Bu yıl 42. Münih Film Festivali’nin en önemli konuklarından biri şüphesiz Gillian Anderson idi. Anderson, 1 Temmuz 2025 tarihinde Münih Film Festivali’nde CineMerit Ödülü ile onurlandırıldı. Bu prestijli onur, festival kapsamında kendisine takdim edildi. Anderson burada The Salt Path filminin galasına da katıldı ve sevenleri ile buluştu.

Bir diğer önemli konuk ise Stellan Skarsgard idi, usta oyuncu 29 Haziran 2025’te aynı ödülle ödüllendirildi. Sentimental Value filminin gösterimi için Münih’e gelen Skarsgard’a ilgi yoğundu. Oyuncu kadar film de elbette festivalin en merakla beklenen yapımlarından biri idi. Joachim Trier’in yönetmenliğini yaptığı Sentimental Value hatırlanacağı üzere Cannes Film Festivali’nde prömiyer yaptı ve Grand Prix (festivale jüri ödülü) ile ödüllendirildi. The Worst Person in the World (Dünyanın En Kötü İnsanı) filminde izlemeye doyamadığım Aksel ve Julie’ye hayat veren Anders Danielsen Lie ile Renate Reinsve bu filmde yine bir aradalar.

Bu yıl festivalde Cannes’dan gelen epeyce film mevcuttu. Festivalin Un Certain Regard bölümünde jüri özel ödülü kazanan Un Poeta (A Poet), jüri özel ödülü (mansiyon) alan Oliver Laxe imzalı Sirât, Cannes’da gösterimi yapılan ve merakla beklediğim bir diğer film olan Richard Linklater imzalı Nouvelle Vague ile yine Cannes’dan gelen Harris Dickinson imzalı Urchin ve Mascha Schilinski imzalı In die Sonne Schauen da festival filmleri arasında bulunuyor.

Türkiye’nin Taşraya İndirgenmiş Temsili

Peki izlediğim filmler nelerdi? Murat Fıratoğlu’nun yönetmenliğini, senaristliğini ve başrol oyunculuğunu üstlendiği Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri filmini, Adana Film Festivali’nden sonra ikinci kez Münih’te, 42. Münih Film Festivali’nde izleme fırsatı buldum. Film, Saraybosna’dan Venedik’e, oradan Adana’ya kadar pek çok önemli festivalde gösterilmiş ve ödüller almıştı.

blank

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, ekonomik nedenlerle İzmir’den Siverek’e gelerek domates kurutma tarlasında çalışan Eyüp’ün bir günlük hikâyesini minimalist bir anlatımla sunar. Film, Eyüp’ün uğradığı haksızlık karşısında ustabaşı Hemme’yi öldürmeye karar vermesini ve silah almak üzere evine gidiş sürecini izler. Bu yolculuk sırasında Eyüp, birçok farklı mekanda (domates kurutma tarlası, sokaklar, eski Urfa evleri, kırtasiye, kahvehane, bakkal, vb.) uzun bekleyişlere maruz kalır. Kendi ihtiyaçlarını sürekli erteleyen Eyüp’ün pasifliği üzerinden hem iç dünyası hem de dış dünyayla kurduğu ilişki gözlemlenir. Bu süreç, onun toplumsal ve psikolojik düzlemde bir tür askıya alınmışlık hâlini yansıtır. Eyüp’ün mekânlar arasında ilerleyişiyle birlikte Anadolu’nun köy ve kasabalarında karşılaşılan insan manzaraları da ortaya çıkar. Sahnelere yansıyan bireysel çaresizlik, sınıfsal konum, ataerkil ilişkiler ve toplumsal aidiyet öykünün derinliğini güçlendirir.

Sonrasında Nadia Fall’un yönettiği Brides (Gelinler) filmini izledim. Suhayla El-Bushra’nın senaryosunu yazdığı film, İngiltere’de yaşayan Müslüman genç kadınların kimlik arayışlarını ve radikalleşme süreçlerini çarpıcı bir dille ele alıyor. CineVision Yarışması’nda yer alan film, İngiltere’den Suriye’ye gitmek isteyen 15 yaşlarındaki Doe ve Muna’nın hikayesini anlatıyor. Sosyal medya üzerinden edindikleri ütopyacı hayallerin peşinde İngiltere’den Türkiye’ye gelip oradan Suriye’ye geçmeyi planlayan iki genç kadın, İstanbul’a vardıklarında onları kimsenin karşılamamasıyla kaderlerini kendileri tayin etmek zorunda kalıyorlar. Bu yolculuk sırasında tanıştıkları otogar çalışanı (Cemre Ebuzziya) ve Konya’ya giden iki çocuk babasıyla (Aziz Çapkurt) arkadaşlık kuruyorlar. Türkiye’deki insani ilişkilerin samimiyetle ve önyargısız bir şekilde inşa edildiği bu yol filminde, filmin Türkiye bölümleri İstanbul’un modern yüzünü değil, kasvetli otogarlar, bakımsız sokaklar ve tekinsiz mekanlar gibi Türkiye’nin transit ülke olarak algılanmasını güçlendiren detayları gösteriyor. Film pek çok açıdan etkileyiciydi, karakterlerin yolda olmaları gereği bu mekan seçimi elbette anlamlıydı.

