Vay be, dile kolay! Keşifler listemizi 2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınlıyoruz ve sıra geldi 18. listemize… Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. “İzlemediğiniz her film, yeni filmdir” sloganımız eşliğinde Öteki Sinema Yazarlarının 2025 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Black Tavern (1972): King Hu’nun Dragon Inn’i (1967) en sevdiğim wuxia’lardan biridir. Sonrasında birçok film, neredeyse tamamı tek mekânda (bir hanın içinde) geçen Dragon Inn’e öykünerek çekilmiştir. Wing-Cho Yip’in yönettiği The Black Tavern’in, bu klonlar arasında en iyilerden biri olduğunu duymuştum. Nihayet filmi bu yıl izleyebildim ve evet, söylenenler haklıymış. King Hu klasiğinin ana çatısından neredeyse “kopyala yapıştır” düzeyinde etkilenmiş olsa da The Black Tavern, kimi yönlerden farkını ortaya koyarak tek başına ayakta durabilmeyi başarıyor ve diğer klonlardan farklı bir yerde durduğunu avaz avaz ilan ediyor. Evet, aslı gibi etkileyici dövüş sahneleriyle öne çıkıyor ama dönemin alametifarikası (ya da King Hu liderliğindeki modası) olarak görülebilecek Çin’in geleneksel danslarını temel alan estetikten uzak duruyor. Yani o dönem sıkça görülen dövüş güzellemesinden uzaklaşarak dövüşleri, yine fantastik ama daha çiğ bir seviyede tutuyor ve daha da önemlisi bol kanlı ölüm sahnelerindeki şiddet seviyesini şaşırtıcı biçimde tepe seviyelere getirmekten hiç çekinmiyor. Hâlâ favorim Dragon Inn ama The Black Tavern de meraklısının muhakkak izlemesi gereken, önemli bir wuxia. Bu arada filmde Jackie Chan’in de çok kısa sayılabilecek bir rolü olduğunu da ekleyeyim.
La Traque (1975): Fransa’dan çok ilginç bir gerilim. Özetini okuduğunuzda sıradan bir tecavüz-intikam filmi gibi görünen, hatta olay örgüsü de aynı minvalde devam eden La Traque, getirdiği toplumsal eleştiriyle bütün değer yargılarını teraziye koyan, şaşırtıcı, beklenmedik derecede çarpıcı bir film. Yönetmen Serge Leroy’un başka işini izlemedim ama bu filmde yakaladığı seviyenin çok azını bile diğer işlerine sıçratabilmişse izlenmeye değer bir filmografi keşfedilmeyi bekliyor demektir.
The Terrornauts (1967): Bu artık bir ritüele dönüştü. Her sene muhakkak birkaç eski tarihli bilim kurgu izliyorum. Seçim yaparken tek önceliğim “daha önce izlemediğim” şartına uyması. Bilim kurgu sineması tarihi açısından önemli sayılan filmlerin hemen hepsini her sinefil gibi izlediğim için bu ritüel neticesinde karşıma nadiren çok iyi filmler, sıklıkla gerçekten çok kötü ya da fena değil ama tatsız tuzsuz, yavan filmler çıkıyor. Ama en çok “o kadar kötü ki çok iyi” filmlere denk geldiğimde seviniyorum ki 2025’te bu kategoride karşıma çıkan en eğlenceli film The Terrornauts oldu. Montgomery Tully’nin yönettiği, meşhur İngiliz şirketi Amicus yapımı The Terrornauts, resmen daha iddialı oldukları başka bir bilim kurguyla (They Came from Beyond Space, 1967) beraber gösterilsin diye çekilmiş ve bu yüzden yapım şirketi tarafından hiç önemsenmemiş, aşırı ucuz bir film. Basit bir sit-com gibi başlıyor, Contact’tekine (1997) benzeyen bir gelişmeyle aşırı garip bir ortama sürükleniyor, sonrasında ise Armageddon (1998) ve benzeri filmlerdeki gibi aralarında bilim insanlarının yanı sıra sıradan insanların da olduğu bir grubun dünyayı kurtarma çabasına dönüşüyor. Aslında film, içinde bazı iyi fikirler barındırıyor ama aşırı ucuzluktan dolayı bunların hiçbirini yeterince değerlendiremiyor ama art arda gelen aşırı saçmalıklar yüzünden fazlasıyla eğlenceli bir hale bürünüyor. Hatta yer yer Star Trek’in (1966-1969) ilk sezonuna ait bölümlerden birini izliyormuş gibi bir tat almak da mümkün. Sinema tarihinde kazı yapmayı sevenler için müthiş bir keşif.
Clearcut (1991): Her yılın sonunda yayınladığım en iyi korku filmleri listemi olabildiğince geniş çapta bir havuz içinden seçip hazırlayabilmek için elimin ulaştığı iyi kötü bütün korku filmlerini izlemeye gayret ederim. Bu yolculuk esnasında karşıma çıkan Seeds (2024), belki listeye girmeyi başaramadı ama en büyük esin kaynağı olarak gösterilen Clearcut (1991) ile tanışmamı sağladı. Bugüne kadar nasıl gözümden kaçtığını anlamadığım Clearcut, yerli halkın topraklarını işgal eden acımasız kereste şirketine karşı yasal yollardan mücadele eden yerlilerin beyaz avukatı Peter’ın bölgeye gelmesiyle beraber gelişen olayları anlatıyor. Hukuk yardımıyla adaleti sağlayabileceğini düşünen Peter’ın görüşleri, efsanevi Graham Greene’in canlandırdığı Arthur isimli yerliyle tanışmasından sonra bambaşka yerlere savruluyor. Peter Weir’ın The Last Wave’inden (1977) de açık izler taşıyan Clearcut, halkın değil de güç odaklarının yanında duran kolluk kuvvetlerinin ve hükümetlerin koruması altında dokunulmaz kılınan sermayenin doğayı acımasızca katletmesi ve bu katliama dur demeye çalışan yerlilerin karşılaştığı zulüm hakkında tartışmalı çözüm önerileri sunarak cevaplaması zor sorular soruyor.
