Korku çizgiromanı sevenler Steve Niles ile Ben Templesmith’in birlikte imza attığı akıllara zarar korku serisi 30 Days of Night’ı okumuş, en azından bir şekilde duymuşlardır. 2003 yılının beklenmedik eseri 30 Days of Night oldukça beğenilmiş ve ikiliye çizgiromanın Oscar’ı sayılan Eisner Ödüllerinden üç adaylık kazandırmıştı. 30 Days of Night devam çizgiromanları ve 2007 yılında başarılı bir şekilde kotarılan aynı adlı film uyarlaması ile hayran kitlesini fazlasıyla geliştirdi, geliştirmeye de devam ediyor. Sinemanın yanında Steve Niles’ın da yazdığı pek çok kitapla iyice büyüyen soğuk vampir mitinin 2007 yılında yayınlanmış bir de prequeli bulunmakta. 30 Days of Night: Red Snow, seriyi seven herkesi baştan çıkaracak kalitede kesinlikle edinilmesi gereken bir çalışma, bu yüzden hakkında bir incelemeyi de fazlasıyla hakediyor.
Öncelikle bir durumu netleştirmekte fayda var; Steve Niles her ne kadar atmosfer yaratmada usta, yetenekli bir yazar olsa da, 30 Days of Night’a Eisner yolunu açan şüphesiz çizer Ben Templesmith olmuştu. 2003 yılında (üç sayı gibi kısa bir ömre de sahip olsa) ilk kişisel serisine el atan Ben Templesmith’in 30 Days of Night’ta hayat verdiği atmosfer, Amerikan çizgiromanına “grotesk”in gücünü yeniden öğretecekti. Templesmith’in derin karanlığından bir anda sayfaya fışkıran kan ve adeta tek varoluş sebebi et çiğnemekmişçesine keskin ve belirgin dişler, ileride çizerin net imzası halini alacaktı. Ben Templesmith’in bu sebeple zincirlerinden azat edilip sadece kendi 30 Days of Night’ını çizmesi sanırım benim gibi pek çok korku okurunun da büyük arzusuydu. Red Snow, işte bu arzunun dört sene ardından gerçeğe döndüğü üç sayılık bir seri. Bu sefer çizerliğin yanında hikayenin yazarlığını da üstlenen Templesmith, bizi 1941’in Rusya’sına, İkinci Dünya Savaşı’nın saklı kalmış sayısız katliamından en doğaüstü olanının içine sürüklüyor.
Red Snow çok da karmaşık olmayan bir hikaye ile yola çıkıyor. Savaş Rusya’sında küçük bir Alman grubu köyleri yağmalamakta, yakınlardaki bir Rus birlik de kısa süreliğine sığınacak bir yer aramaktadır. Rus birlik ıssız bir kasabada saklanmakta olan küçük bir ailenin yanında konaklarken Almanların saldırısına uğrar. Küçük kulübede savunmaya geçen birlik tam topyekün saldırıya geçecekken, beklenmedik bir düşman grubu Nazi askerlerini katletmeye başlar. Lilith ve kardeşi Zurial’ın vampir sürüsünden kaçmaya çalışan Almanlar kendilerini Rusların sığındığı kulübeye atarlar. Savaşın kıyasına düşmanları Rus ve Alman askerleri, ortak ve yokedilemez düşmana karşı kısa süreli bir birliktelik kurmak zorundadırlar. Ancak bu birlikteliğin bile onları kurtarma şansı çok düşüktür.
Bu noktadan sonra hikaye, klasik bir Templesmith denklemi gereği karların arasında patlayan kıpkırmızı cesetler ve her okurun kabuslarına girmesi muhakkak, çenesini sonuna kadar açmış sivri dişli vampirler ile dolup taşıyor. Avlarının kafalarını bir ısırıkta koparabilen vampirler öyle başarılı resmedilmiş ki hikayede bir mutlu sonun olabileceğine asla ihtimal vermiyoruz (Ki Templesmith hikayelerindeki mutlu sonlar kimseyi rahatlatmaz zaten).
Tabii çok kritik okuma yaparsak Rusların ve Almanların tasvirinin çok da siyaseten yerinde olmadığını söyleyebiliriz. Almanlar ilahi adalet gereği av olmaya mahkum, Alman subay hikayenin tartışmasız en kötü kalpli karakteri, Ruslar kötü olmasalar bile uygarlıktan çok da nasibini almamış modern çağ barbarları olarak hayat buluyor Red Snow’da. Ama Red Snow kesinlikle beyinsiz bir propaganda öyküsü değil. Çizgiroman, İkinci Dünya Savaşı Rusya’sını güzel özümsemiş başarılı bir korku hikayesi olmayı hedefliyor ve bunu da layıkıyla kotarıyor.
Her şeyi geçtim, sırf usta çizerin elinden çıkma atlı kılıçlı Kazak askerleri için bile Red Snow defalarca okunabilir.
Eğer ki benim gibi iflah olmaz bir Ben Templesmith Hastası iseniz, kesinlikle Red Snow’u okuyun. Yok “tanımam kendisini ama 30 days of Night iyiydi” diyorsanız, o zaman da Red Snow size ilk seride beğendiğiniz her şeyi fazlasıyla sunacaktır.
Kuzeyin kanlı hikayelerinin sürmesi dileğiyle…
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz