişiyi fiziksel gerilimdeki bu artışa ne kadar katlanabileceği ve bununla uğraşırken hangi yöntemleri benimseyeceği konusunda bir sınava sokar. Gerçek dünyada doyum sürekli engellenmeye uğruyorsa, sağlıklı kalmak için yalnız iki olasılık vardır. İlki ruhsal gerilimi etkin enerjiye dönüştürmektir. Bu durumda gerilim dış dünyaya yönelmeye devam eder ve kaçınılmaz olarak libidonun gerçek doyumundan kopar. İkincisi libidinal doyumdan vazgeçmek, biriken libidoyu yüceltmek ve onu artık erotik olmayan ve engellenmeden kaçan amaçların elde edilmesine yöneltmektir. Bu iki olasılığın insanların yaşamında gerçekleştiriliyor olması mutsuzluğun nevrozla çakışmadığını ve engellenmenin, kurbanının sağlıklı mı kalacağı yoksa hasta mı olacağına tek başına karar vermediğini gösterir.” (Sigmund Freud, Psikopatoloji) [/box]

Yasemin gerek kız kardeşi gerekse ailesi tarafından engellendiği düşüncesine sahip olduğu için kaçmıştır, diyebiliriz. Bu hem dışsal (babanın tacizleri, eve erken gelmek zorunda olması, arkadaşlarıyla dolaşmasına izin verilmemesi, küçük kardeşine bakma sorumluluğu) hem de içsel (erkek arkadaşının aldattığı düşüncesi, kendisini taciz eden babaya, yardım göremediği anneye ve bakmak zorunda olduğu kardeşine olan nefret) kaynaklı bir engellenme olabilir. Amerika’dan döndükten sonra anne-babanın kısıtlayıcılığının kalkmış olması ancak geçmişte olduğu gibi küçük kardeşine bakmak zorunda olduğunu hissetmesi nevrozunu tetiklemiştir. 

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]“Bir nevrozun başlangıcının en göze çarpan, en kolay fark edilen ve en anlaşılır şekilde ortaya çıkarıcı nedeni, engellenme diye tanımlanabilecek olan dışsal etmende görülebilir. Kişi, sevgi gereksinimini dış dünyadaki gerçek bir nesne tarafından doyurulduğu sürece sağlıklıdır; bu nesne, yerini alacak bir yerine-geçen olmadan kişiden uzaklaşır uzaklaşmaz kişi nevrotikleşir.” (Sigmund Freud, Psikopatoloji)[/box]

Yasemin babasının küçük kardeşine yaptıklarını engelleyemediği için kaçıp gittiğini, ölüm haberini almasına karşın dönmemesi, babaya ve babanın yaptıklarını bilen anneye nefreti göstermektedir diyebiliriz. Lale’nin, anne-babası için “paramparça” oldular derken gülümsemesi bu çözümlemeyi güçlendirmektedir. Belki de baba tarafından ilk olarak tacize uğrayan Yasemin olmuş, babanın davranışı karşısında kaçmaktan başka çıkar yol bulamayarak kaçmıştır. Yasemin’in evi terk etmesiyle aynı şeyleri Lale’nin yaşadığı, ablasının gitmesiyle babasının tacizlerine karşı çaresiz, korumasız kaldığını iddia edebiliriz. Lale’nin bir olasılıktan ileri gitmeyecek olan olguları abartması, endişeli bekleyişler içine girmesi, hayata kötümser bakması, ukalalığı, geceleri sık uyanması, nefes alamıyormuş gibi hissetmesi tecavüzden sonra yaşadığı travmaya bağlanabilecek olsa da çocukluktan gelen ciddi sorunlarının olması mutlaka ihtimali irdelenmeye muhtaçtır. Bu ikisini birbirinden ayıramayan film her şeyi birbirine karıştırmıştır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]“Sanatta iki tür yanlış vardır. Biri sanatın kurallarıyla yani estetik ile ilgili iken diğeri sanatın izleğiyle yani olabilirliğin yanlış değerlendirilmesiyle ilgilidir. Bir sanatçı yanlış, eksik veya hatalı bulduğu kuralları yıkmalı, aşmalı hatta yerine yenilerini koymaya çalışmalı ancak yıkmak ve aşmak istediği kuralları öğrenmekle işe başlamalıdır. İcra ettiği sanatın kurallarını bilmeyen ve bu kurallara göre üretimde bulunan sanatçıların eserlerini taklit etmeye çalışmak en büyük yanlışlıktır. Bir ozan bir şeyi doğru olarak taklit etmek isterse ama yetisizliğinden ötürü bu ereğe ulaşamazda buradaki yanlış sanatın özüne ilişkin yanlıştır. Buna karşılık ozan konusunu doğru olarak kavrayamaz, olanaksızı betimlemeye çalışırsa o zaman bu yanlış sanatın özüne ilişkin yanlış değildir.” (Aristoteles, Poetika)[/box]