The Blue Elephant (2014): Uluslararası dolaşıma girdiğinden beri olumlu eleştiriler alan The Blue Elephant, çok uzun zamandır izleme listemde yer alıyordu. Nihayet bu yıl izleme şansına eriştim. Son 20-30 yıldır Ortadoğu’dan oldukça ilginç tür filmleriyle karşılaşıyoruz. Bu akımın içine rahatlıkla yerleştirilebilecek Mısır yapımı film, Ahmed Mourad’ın aynı adlı çoksatan romanından uyarlanmış. Karısı ve kızının ölümüyle inzivaya çekilen psikiyatrist Dr. Yahya, beş yıl sonra işine geri döner ve yakın arkadaşı psikiyatrist Dr. Şerif’in karısını vahşice öldürdükten sonra akıl hastanesine kapatıldığını öğrenir. Şerif ile ilgilenmeye başlayan Yahya, cinayetin ardındaki gizemi çözmeye çalışır. Aynısı değil ama Shutter Island’dakine (2010) benzer bir belirsiz ortam yaratan film, neyin gerçek, neyin hayal ürünü olduğu konusunda sağlam şüpheler yaratmayı başarıyor. Sonuna kadar heyecanla izlenen, sıkı bir muamma. Filmin The Blue Elephant 2 (2019) adlı bir devam filmi de var. İşin komiği geçtiğimiz yıllarda bu devam filmi Netflix’te vardı, ilk filme henüz ulaşamadığım için izlememiş ama izleme listeme almıştım. İlk filmi en sonunda bulup izledikten sonra baktım, devam filmi Netflix’ten kalkmış. Şimdi de devam filmini bulup izleyeceğim günü bekliyorum…
Sinema, her yıl olduğu gibi, bu yıl da konfor alanımızın dışına, varoluşun en zorlu sınırlarına doğru iten bir keşif yolculuğu sundu bizlere… 2025 yılını kapatırken, benim bu yılki sinema yolculuğumda karşılaştığım ve ben de bazen konusu ile bazen de biçimsel tercihleri nedeniyle derin izler bırakan, keşif defterimde yer alan ve mutlaka izlenmesi gereken çarpıcı yapımlardan bazıları şunlar.
Barzakh (2011): Bu yıl beni en çok sarsan filmlerden biri, Litvanyalı yönetmen Mantas Kvedaravicius’un Barzakh adlı yapımı oldu. Film, Çeçenistan’da kaybolan bir adamın ardından açılan derin sessizliği merkezine alıyor. Cami minarelerinin hemen yanı başında yükselen işkence merkezleri, insanların gündelik hayatına sızmış bir gölge gibi dururken, kayıpların aileleri çelişkili ve kopuk bilgilerle baş etmek zorunda kalıyorlar. Ne yazık ki, devletin açıklamalarıyla falcıların sözleri arasındaki uçurum, gerçeğin yerini daha da belirsizleştiriyor. Barzakh, Sufi inancındaki yaşamla ölüm arasındaki eşik olan berzah kavramını, günümüz siyasi şiddeti ve toplumsal acılarıyla buluşturuyor ve ortaya çok katmanlı, yoğun bir anlatım ve izlenmesi zor bir deneyim çıkarıyor. Genç yaşta hayata veda eden Kvedaravicius’un bu filmi, yalnızca bir kaybı değil, yokluğun bıraktığı ağır ve görünmez mirası da gözler önüne seriyor. Bu yokluk, yönetmenin 30 Mart 2022’de savaşın ortasında Mariupol’da öldürülmesi ile ilgili derin bir boşluk hissini de hissettiriyor. Gencecik bir yönetmen, antropolog, arkeolog ve akademisyen olan Kvedaravicius’un bu erken ve trajik kaybı, onun Çeçenistan’daki kayıplarla ilgili tezi ve filmlerinde işlediği temaları, ne yazık ki kendi hayatının acı bir kehaneti haline getiriyor. Savaş altında sıradan yaşamın ve direnişin sessiz tanıklığını yapan Mariupolis ve son filmi Mariupolis 2 adlı belgesellerini de mutlaka öneririm.
Bombay Beach (2011): Alma Har’el’in Bombay Beach belgeseli, Amerikan Rüyası’nın çöküşünü ve unutulmuş bir topluluğun yaşamını şiirsel bir dille aktarıyor. Filme konu olan mekan, Kaliforniya’daki Salton Sea, 1950’lerde bir tatil cenneti olarak tasarlanmış, ancak bugün burası, çökmüş restoranları ve butikleriyle hayalet bir kasabaya dönüşmüş. Burası, bir zamanların parlak Amerikan Rüyası’nın terk edilmiş ve kırık bir aynası olarak filmde ortaya çıkıyor. Belgeseli farklı kılan yan, bence Har’el’in biçimsel tercihleri. Film, geleneksel anlatımın sınırlarını aşarak, gözlemci belgesel ile koreografili dans ve şiirsel montajı birleştiriyor. Beirut grubunun özel besteleri ve Bob Dylan şarkılarıyla desteklenen atmosfer, filmin rüya gibi, melankolik dokusunu güçlendiriyor. Dans sahneleri ve düşük alan derinliğiyle çekilmiş görüntüler, karakterlerin iç dünyalarını ve toplumsal gerçekliği duygusal bir dille ifade ederken aynı zamanda kalbe de dokunuyor.
Caniba (2017): Bu yılın beni en çok sarsan yapımı, Verena Paravel ve Lucien Castaing Taylor’ın yönetmenliklerini üstlendikleri Caniba. Film, insan varoluşundaki yamyamca arzunun rahatsız edici anlamını, katil ve yamyam, sadist Issei Sagawa ve mazoşist kardeşi Jun Sagawa’yı merkezine alarak anlatıyor. Film Yuhanna İncil’inden bir alıntı ile başlıyor. “Gerçekten, gerçekten size diyorum ki, insanoğlunun etini yemez ve kanını içmezseniz, içinizde yaşam yoktur. Benim etimi yiyen, ve kanımı içen, bende kalır ve ben onda kalırım.” Hıristiyanlıkta İsa’nın bedeninin ve kanının ruhsal yaşamın kaynağı olarak yorumlandığı bu pasaj, mecazi anlamda birleşmeyi ve ruhsal bağlılığı ifade ederken Caniba, bu metaforu tersine çevirerek, sembolik olanı gerçek ve şiddet içeren bir eylemin bağlamına yerleştiriyor. Böylece izleyici, etik ve ahlaki gerilimle doğrudan yüzleşiyor. Bu yüzleşme, filmi izleyicinin kendi ahlaki “berzahı” haline getiriyor. Sembolik olanın gerçeğe dönüştüğü yerde, konfor ve etik sınırları da epeyce zorlanıyor. İzlerken yoğun bir tiksinti hissettiğim Caniba, biçimsel tercihleri ile sıradan bir belgeselden çok daha fazlasını sunuyor. Görsel ve işitsel olarak yalnızca bir tüketim değil, bir deneyim fırsatı veriyor. İnsan doğasının karanlık yönleriyle yüzleşmeye davet eden film, dışavurumun sınırlarını zorlayan teknikleriyle hem şaşırtıyor hem de derin bir içsel sorgulama sağlıyor. Bu deneyimi destekleyen Harvard Sensory Ethnography Lab (SEL) yaklaşımı (geçen yılki keşif listemde ikilinin bir başka filmleri Leviathan’ı (2012) da önermiştim), geleneksel belgesel anlayışını genişleterek duyularla deneyimlemeyi ön plana çıkarıyor. SEL’in felsefesi, sahnede yalnızca anlatı veya konuşan kafalara odaklanmak yerine, mekan, duyular ve insanın varoluş haline dikkat çekiyor. Caniba da bu bakışı benimseyerek, izleyiciyi hisle, rahatsızlıkla, empati ve etik gri alanlar üzerinden düşünmeye davet ediyor. Sinemadan yalnızca eğlence değil, derin bir deneyim arayan izleyiciler için bu tür duyusal ve etik açıdan güçlü filmler oldukça kıymetli.