blank

Münih Film Festivali, sunduğu seçki ve etkinliklerle çağdaş sinemanın nabzını tutmaya devam ederken, aynı zamanda festival küratörlüğünün ve uluslararası sinema arenasının temsil tercihleri üzerine önemli soruları da gündeme taşımaktadır. Festival, sadece filmler aracılığıyla estetik ve anlatı zenginliği sunmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal ve kültürel kimliklerin nasıl okunup sunulduğunu da görünür kılmaktadır. Bu iki film üzerinden Münih’te festival izleyicisinin zihninde oluşan Türkiye imajı hakkında düşünmek gerekiyor. Tabii ki bu filmler seçimlere layık ve aldıkları ödüllerle haklı övgüyü hak ediyorlar. Ancak Türkiye’den farklı temalara, kozmopolit şehir yaşamına, kültürel çeşitliliğe ve modern hayata dair filmlerin neden bu tür festivallerde yeterince yer bulamadığı da önemli bir soru.

Taşra Türkiye’nin toplumsal gerçeğinin önemli bir parçası ve elbette taşra öykülerinin güçlü sinemasal değeri var. Ancak Avrupa festivallerinde Türkiye denilince yalnızca taşra, yoksulluk, az gelişmişlik, ataerkillik, şiddet, tekinsizlik ve toplumsal gerilim ekseninde hikayelerin öne çıkarılması, izleyicinin zihninde sınırlı ve klişe bir Türkiye algısının oluşmasına zemin hazırlamaz mı? Oysa festivallerin işlevi izleyiciyi farklı bakış açılarıyla buluşturmak, farklı görüşleri bir araya getirmektir. Tek boyutlu temsiller ise bu işlevi zayıflatırlar ve üstelik gerçeği de çarpıtırlar.

Festival küratörlerinin sınırlı seçimleri sadece bir temsil sorununa değil, aynı zamanda kültürel iktidar ilişkilerine de işaret ediyor. Edward Said’in oryantalizm kavramını hatırlarsak, bu durumda Batı, “Doğu”yu seçtiği filmlerle tanımlıyor. Bu durum film üretimini de etkiliyor; yönetmenler uluslararası görünürlük için hikayelerini belli kalıplara uydurmak zorunda kalabiliyor, bu da sanatsal özgürlüklerini kısıtlayabiliyor. Bir film üretmek yönetmen ve ekibinin hayallerini, sabırlarını ve inançlarını ortaya koyarak, her türlü maddi ve manevi zorluğa karşı direnerek, azim ve tutku ile gece gündüz çalışarak bir anlatı inşa etmek anlamına gelir. Festivallerdeki bu temsil tercihleri de film üretim sürecine eklenince, özgür bir şekilde film üretmek daha zorlu ve yıpratıcı bir sürece dönüşür.

blank

Film küratörlerinin tekil bir bakış açısı yerine ülkelerin toplumsal ve kültürel çeşitliliklerini yansıtacak çoğulcu programlar hazırlamaları; eleştirmenlerin ve akademisyenlerin, festival seçkilerindeki temsil dengesizliklerini sürekli gündemde tutarak dönüştürücü bir baskı unsuru oluşturmaları; izleyicilerin kendi kültürel önyargılarının ve izleme alışkanlıklarının farkına vararak bu önyargıları sorgulamaları gerekmektedir. Ancak bu şekilde, Türkiye gibi çok katmanlı toplumların sinemaları, indirgemeci ya da sınırlı imgelerle değil, adil ve çok sesli olarak zengin bir anlatı imkanı ile uluslararası izleyiciyle buluşabilir. Çoğulcu kürasyon anlayışı, sadece sinemamızın değil, tüm dünya sinemasının hak ettiği derinliği ve zenginliği kazanmasını sağlar.

42. Münih Film Festivali yalnızca onurlandırdığı isimlerle değil, aynı zamanda sunduğu zengin seçkiyle de günümüz sinemasının temsiliyet, çeşitlilik ve iktidar tartışmalarını görünür kılma potansiyeli taşıyan önemli bir platform. Bu yazıda festival programındaki filmler aracılığıyla sinemamızın taşra eksenli temsiline odaklandım. Ancak şüphesiz ki festivalin sunduğu anlatı çeşitliliği ve estetik çoğulluk bu temanın çok ötesine uzanıyor. Farklı sinema dillerinin, yeni yönetmenlerin ve deneysel arayışların bir araya geldiği bu kapsamlı sinema buluşmasında dikkat çeken diğer yapımlar ve ortaya koydukları düşünsel imkanlar ise bir sonraki yazının odağını oluşturacak. Devam yazısında, festivalin diğer yüzlerini görünür kılmaya ve sinemanın çoğulcu doğası üzerine düşünmeye devam edeceğim.

blank

Zehra Yiğit

Zehra Yiğit, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora eğitimine Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde devam etti. Oxford Üniversitesi ve Novisad Üniversitesi'ne Visiting Researcher olarak giden Yiğit, İtalya, Portekiz, Sırbistan, Gürcistan, İngiltere gibi pek çok ülkede ders ve seminer verdi, proje ortaklığı yaptı. Yiğit, şu an Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Soruyoruz: İpek Yolu Film Festivalini Kimler Engelliyor?

İpek Yolu Film Festivali'nin akıbeti ne oldu? 4 yıl başarıyla
blank

Sinemada Tolstoy: Anna Karenina ve Diğerleri

Anna Karenina, War and Peace, The Last Station... Tolstoy’u tanımak