Deniz Koloş: ‘Songül’ün hikayesi bir isyanla son buluyor’

Ölüm Bizi Ayırana Dek deneyimli yönetmen Deniz Koloş’un kısa metrajlı filmi. 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve 26. İzmir Kısa Film Festivali’nde kurmaca dalında en iyi kısa film ödülü kazandı. Yoğun temposu gereği ancak yeni fırsat bulduğu film, Koloş’un kendi kısa öyküsünden uyarladığı ve bir kadın karakter öznelinde aslında birçok kadını kucaklayan, anlatan, onun iç sesine kulak veren bir film olmuş. Gülçin Kültür Şahin de bu çevresine odaklı karaktere iyi hayat vermiş, deneyimli oyuncu Menderes Samancılar’ı görmek de filmin artısı. Deniz Koloş’a sorularımı yönelttim…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba Deniz, seni popüler TV dizilerinin yönetmeni olarak biliyoruz, Ölüm Bizi Ayırana Dek’in yolculuğu nasıl şekillendi? Biraz tersine bir durum diziler sonrası kısa film çekmek. Motivasyonun ne oldu?

blankMerhaba Banu. Ben sinema mezunuyum ve çok isteyerek seçtim bu bölümü, film çekmek benim çocukluk hayalim. Uzun yıllardır da kendi yazdığım bir hikayeyi çekmek istiyordum.

Dizi çekerken kendiniz için, yapmak istedikleriniz için vakit ayırmak pek mümkün olmuyor. Bu yüzden bir ara verdim 2018 yılında ve üç sene çalışmadım, sonrasında kısa süreli işler yaptım. Biraz aralıklı oruç gibi çalışmaya çalışıyorum. Ve bu ara verdiğim süreçte tekrar yazmaya başladım. Kısa öyküler yazıyorum çoklukla. Ölüm Bizi Ayırana Dek de benim kısa öykülerimden biri. En yakın arkadaşım Evrim’in film gibi bu, hadi bunu film yap demesiyle senaryoya dönüştü. Genel olarak yazmaktaki motivasyonum içimde birikenleri söküp atmak oluyor. Üzerine çok düşündüğüm meseleler birden bir öykünün içine gelip yerleşiyor.

Filmde dizi estetiğiyle beraber ilerleyen bir kısa film mantığı var, bu filmi çekerken zorlandın mı, bunu yıllarca dizi çekmiş birisi olduğun için soruyorum. Dizi mi yoksa kısa film mi çekmek daha zor ve özenli diye sorsam cevabın ne olurdu?

Her hikayenin kendi ritmi, kendi dili var aslında ve biçimi anlatının duygusu belirliyor bence. Dizi ya da film fark etmiyor benim için hikâye neyi gerektiriyorsa onun peşine düşüyorum elimden geldiğince. Dizi bir televizyon ürünü ve çok hızlı çekilmek zorunda, hep bir şey yetiştirmek telaşı var; bu yüzden de yerleşmiş pratik bir iş yapma biçimi oluyor ister istemez. Ama yine de ben dizi çekerken de alışılmış dizi estetiğinde çekmemeye çalışıyorum, bu kendimi mutlu hissetmek için yaptığım bir şey. Set öncesi de bolca film izleyerek hazırlanırım. Bu filmi yaparken bir amacım da o yerleşmiş el alışkanlıklarımdan kurtulmaktı. Şu ana kadar aldığım geri dönüşler, filmin sinematografisi ve atmosferiyle ilgili güzel şeyler duymak o anlamda çok mutlu etti beni. Hangisi daha zor? İkisinin de başka başka zorlukları var. Kısa film destek bulması, bütçeyi bir araya getirmesi çok zor bir alan, filmlerin hemen hemen hepsi dayanışmayla çekiliyor. Ve kısa zamanda derdinizi, konuyu dağıtmadan, uzatmadan anlatmanız gerekiyor bu da hiç kolay değil. Set kısmı ise çok da farklı değil, yine zaman az, para az. Fakat filmi çekerken dizi çekmenin verdiği pratiklik ve tecrübe çok işime yaradı, onu da itiraf etmeliyim.

blank

Arayan bir dedeyle, kaçan bir kadını bir araya getiriyorsun. Çaresizlik ve öfkenin iç içe geçtiği filmde Songül’ü nasıl konumlandırdın? Kendi iç hesaplaşmalarını yaşayan bir karakter ve aynı zamanda toplumsal olarak yaygın bir karakter olarak gördüm kendisini.