Was Marielle Weiss (2025): Üç belgeselin ardından dördüncü keşif filmim bu yılın Berlinale gösterimlerinde izlediğim ince mizahıyla ve zekice kurgusuyla beni etkileyen Frederic Hambalek’in filmi. Film, aile ve evlilik ilişkilerini, her şeyi gören bir çocuğun gözünden anlatıyor. Julia ve Tobias dışarıdan mükemmel bir çift gibi görünseler de, kızları Marielle bir gün en yakın arkadaşından tokat yediğinde hayatları tamamen değişir. O andan itibaren Marielle, telepatik güçler kazanır ve anne babasının gizli davranışlarını görüp duymaya başlar. Annesinin ofisteki flörtleri, babasının iş yerindeki iddialarının arkasındaki gerçekler açığa çıktıkça, sözde sakin aile hayatı suçlamalar, kırgınlıklar ve manipülasyonlarla dolu bir karmaşaya dönüşür. Film, mizah ve dramatik gerilimi başarılı bir şekilde harmanlayarak, karakterlerin içsel çatışmalarını ve aile içi güç dinamiklerini ortaya çıkarıyor. Julia Jentsch ve Felix Kramer, giderek absürtleşen ebeveyn rollerini son derece doğal ve inandırıcı bir şekilde canlandırıyorlar. Marielle’in sürekli gözetimi altında, çift hem birbirlerini hem de kızlarını etkilemeye çalışıyor; ancak açığa çıkan sırlar ve güvensizlikler onarılamaz bir hale geliyor. Hikaye zaman zaman doruk noktasına tam olarak ulaşmasa da, film hem komik hem dokunaklı sahneleri ve Berlinale’nin o özel karlar altındaki atmosferiyle izleyicide kalıcı bir etki bırakıyor.
Bildiğin Gibi Değil (2024): Son keşif filmim de üç kardeşin, babalarının kaybının ardından farklı yönlere savruluşunu ve yas sürecinde birbirleriyle olan ilişkilerini merkeze alan Vuslat Saraçoğlu filmi. Film, kardeşlerin geçmişe dair anılarını, çatışmalarını ve aralarındaki karmaşık duygusal dinamikleri samimi ve derin bir şekilde ele alıyor. Aile bağları ve bellek üzerinden ilerleyen anlatımı, izleyiciyi hem düşündürüyor, hem de anlatı ile duygusal bağ kurmaya davet ediyor. Serdar Orçin, Alican Yücesoy ve Hazal Türesan, her biri kendi karakterinin çok katmanlı duygularını sahneye olağanüstü bir gerçeklikle taşıyorlar ve karakterinin kırılganlığını, içsel çatışmalarını ve samimiyetini öylesine doğal bir biçimde yansıtıyor ki, sahnelerdeki her bakış ve mimik izleyicide neredeyse dokunulabilir bir gerçeklik hissi uyandırıyor. Vuslat Saraçoğlu, çok yönlü bilgi ve becerisi ile sinemanın akademik bilgisini ustalıkla pratiğe aktaran ve incelikle kurulan bir sinema dili inşa eden genç bir yönetmen olarak öne çıkıyor. Onun bakışı, özellikle kadın yönetmenlerin sektördeki varlığının önemini bir kez daha hatırlatıyor. Farklı perspektifler, hikayelere hem duygusal hem entelektüel bir derinlik kazandırıyor ve Saraçoğlu dürüstlükle, tertemiz bir iş çıkarıyor. Film boyunca karakterlerin samimiyetine, mekanların anlatıya kattığı özgüllüğe ve diyalogların doğal ritmine özen gösterilmesi, yönetmenin bu işin matematiğini ne kadar iyi bildiğini ve sahiciliği izleyiciye geçirebilme becerisini ortaya koyuyor. Saraçoğlu, bu titiz ve dengeli çalışmasıyla, izleyicinin sadece bir hikayeye değil, aynı zamanda derin bir sosyolojik gözleme de tanıklık etmesini sağlıyor. Filmde üç kardeşin araba içerisinde bangır bangır söyledikleri kareyi çok seviyorum. İbrahim Erkal’ın şarkısı Unutmayacağım’a bir de video çekmişler. Ben çok keyifle dinledim.
Bu yoğun ve zorlayıcı keşiflerin ardından, yeni yılın bize, tıpkı sahnelerdeki küçük ama kalbimizi ısıtan jestler gibi, güzellikler getirmesini diliyorum. Zira sinema, en karanlık gerçeği gösterse bile, sonunda daima insan ruhunun bir yerlerde direndiğini fısıldıyor.
Kocaman bir yılı daha geride bırakıyoruz. 2026’ya girdiğimiz an gökyüzünde uçan arabalar belirmeyecek olsa da yeni bir yıla girmek, yeni bir portala geçme hissi yaratıyor. Eminim hepimiz bu yıl bir sürü şey keşfettik. Cilt alt tonumuzun nötr olduğunu, akapella sevmediğimizi, parayı elimizde tutamadığımızı, trileçenin bir Meksika tatlısı olduğunu… Bunun gibi şeyler. Ben de, hepimiz gibi, filmler ve diziler keşfettim. (Keşifler listesinde dizi paylaşan tek yazar olduğumu da keşfettim.) İşte onlardan seçtiğim beşli. Bir de kendime bu sene daha kısa yazacağıma dair söz verdim. Acaba başarabilecek miyim?