Metaforlar bir imgenin, sözcüğün, kavramın veya varlığın üzerine ideal ya da yüksek bir anlam yüklenmesi anlamına gelir. Gündelik hayatta kullanılan metaforlar rastgele değil insanın uzun tecrübeleri sonucu meydana gelmişlerdir. Geniş kitlelere ulaşabilmek için filmlerdeki kullanımı çok daha basit olmak zorundadır. Özgürlük için kartal, barış için güvercin kullanılması metaforun en çok bilinen ve en basit örneklerdendir. Bir toplantıda güvercin uçurduktan birkaç dakika sonra “biz bu güvercinleri barışı simgelediği için uçurduk” demek ne kadar anlamsız ve saçma ise, “bitse de gitsek” tarzındaki finalde “burada her şey bozuk” sözleri filmin zaten çok kötü olan çizgisini iyice aşağılara çekmiştir. Anlaşılamayacağı düşünülen bir simge kullanılıyorsa en başta değiştirilme yoluna gidilmelidir çünkü kullanılan simgenin anlaşılmayacağı düşünülerek açıklama yapmak zorunda kalınması hem kendi hem de seyircinin zekâsına hakaret anlamına gelmektedir.

Bozuk olmasına ve her an yolda bırakacak olmasına karşın tamirciye götürülmeyen araba metaforu üzerinden hayatın da bozuk olduğu vurgulanmaya çalışıldığı iddia edilen filmde benzer mantıkla gidersek finalde söylenen “triger kayışının sıyırması” Lale’nin de sıyırmış olması anlamına mı geliyor, anlamakta zorlanıyorum. Tecavüze uğradıktan sonra içine düştüğü psikolojik ‘’sıkıntıları’’ anlatmak için argoda kullanılan “sıyırmak” tabirinin kullanılmış olması ne alma geliyor? Kadın filmi olduğunu iddia eden ve seyirciyi klişeler, ucuz ve sıradan simgeler, Hollywood taklidi sahneler yağmuruna tutan filmde böyle bir koşutluk kurulmasını basit bir hata olarak mı göreceğiz yoksa bilinçli bir tercih mi? Hata olduğu iddia edilecekse başka nelerin de böyle “hatalı” olduğunun söylenmesi gerekir ancak bu kolay ve ucuz yoldur. Çünkü getirilen her eleştiri “hata” denilerek savuşturulmaya çalışılacaktır. Bilinçli bir tercih ise söyleyecek fazla bir şey kalmıyor zaten, filmin tecavüze uğrayan bütün kadınların sıyırmış olduğu vurgusuyla sona eriyor çünkü.

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Gel Sen de Halaya Katıl: The Exorcist Believer (2023) 2 – The Exorcist Believer 2023 3

Gel Sen de Halaya Katıl: The Exorcist Believer (2023)

Korku klasiklerinin belki de en önemlilerinden birinin gölgesinde bile rahatlıkla
Der Golem / Golem (1915) 3 – Der20Golem 19202

Der Golem / Golem (1915)

Der Golem, Caligari’ye giden yolda giderek daha karanlık, hatta kitsch