Bu öykü benim iç sesimle mücadelemin bir ürünü. Filmi izleyen bir çok kişiden ama çoğunlukla kadınlardan en çok “o kadar tanıdık ki” ya da “benim filmimi çekmişsiniz” cümlesini duydum. Hepimiz zihnimizde bu seslerle yaşıyoruz Songül gibi. Her iç ses içselleştirilmiş bir dış sestir aslında, ebeveynlerin, komşuların, öğretmenlerin, arkadaşların ve daha geniş resimde patriyarkanın sesi. Bize konuşulma biçimi, zamanla kendimize konuşma biçimimiz haline geliyor ve kendi sesimizi duyamaz olup, onunla bağlantımızı kaybediyoruz.

Songül’ün yaşadığı şey yalnızca bireysel bir deneyim değil; evrensel bir durum. Çünkü çoğunlukla kadınlar, çocukluktan itibaren üzerlerinde kurulan tahakkümle, “nasıl olmaları gerektiği” öğretilerek büyüyorlar. Nasıl giyinecekleri, nasıl gülecekleri, kiminle konuşacakları, nasıl oturacakları… Bu cümleler bitmiyor. Ataerkil düzen, bizleri bir kalıba sıkıştırıp o kalıbı sahiplenmemizi ve normalimiz olarak kabul etmemizi öğretiyor. Ve bir noktadan sonra artık kimsenin bize bunları söylemesine gerek kalmıyor; biz, kendimizle onlar gibi konuşmaya başlıyoruz. Bu sesin kendi sesimiz olmadığını fark etmek ve ‘yeter, sus!” demek uzun bir zaman alıyor.

Songül’ün hikâyesi bu gürültünün ortasında başlıyor ama bir isyanla son buluyor. “Yeter, susun” diyerek o iç sesi susturduğu anda, ilk kez kendine temas edebiliyor. Bu, özgürleşmenin başlangıcı. Filmin sonu bu anlamda umutlu bitiyor bence.

Filmi izlerken bir yandan da Rojin Kabaiş’in katillerini arayan baba Nizamettin Kabaiş geldi aklıma. Bu anlamda çok fazla toplumsal yaramız var, böyle bir etkilenme oldu mu bu senaryoyu yazarken?

Olmaması mümkün mü? Etrafımızda olan bitenin, şahit olduklarımızın, korkularımızın yazdıklarımıza sızmaması mümkün değil bence. Ben öyküyü yazdığımda Rojin’i tanımıyorduk hiçbirimiz, çünkü hayattaydı. Ama başka yüzlerce kadının ismini ölümleriyle öğrenmiştik maalesef. Toplumsal hafızamız yıllarca çocuklarını, kayıplarını arayan, en azından naaşını alabilmek isteyen anneler, babalar ve yakınlarla dolu. Yas bile tam olarak yaşanamıyor. Bu yüzden filmin sonunda aranan kızın naaşı bulunuyor. En azından bu filmde o yarımlık duygusu olmasın istedim, yas tam olarak yaşanabilsin istedim.

blank

Songül’ü öfkeli, şaşkın ama çaresiz bir karakter olarak anlatmıyorsun, kızgın da olsa yaşlı adamın yanında yer alıyor. Yer almayı, yanında olmayı, yalnız bırakmamayı özellikle bu dönemde ihtiyacımız olan bu duyguyu yaşatıyorsun bize, birçok insana geçen ve iyi hissettiren de bu olacaktır diye düşünüyorum. Oyuncu seçimi nasıl oldu? Bugüne kadar birçok oyuncuyla çalışmış biri olarak bu soru hem zor hem kolay. Bu film için nasıl bir seçim yaptın diye sorayım?

Çok mutlu oldum böyle görmene. Birbirimize ihtiyacımız var. Dayanışmaya, el vermeye, omuz vermeye ihtiyacımız var. Umarım söylediğin gibi izleyenlere iyi hissettirir.

Soruna gelince; dediğim gibi bu ilk olarak bir öyküydü ve ben o öyküyü yazarken de gözümün önünde hep Gülçin ve Menderes Abi vardı. Onları hayal ederek yazıyordum. Film olma aşamasında da onlarla şansımı denemesem olmazdı. Gülçin’le hiç tanışmıyorduk, önce tanıştık, sonra senaryoyu yolladım. Ve Allahtan çok sevdi, oynamak istemese çeker miydim bilmiyorum. Sonra Menderes Abi ile konuştum. Kendisiyle daha önce Kayıp dizisinde çalışmıştık ve çok keyifle çalışmıştım. O da sevince senaryoyu, benim için hayat çok kolaylaştı.