Frankenstein (2025): Guillermo del Toro’nın fetüs fanuslarından, solungaçlı canavarlarından, korkutucu azizlerinden, yalnız çocuklarından oluşan dünyasını çok seviyorum. Onun estetiği, çürümüş olanla güzeli aynı karede göstermek. Hep bir Frankenstein filmi yapmak istemiş ve sonunda onu kendi gotik, zarif, kanlı tarzında yaratmış. Filmden o kadar etkilendim ki hemen gidip kendime, canavar gibi bir “Jacob Elordi – Frankenstein” tişörtü aldım. 🫀
John Candy: I Like Me (2025): Bence de sevilesi birisin John Candy. Bu belgeselle bunu daha iyi anladım. Ne kadar iyi bir insan olduğunu. Aynı zamanda ne kadar kırılgan ve eğlenceli olduğunu. John Candy’nin yer aldığı her şey daha tatlı değil mi? Gerçekten de soyadının etkisiyle, içinde olduğu her şeyi şekerlendiriyor. Yılbaşı döneminde konfor filmlerimden biri de Planes, Trains and Automobiles’dir. Şimdi kendime bir orange whip yapıp izlesem mi? 🍹
Juliet of the Spirits (1965): “Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca bir düşün içinde bir düş.” Edgar Allan Poe’nun bu dizeleri geliyor aklıma. Ruhların Jülyet’i de böyle. Her şey gerçek ya da değil. Ama zaten gerçek nedir? Jülyet bir Japon animesindeki küçük bir kız çocuğuna benziyor. Muhteşem varlıkların yer aldığı büyülü mekanlarda, parlak renklerin kaosunda, hayallerin ve kabusların ortasında geziniyor. Evet, Spirited Away’deki Chihiro o. 👺
Together (2025): Her şeyi birlikte yapan, ayrılmaz ikili olan ve gittikçe birbirlerine benzeyen çiftler vardır. Bu film; çift tişörtü giymeyi, double menü almayı, ortak Instagram hesabı açmayı aşıyor. Birlikteliği başka bir boyuta taşıyor. Kanlı, acılı ama bir o kadar romantik ve tatlı. Gerçek hayatta da partner olan Dave Franco ve Alison Brie, bana bütün olma hissini fazlasıyla verdi. Finali gerçekten büyüleyiciydi. Harika bir uyumun gücünü asla hafife almayın. 🍺 🍟
The Manipulated (2025): Ben şu an ne yapıyorum? Evet, film olması gerektiği açıkça belirtilen listeye dizi ekliyorum. Ama buna karşı koyamıyorum. Çünkü The Manipulated tarafından manipüle edilmiş olabilirim. Güney Kore yapımı, lezzetli bir kısa dizi. Bir diziden beklentilerim; akıl oyunlarının, güçlü bir intikam hikayesinin, nefes kesen aksiyonun, inandırıcı kötülerin ve Ji Chang-wook’un olmasıdır. Neyse ki bu dizide hepsi var. 🙌
Run (2020): Hasta ve tekerlekli sandalyeye mahkum bir çocuk, ona bakan aşırı korumacı fedakar bir anne… Bu masum ilişkiye karanlık bir “sır” sokma fikri filmi daha en baştan farklı kılıyor. Sarah Paulson’un muhteşem oyunculuğu sayesinde psikolojik gerilimi üst düzey olan bir film.
Predator: Killer of Killers (2025): Love, Death and Robots’u sevenler her zaman benzer işler arar ve maalesef bulmakta zorlanır. Bu arayışa ilaç olan ve Predator evrenine yeni bir bakış getiren, animasyon formatındaki başarısından dolayı da olumlu görüşler alan yapım; Viking, Japon feodal dönemi ve 2. Dünya Savaşı havacılığını kullanıyor, dönemin önemli savaşçılarının Predator ile karşılaşmasını üç kısa hikayede anlatıyor.
A House of Dynamite (2025): Askeri karar verme süreci kompleks bir yapıya sahiptir. Zor kararların alındığı bu süreci, Kubrick’in Dr. Strangelove filmi başta olmak üzere pek çok kez izledik. Bu tarz içeriklerde çoğunlukla politik ve askeri makamların ya da makyavelist ve ilke sahibi bireylerin konuya yaklaşımları temel çatışmayı yaratır. Ancak A House of Dynamite, çok daha farklı kademelerin karar verme sürecini eş zamanlı bir kurguyla anlatıyor ve Soğuk Savaş sonrası nükleer silahların kullanımının kısıtlandığını ancak üzerinden çok zaman geçtiğini ve kuralların unutulduğunu söylerken Dünya coğrafyasında yakın zamanda tanıklık ettiğimiz gerginlikleri bizlere hatırlatıyor.
Dungeons & Dragons: Honor Among Thieves (2023): D&D; Stranger Things dizisiyle birlikte hiç olmadığı kadar popüler kültür ürünü haline geldi demek abartı sayılmaz. Masaüstü oyunları, bilgisayar oyunları ve kitaplar dışında D&D kültürünü merak edenler film külliyatını da inceleyecek ve karşılarına bazı örnekler çıkacaktır. Ancak yapımlar arasında, “sonunda başardılar” dedirten en iyi örnek şüphesiz ki bu film olacaktır. Filmi farklı bir noktaya taşıyan unsurlar ise hikâyesi ve mizah anlayışının yanı sıra CGI ile kukla–animatronik kullanımındaki başarılı denge.
Cobweb (2023): İyi bir korku filmi için büyük bütçelere ihtiyaç olmadığını gösteren, kısıtlı mekâna rağmen doğru yönetmen ve kurgu ile atmosfer yaratmayı başaran bir film. İnsan doğasındaki vahşeti bir çocuğun sahip olduğu saflık üzerinden verirken her ne kadar klişe sahneleri olsa da kullandığı doğaüstü temalar sayesinde “acaba ne olacak?” sorusunu her daim sordurmayı başarıyor.
Bonus: Kin-dza-dza! (1986): Uzun süredir izlemeyi ertelediğim Sovyet sinemasının absürt komedisi olan kült film, sansürü aşmasını bilen alegorik anlatımı ve detayları ile hiç şüphesiz farklı bir seyir keyfi sunuyor. Sovyet sinemasında felsefi, politik, toplumsal ve kültürel eleştiriyi bilimkurgu potasında eriten, SSCB’ye iyi ya da kötü demeden hicvetmeyi başaran ve bu yönüyle hikaye anlatıcılığı açısından topladığı takdiri sonuna kadar hak eden, alışılmışın ötesindeki futuristik araçlarıyla da distopik filmler arasında özel bir yer edinen Kin-dza-dza!; ötekicilerin kaçırmaması gereken bir yapım.
Man and Woman and Dog (Otoko to Onna to Inu) (1963): Çoğu aynı tornadan çıkmış gibi olan Japon stüdyo animasyon tarzı dışında bağımsız filmler üretmiş Japonya’nın en önemli animasyon sanatçılarından Yoji Kuri’nin The Bathroom (1970) ve The Midnight Parasites (1972) gibi birbirinden garip ve yaratıcı eserlerinin yanında daha az bilinir işlerinden Man and Woman and Dog, yılışık bir köpeğin, kocasına son derece bağlı bir kadının sevgisini kendine yöneltme çabalarını anlatıyor. Üç dakikalık hikaye büyük anlatımlar ve Kuri’nin acımasız kara mizahıyla dolu.
The Death of Maria Malibran (1972): Werner Schroeter’in bazı sahneleri seyirciyi sıkıntıdan komaya sokan bu filmi hiç de tavsiye edilecek gibi değil. Ayrıca 19. yy opera sanatçısı Maria Malibran’ın yaşamı ve ölümüyle ilgili bir şey öğrenmeyi bekleyenleri de bir hiçlik bekliyor. Ama tüm bunların yanında öyle ilginç anları var ki bu tuhaflığa kayıtsız kalmak da mümkün değil. Film birkaç epizot içinde 1808-1836 yılları arasında yaşamış, kısa ömründe çalkantılı bir yaşam sürmüş olan Malibran’ın egoist ve taviz vermez görünen karakterini, yaşadığı olay ve durumları, kendi içindeki çatışmalarını hikayesiz bir sinemasal anlatımla yansıtmaya uğraşıyor. Birkaç oyuncunun aynı anda aynı kişiyi canlandırdığı sahneler, bitmek bilmeyen monologlar, çarpıcı makyaj ve duruşlar, sert ışıklar ve çerçevelerle hareketsizlikten hareket oluşturmaya çalışırken bıktıran ama bir yandan da 19. yy başında yaşamış bir karakteri 1970’lerde göstermeye başlayan birbirinden garip bölümleriyle rüyalarınıza oynayan lanet olası bir yapım.
Freebie and the Bean (1974): Gittikleri her yerde tahribat yaratan, çocuktan farksız karakterli iki mankafa polisin hikayesi. Böyle yazınca sıradan bir Amerikan sulu komedisi olduğu sanılabilir ama tam tersine, tüm tahribat dolu sahneleri bu iki adamın karakterlerini ve yaşamlarını yansıtan, insanlara gerçekten arabaların çarptığı, üzerlerinden motorların geçtiği harika takip sahneleri, kazalar ve gerçekçi dövüşler barındıran bir polisiye aksiyon. Yarım asır yaşında olmasına rağmen hala taze etkisi verebiliyor.
Kampuchea: The Untold Story (1985): Vietnam Savaşı sona erdikten sonra bölgede iç savaş ve çatışmalar aynı şiddetle sürmüş, Kamboçya’da 1975-79 arası iktidarda olan komünist Kızıl Kimer rejimi ülkedeki en az bir milyon insanın ölümüne yol açmıştı. 1979’da ise sürekli çatışma halinde olduğu Vietnam’ın Kamboçya’yı işgaliyle ülke yeniden bir kaosun içine sürüklendi. Küçük bir çocuğun, ailesi tüm diğer köylülerle birlikte Vietnam askerleri tarafından katledilince, 2 yaşındaki kızkardeşini “barış ve özgürlük ülkesi Tayland”a ulaştırmaya çalışmasını anlatan film, aslında işgalin devam ettiği günlerde yapılmış bir Kızıl Kimer propagandası. Bunu da sıkıcı savaş sahneleri dışında başardığı söylenebilir. Filmde Tayland’ın, Kamboçyalılara cömertçe kucak açtığı gösteriliyor. İki ülke arasındaki çatışmaların devam ettiği, can güvenliklerinden endişe edildiği için Kamboçyalı sporcuların Tayland’daki turnuvalardan geri çağrıldığı şu günlerde daha da ilginç hale gelen bir izleme deneyimi.
Juskiss (1996): Bir video film kiralama dükkanı çalışanı etrafında süregiden fantastik bir film olan Juskiss, basit ve düşük bütçeli bir yapım ama 90’lar filmleri, oyun kültürü, özellikle dövüş oyunları, Japon süper kahraman dizileri üzerine yaptığı taşlamalar çok eğlenceli. İnsanlığı zombileştirmeye çalışan uzaylı bir varlığı önlemek için onun ele geçirdiği kimseleri öpmek zorunda olan bakir kahramanın ve onu yönlendiren uzay şerifi Justy’nin pek dur durak bilmeden ilerleyen mütevazı hikayesi daha bilinir olmayı hak ediyor.
Yine bir yılı geride bıraktık, bu sene elimde olmayan nedenlerle evde çok vakit geçirmek zorunda kaldığım için beklediğimden çok ama çok fazla film seyrettim -o yüzden bu listeyi yapmak her senekinden daha zor oldu- ama yine de sizlerle 5 keşfimi paylaşmaktan gurur duyuyorum.
Reflection in a Dead Diamond (2025): Helene Cattet ve Bruno Forzani zaten en sevdiğim yönetmenler arasında en üst noktadalar ve yeni filmleri için keşif demek, belki biraz hile yapmak gibi oluyor ama bu filmi daha çok insanın görmesi için ne yapmam gerekiyorsa onu yapmaya hazırım. Amer ile giallo’yu en yoğun ögelerine distile eden, Let the Corpses Tan ile poliziotteschi sinemasina son noktayı koyan ikili, bu sefer merceklerini casus ve super criminal filmlerine çeviriyor ve İtalyan sinemasında bu iki türün devi Fabio Testi ile beraber bir başyapıt ortaya koyuyor. Danger Diabolik’ten tut da türün en ince ve en saklı örneklerine kadar büyük bir yelpazeden esinlenerek senenin görsel olarak en çarpıcı filmine imza atıyorlar. Büyük bir perdede, olabildiğince yüksek sesle izlenmesi gereken bu filmi bütün europspy severler için hararetle tavsiye ediyorum.
Prikosnoveniye (Contact) (1992): Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’da yapılan ilk filmlerden biri olan Contact, aynı zamanda folk horror türünün başyapıtlarından ve bu kadar unutulmuş olması inanılmaz kalp kırıcı -sanırım bundan sonraki hayatımda bu filmin daha fazla insan tarafından görülmesi için çalışacağım. Bazı intihar vakalarını araştırmaya başlayan bir dedektifin, bu intiharların ölenlerin aileleri tarafından teşvik edildiklerini keşfetmesiyle ortaya çıkan bir olay örgüsü… Hiçbir film beni bu sene Contact kadar yerime çivilemedi, inanılmaz bir deneyim!
Schamlos (Shameless) (1968): Bu sene Udo Kier’i zamansızca kaybettikten sonra, onu anmak için bir film ararken bulduğum ve beni Austrian exploitation sinemasının varlığından haberdar eden, dünyamı altüst eden, inanılmaz bir counter-culture filmi. Get Carter kadar nihilist ama aynı zamanda inanılmaz bir enerjiye sahip bu filmde Udo, çok genç (ilk rolü!) bir çete reisi, sevdiği kız öldürülünce, Viyana’nın ortasından bıçak gibi geçen ve katili arayan bu adam, aynı zamanda 2. Dünya Savaşı sonrası kaybolmuş genç bir jenerasyonun temsilcisi -vahşi, yönü olmayan ama hareket etmeyi bırakmayan bir kurşun gibi. Schamlos, bize bir exploitation hediyesi, bunu herkes mutlaka ama mutlaka görmeli.
54: Director’s Cut (1998): 1998 senesinde Harvey Weinstein ve şirketinin kuşa çevirdiği versiyonu izlediğimde nefret etmiş, ne kadar kötü bir film demiştim ama işte 30 yıl sonra yönetmenin ısrarlarıyla orijinal versiyonu sinemaya kazandırıldı ve iyi ki de oldu, çünkü bu versiyon, Saturday Night Fever kadar etkili, disko yıllarının sonunu inanılmaz bir şekilde anlatan, Mike Myers’den Oscar’lık bir performans çıkaran, hüzünlü, melankolik, partinin sonunu kalbimiz kırık bir şekilde izlediğimiz, sadece karakterler üstünden hareket eden, kendini gereksiz senaryo gelişmeleri ile uğraştırmayan, inanılmaz bir film. Eğer disko yıllarına birazcık merakınız varsa kaçırılmaması gereken bir başyapıt.