Filmin sonu biraz örtük de kalsa kadın cinayetlerine gelip dayanıyor, Songül’ün kocasıyla anlaşarak boşandığını düşünsek de onu eve gitmekten alıkoyan duygunun yarattığı ruh halini senden dinlemek isterim…

Evet, örtük çünkü hikayenin merkezi o değildi. Bu öykü, kayıplar, yas ve hiç tanımadığımız birinin yasını paylaşabilir miyiz gibi konular üzerine düşündüğüm bir dönemde yazıldı. Her iki karakterde de bir kayıp var; finalde yasta buluşma var. Ve hayatlarından olanlar hep kadınlar oluyor bir şekilde. Kadın hiçbir şekilde korunmuyor, güvende hissetmiyor bu düzende -ne fiziksel olarak ne de psikolojik olarak. Ne bedenimizi ne zihnimizi rahat bırakıyorlar.

Songül’e gelince, reddettiği, yaşamadığı bir yas var ortada. Yirmi iki yıllık evliliği bitiyor; aldatılmış, kendini değersiz, sevilmeye layık olmayan olarak görüyor. El alemin onunla ilgili ne düşüneceğinin telaşından acısını bile yaşayamıyor. Evde onu bekleyen bir bitiş var -henüz hazır olmadığı bir son. Eve gittiğinde karşılaşacağı şey, hayallerle birlikte kurulmuş bir hayatın dağılışı, boş dolaplar ve yalnızlık olacak. Bu yalnızlığın duyurulması, gelecek tepkiler, kurulacak cümleler… Songül henüz buna hazır değil. Aslında duygusunun kaynağı kocasına olan sevgisi mi yoksa toplumsal cinsiyet rollerinin kadına dayattığı “evli olma”, “anne olma” gibi rollerden sahip olduğu tek rolün -“evli kadın olma” hâlinin- kaybı mı, onun ayırdında bile değil. Eve gitmeyerek kendince acıdan kaçıyor ama duygular böyle çalışmaz. Biz duygular arasında seçim yapabileceğimize inanıyoruz; oysa acıyı kapattığımızda sevinci, arzuyu, yaşam isteğini de kapatıyoruz. Songül’ün donukluğu ve öfkesi de bundan.

blankFilmografine baktığımda ilk kısa film olduğunu varsayıyorum, festivalde yarışmak üstüne üstlük ödül kazanmak nasıl bir duygu oldu, seyirci tepkisi nasıldı?

Öğrenciliğimde çektiğim kısa filmler vardı ama tabii o zamanlar kısa film bugünkü gibi değildi. Bugünden bakınca onlara film diyemeyiz.

Daha önce de söylediğim gibi, bu öyküyü film yapmak niyetiyle yazmamıştım. İçimde birikenleri söküp atmak, kendi iç sesimi susturmak için kaleme aldığım bir hikâyeydi. O yüzden bu kadar insana ulaşması benim için en heyecan verici tarafı oldu. Seyirciden çok güzel reaksiyon aldık. Film gösterimi sonrası beni yakalayıp filmi çok sevdiğini ve kendini gördüğünü söyleyen seyirciler benim asıl ödülüm oldu. İç sesim susmadı ama artık benimle güzel güzel konuşmaya başladı, bu da başka bir ödül. Üzerine Antalya ve İzmir’de ödüller de gelince tatlının üzerine kaymak gibi oldu diyelim.

Muhtemelen filmin uzun bir yolculuğu olacak, film festivalleri hakkında neler söylersin?

Film festivalleri benim için en çok sinemacılarla bir araya gelip filmler üzerine sohbet edebilme fırsatı. Özellikle kısa film festivalleri çok keyifli geçiyor; kısa filmciler arasında inanılmaz bir dayanışma ve destek var. Kimse kimseyi rakip olarak görmüyor, herkes birbirini gerçekten alkışlıyor. Bu beni çok etkiledi.

Bundan sonra kısa film yolculuğu devam edecek mi? Başta da sordum ama kısa film dünyası nasıl, daha mı farklı?

Bilmiyorum ki, devam etsin isterim ama öyle film yazayım ve şöyle olsun diye oturamıyorum yazmaya ben. Metin kendi yolunu kendi buluyor. Yazdıklarımdan illaki film olabilecek olanlar çıkar. Ben yazmaya devam edeceğim gerisini bilmiyorum desem.

Son olarak neler söylemek istersin?

Bu iş gerçekten bir ekip işi. İlk filmimde hem eski dostlarımla çalıştım hem de harika yeni insanlarla tanıştım, kendimi çok şanslı hissediyorum. Emeği geçen, destek olan herkese bir kez daha teşekkür ederim. Güzel soruların ve bu keyifli sohbet için sana da teşekkür ederim.

blank

Banu Bozdemir

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Ekrem Doydu: ‘Kısa filmin samimiyeti çıkarsız olmasından gelir’

Ekrem Doydu, hızlı kısa filmcilerden. Sinema-TV okumuyor ama yazı yazıyor,
blank

Serpil Altın: ‘Kısa film benim için bir tutku’

Kısa film yönetmeni, uzun metraj film yapımcısı Serpil Altın ile