Man Wanted (1995): Benny Chan’in zaten çok iyi bir yönetmen olduğunu biliyoruz ve Hong Kong blooshed türüne olan katkılarından hepimiz gayet haberdarız ama bu biraz geri plana itilmiş film, ekranıma bir bomba gibi indi. Klasik HK senaryosundan hareket eden, sahte bir kimlik ile çetelerin arasına karışmış bir polis, onun çete reisi olan büyük abisi (burada gerçek abi değil, çete abisi anlamında), ortada bir kız ve bunların etrafında dönen diğer karakterler… Ama burada asıl olay aksiyon sekansları ve Hong Kong’un tek başına bir karakter gibi her sahnede bulunması. Benny Chan, her dakika bir önceki andan daha büyük bir olay yaratmak için uğraşıyor ve bunun sonucunda ortaya bir an bile nefes aldırmayan bir heyecan akımı çıkıyor. Aksiyon severler bunu kaçırmamalı.
Bu yıl, benim için dijital platformların algoritma köleliğinden kurtulup, özgür bir sinema keşfine çıktığım bir yıl oldu. Bu yolculukta pusulam, Stremio ve özellikle Uğur Film sitesiydi. Uğur Film’in zorlamadan, dayatmadan sunduğu rafine kürasyon, benim gibi deneyimli bir sinema izleyicisi için bile gerçek bir keşif vahası. Hatta öyle ki, “Issız bir adaya düşsen yanına hangi platformu alırsın?” sorusuna cevabım Mubi değil, Uğur Film olurdu. Bu değerli platformun arkasındaki emeğe teşekkür ederek ana akım sinemanın çok ötesine geçen filmlerden oluşan listemi sunuyorum.
Pervye Na Lune (First on the Moon) (2005): Sinema tarihinde keşif yapmayı sevenler için gerçek bir hazine. Sahte belgesel (mockumentary) türünün en başarılı ve inandırıcı örneklerinden biri olan bu Rus yapımı film, Sovyetler Birliği’nin 1930’larda, yani ABD’den çok önce Ay’a insan gönderdiğini iddia eden bir kurguyu o kadar ustaca işliyor ki, izlerken “Acaba gerçek mi?” diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Dönemin estetiğine uygun olarak çekilmiş siyah-beyaz görüntüler, ustaca hazırlanmış arşiv kayıtları, röportajlar ve dönemin atmosferini yansıtan detaylar, bu alternatif tarih kurgusunu inanılmaz derecede inandırıcı kılıyor. Sadece bir bilim kurgu değil, aynı zamanda Sovyet döneminin propaganda mekanizmasına, gizlilik saplantısına ve kahramanlık mitlerine dair de zekice bir taşlama. Sinemanın gerçekliği manipüle etme gücünü ve tarihin nasıl yeniden yazılabileceğini gösteren, hem düşündürücü hem de son derece eğlenceli bir deneyim.
Kaidan Yukijoro (The Snow Woman) (1968): Japon sinemasının korku türündeki zengin geleneğinin, özellikle de kaidan (hayalet hikayeleri) alt türünün en estetik ve atmosferik örneklerinden biri. Kar Kadını efsanesine dayanan bu film, yönetmen Tokuzo Tanaka’nın ellerinde şiirsel bir görsel şölene dönüşüyor. Dönemin diğer Japon korku filmlerinde (örneğin Onibaba veya Kuroneko) gördüğümüz tekinsiz atmosfer, burada karlar altındaki bir dünyada, bembeyaz bir ölümcül güzellikle birleşiyor. Filmin temposu belki günümüz korku izleyicisine yavaş gelebilir ama her karesi bir tablo gibi işlenmiş, renk kullanımı ve ışıklandırmasıyla büyüleyen bir yapım. Korkutmaktan ziyade, hüznü ve doğaüstü olanın getirdiği o kaçınılmaz trajediyi hissettiren, görsel açıdan doyurucu bir klasik.
Orochi (1925): Sessiz sinema döneminin Japonya’sından, chanbara (samuray kılıç dövüşü) türünün en erken ve en etkileyici örneklerinden biri. Dönemin en büyük yıldızı Tsumasaburo Bando’nun başrolünde olduğu bu film, sadece aksiyon sahneleriyle değil, aynı zamanda karmaşık ve trajik bir anti-kahraman portresi çizmesiyle de öne çıkıyor. Bando’nun canlandırdığı samuray, onuru için savaşan, haksızlığa uğrayan ve giderek daha karanlık bir yola sürüklenen bir karakter. Filmin özellikle finalindeki o uzun ve kaotik dövüş sahnesi, o dönem için inanılmaz bir koreografi ve enerjiye sahip. Sessiz sinemanın kendine has dramatik anlatımını, samuray filmlerinin dinamizmiyle birleştiren, sinema tarihi meraklıları için kaçırılmaması gereken bir kilometre taşı.
Ga, Ga – Chwala Bohaterom (1986): Polonya sinemasının bilim kurgu türündeki en sıra dışı ve kara mizah yüklü örneklerinden biri. Yönetmen Piotr Szulkin’in “kıyamet üçlemesi”nin (diğerleri Golem ve O-Bi, O-Ba) son halkası olan bu film, totaliter bir rejim altında, kahramanlık kavramının nasıl içi boşaltılmış bir propaganda aracına dönüştüğünü anlatıyor. Suçluların “gönüllü” olarak kahraman ilan edilip, uzak bir gezegendeki (aslında Dünya’ya çok benzeyen) bir koloniye gönderildiği distopik bir gelecekte geçen hikaye, absürt durumları ve bürokratik saçmalıklarıyla Kafkaesk bir kabusu andırıyor. Szulkin’in kendine has, kasvetli ve grotesk görsel dili, filmin eleştirel tonunu daha da güçlendiriyor. Hem Doğu Bloku bilim kurgusuna hem de toplumsal hicve meraklı olanlar için benzersiz bir keşif.
The Wanderers (1979): Philip Kaufman’ın yönettiği bu film, 1960’ların başındaki New York’ta, Bronx’taki çete kültürüne odaklanan, enerjik ve bir o kadar da nostaljik bir yapım. Dönemin ruhunu yansıtan müzikleri, renkli karakterleri ve çeteler arası rekabetiyle West Side Story ile American Graffiti arasında bir yerde duruyor. Ancak The Wanderers, sadece bir çete filmi değil; aynı zamanda bir büyüme hikayesi, değişen zamanlara ayak uydurmaya çalışan gençlerin portresi. Filmin özellikle sonlarına doğru tonunun değişmesi ve daha gerçekçi, hatta biraz da hüzünlü bir hal alması, onu benzerlerinden ayırıyor. Dönemin atmosferini solumak ve gençlik enerjisine tanık olmak isteyenler için keyifli bir seyirlik.
Parad Planet (1984): Yine Sovyet bilim kurgusu ama bu sefer çok daha felsefi, metaforik ve görsel açıdan çarpıcı bir örnek. Vadim Abdrashitov’un yönettiği bu film, bir grup insanın, Dünya’ya yaklaşan gizemli bir “gezegenler geçidi” olayı sırasında yaşadıkları tuhaf ve tekinsiz deneyimleri anlatıyor. Tarkovski’nin Stalker veya Solaris filmlerindeki gibi varoluşsal sorular soran, insan doğasını ve bilinmeyenle karşılaşma anındaki tepkileri irdeleyen bir yapım. Filmin atmosferi, dönemin Sovyet sinemasının kendine has ağırlığını ve ciddiyetini taşıyor. Net cevaplar vermektense, izleyiciyi düşünmeye ve kendi yorumunu yapmaya teşvik eden, zihin açıcı bir bilim kurgu deneyimi arayanlar için ideal.
Bu sene daha çok “hangi korku filmleri ses getirmiş” ekseninde ilerleyen bir film diyetine girdiğimi fark ettim. Seneye daha çeşitli filmler izlemek yeni yıl kararlarım içinde.
Nosferatu (2024): Robert Eggers’ın Nosferatu cover’ı gotik romans ile grotesk gerçekçilik arasında müthiş bir denge kurmuş. Artık “folk korkunun duayen ismi” tanımlamasını hak eden Eggers, Doğu Avrupa folklöründe temsil edilenlere daha yakın bir vampir/strigoi portresi çiziyor. Bill Skarsgard, artık 100 yıllık ikonik bir figüre dönüşmüş olan Kont Orlok karakterini baştan, kendine özgü bir şekilde yaratma konusunda çok başarılı.
Sinners (2025): Vampirlerden devam edelim. Ryan Coogler’ın ses getiren filmi Sinners, epey dağınık bir kurguya sahip. Fakat bu dağınıklık içinde, Amerikan tarihi, Jim Crow yasaları, blues müzikle ilgili meraklısına zevk verecek pek çok detay var. Filmin ırkçılık ile olan derdi, sadece ayrımcı ve katil KKK gibi oluşumlara yönelik değil, vampirizmi bir kültürel hırsızlık metaforu olarak kullanması yönüyle de ilginç.
The Monkey (2025): Osgood Perkins’in Longlegs’i geçen seneki listemde kendine yer bulmuştu. The Monkey’yi pek yüksek beklentilerle izlemesem de, ortalamanın üzerinde bir korku komedi olduğunu düşündüm. Stephen King’in 1980 tarihli kısa öyküsünden uyarlanan film, Final Destination’vari yaratıcı ve “gore” yüklü kazara ölüm koreografileriyle ön plana çıkıyor. Fakat filmin ölüme yaklaşımı daha alaycı ve hicivsel. Korku komedi filmleri, genel olarak bu iki öge arasında bir denge tutturmakta zorlanır. The Monkey bu dengeyi iyi yakalayabildiği için takdiri hak ediyor.
Late Night with the Devil (2023): Avustralyalı yazar, yönetmen ve kurgucu kardeşler Colin ve Cameron Cairnes’den 1970’lerin satanik panik, okültizm, ruh çağırmayla yoğrulmuş kültürel iklimini yeniden yaratmaya yönelik ilgi çekici bir deneme. Film, ağırlıklı olarak tek mekanda geçmesi ve talk şov formatını orijinal bir şekilde kullanarak tekinsizliğin dozunu git gide artırmasıyla beğeni kazandı.
Paris is Burning (1990): Dört korku filmini dengelemek için tamamen farklı bir film olsun listede. Alt ve karşı kültürlerle ilgili belgeselleri izlemeyi seviyorum. Hiç bilmediğim bir yerde ve zamanda, hiç tanımadığım insanların ana akım kültür ve toplum içinde aykırı hayatlar yaşadığını bilmek ve bu hayatlardan enstantaneler görmek beni mutlu ediyor. Jennie Livingston’ın yönettiği Paris is Burning, 1980’lerde New York’ta siyah ve hispanik queer bireylerin düzenlediği “balo” etkinliklerini ve RuPaul’s Drag Race gibi yapımlara öncülük eden drag queen yarışmalarının tarihini anlatıyor. Homofobi ve transfobinin, AIDS ile yaşanan pek çok kayıbın gölgesinde iç burkan ve fakat aynı zamanda ilham veren pek çok öyküye yer veriyor, Paris is Burning.
Reflection in a Dead Diamond (2025): Efsane film Amer’in (2009) yönetmen ikilisinin yeni filmi. Saykadelik bir Diabolik aşk mektubu. Beyniniz akacak
The Apprentice (2024): Trump’ın gençlik yıllarını, karanlık bir Succession üslubuyla anlatan, müthiş çarpıcı bir film. Border ve Kutsal Örümcek filmlerinin yönetmeni Ali Abbasi’den.
Weapons (2025): Saçma sapan senaryosuna rağmen, son 10 yılın en sıkı ve en eğlenceli korku filmlerinden biri. Zaten bu sayfaya bakıyorsanız bu filmi çoktan izlemişsinizdir.
Bring Her Back (2025): Yönetmenin ilk filminden hiç hazzetmemiş olmama rağmen, merak edip bu filme bir şans verdim. Benim için yılın filmiydi. Çok korkunç.
Our Hero, Balthazar (2025): Rastgele bir okula silahlı saldırı düzenleme fantazisi kuran NewYork’lu süper zengin bir gencin hikayesi. Sosyal medya kültürü ile yeni dünya düzeninin şımarıklığını, pervasızlığını, puştluğunu anlatan garip tatlış bir film.
Bonus: The War of the Worlds: Next Century (1981), Together (2025), Dangerous Animals (2025)
A zori zdes tikhie (The Dawns Here Are Quiet) (1972): Rus yazar Boris Vasilyev’in 1969 yılında yayımlanan “Sakindi Oranın Şafakları” adlı romanını gencecikken okumuş ve çok sevmiştim, bu etkileyici kitabın, biri kült diğeri tırt iki uyarlaması var, ikisini de izledim. 2015 tarihli olanı seyretmenize gerek yok. Lakin 1972 yılında çekilen film, bütün kusurlarına rağmen, çokça sarsıcı ve trajik idi, savaş aygıtını ve insanlığın bu büyük travmasını odağına almıştı. Savaş öncesini canlı renklerle, savaş sırasında ise sepya ve siyah-beyaz renklerle ayıran yönetmen Stanislav Rostotsky, savaş meydanının kahraman erkek klişesi yerine, beş genç kadının fedakarlıklarını bizlere gösterir. Matem ve ağıt, çalınmış tüm hayatlar için. Yapıt, SSCB’de 66 milyon insan tarafından sinemada seyredildi, tüm gişe rekorlarını kırdı. Ve 1973’te Oscar adayı oldu, kazanamasa da Sovyet sinemasının evrensel ve insani filmler çektiğini tüm dünyaya duyurdu. (Oscar o yıl, Luis Bunuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filmine gitti.)
Moskva slezam ne verit (Moscow Does Not Believe in Tears) (1979): Bu filmin orijinal adı olan Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor, sanırım soğuk savaşın verdiği bariz ve baskın endişe nedeniyle, Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor ismiyle gösterime girmişti ülkemizde. 1979 tarihli SSCB yapımı bu romantik-komedi, yabancı dilde en iyi film Oscar ödülünü de kazanmasını bilmişti. Taşradan başkent Moskova’ya gelen üç genç kadının, bir pansiyonda kesişen hayatları üzerinden, değişen ve dönüşen zamanı aktaran yapımın yönetmenlik koltuğunda Vladimir Menshov oturmuştu. Film, kendini 1958 ve 1978 yıllarını baz alarak ikiye böler, böylelikle gençliğin ve orta yaşların farkını ortaya koyar. Pembe düşler ve hayatın gerçekliği, bu bir uçurumdur ve sanıldığından daha derindir. Ve üç karakterin hayata bakışı ve onu algılayışı bambaşkadır, ayakta kalmanın ve yaşama tutunmanın birçok yolu vardır. Filmin adının, eski bir Rus deyimi olduğunu da ekleyelim, çünkü Moskova, serttir, rekabetçidir ve zayıflığa asla yer vermez.
Operatsiya y i drugiye priklyucheniya Shurika (Operation ‘Y’ & Other Shurik’s Adventures) (1965): Filmin adı dilimize tam olarak “Şurik’in Maceraları – Operasyon 1” olarak çevrildi. 1965 tarihli bu Sovyet komedi yapımı, üç kısa filmden (Ortak, Garip İzlenim, Y Operasyonu) oluşur. Nasıl bizler, Yeşilçam’ın hepimizi iyi hissettiren kült filmlerini sayısız kez izlediysek, hah işte SSCB’den Rusya’ya tam 60 yıldır, nesiller fark etmeksizin bu filmi seviyor, beğeniyor, güldükçe gülüyor. Hatta öyle ki yıllar sonra iki üniversitenin bahçesine, filmin kahramanlarının heykelleri dikildi. Film az diyaloglu, doğaçlamaya dayalı ve absürt bir mizahla harmanlanan eğlenceli bir slapstick, tam manasıyla. Filmin temposu hiç düşmüyor, sürekli şakalar, kovalamacalar ve dönemin ruhunu hissettiren Moskova’nın atmosferi, hepsi iç içe geçiyor.
Letyat zhuravli (The Cranes Are Flying) (1957): Nam-ı diğer Leylekler Uçarken. Teknik açıdan gerçekten devrimci bir iştir ve sinema tarihinin en lirik projelerinden biridir. Ötesinde Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan tek Sovyet filmidir. Hareketli kameranın kullanımı, seyirciyi olayların içine çeker ve karakterlerle yakınlaşmasını sağlar. Ötesinde ışık-gölge oyunları, çarpık açılar ve sinema tarihinin en ikonik bazı sahneleri. Peki, 1957 tarihli bu film, ülkemizde ne zaman gösterildi? Tamı tamına 17 yıl sonra, yani 1974’te. Günümüzde bir filme ulaşma hızımızı düşününce, bizimki gerçekten büyük lüks. Her neyse, bu çağının ötesindeki yapıtta, Boris ve Veronika adlı iki genç sevgilinin, savaş koşullarında yaşadıklarını seyrediyoruz, aslında Veronika’ya yoğunlaşıyoruz dersek daha doğru olur. Şu replik hala aklımda; “Aşk bu, hayatım. Zararsız bir zihinsel bozukluk.”
V boy idut odni stariki (Only Old Men Are Going to Battle) (1974): 1974 yapımı bir Sovyet filmidir ve ana ekseni dram ile müziktir. Yapıt ile tanışma sebebim ise meşhur Kızılordu Korosu tarafından seslendirilen “Smuglyanka” şarkısını kullanmasıdır. Bu hayli güzel olan halk şarkısı, esmer bir Moldovalı kıza, görür görmez sırılsıklam âşık olan delikanlının, sevdiği kadının, anayurt savunması için partizanlara katılması üzerine yaşadıklarını dillendirir. Film ise Nazi Almanya’sının ünlü ve güçlü hava kuvvetlerine (Luftwaffe) karşı savaşan Sovyet savaş pilotlarını (Muhafız Savaş Uçak Alayı) anlatır. Filmin yönetmeni ve senaristi olan Sovyetlerin efsanevi sinemacılarından Ukraynalı Leonid Bykov, başkarakter Muhafız Yüzbaşı Alexei Titarenko’yu da canlandırdı. Evet, filmin Türkçe adı “Yalnızca İhtiyarlar Savaşa Gitsin”, çünkü savaş makinesi denen lanet şey, en çok genç kanıyla çalışır. Savaş karşıtı bir film bu, tastamam, çünkü amacı kahramanlık miti yaratmak değil, çünkü pilotlar aynı zamanda hayalleri, sevdaları, korkuları olan gencecik insanlar.
Not: Sovyet sineması bir engin deniz, sırayla seyretmeye devam ediyorum, en çok benimsediklerimi yazmaya çalışacağım, pek yakında.
The Boxer’s Omen (1983): Bu yıl 964 Pinocchio, Penda’s Fen gibi sıra dışı kabul edilebilecek birkaç film seyrettim, hepsini temsilen bu filmi seçiyorum. Chih-Hung Kuei’nin bu benzersiz Hong Kong filmi vasat bir hikâye olarak başlıyor ama bir noktadan sonra takip eden sahnede ne tür bir şeyle karşılaşacağınızı asla tahmin edemediğiniz fantastik bir yolculuğa evriliyor. Budizm, kara büyü, kin, kan, intikam… Boxer’s Omen’e bayıldım!
The Execution of Private Slovik (1974): Bir çalışma kapsamında Terrence Malick’in A Hidden Life’ını araştırırken ismi tekrar karşıma çıkınca bulup izledim. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda idam edilen tek asker kaçağı olan Eddie Slovik’in öyküsü. Martin Sheen şaşırtıcı bir performans ortaya koyuyor, idam sahnesi unutulacak gibi değil, bilhassa Hail Mary duası.
A Legend of Turmoil (1992): Bu kayıp şaheser bu yıl bir şekilde ortaya çıktı ve hemen seyrettim. Samuray kılıcını çekip tabancalı adamlara saldırabilecek cesarette bir mafya şefini anlatan A Legend of Turmoil aslında basit bir Yakuza filmi görünmekle beraber Fukasaku’nun organize suç filmleriyle Kitano ve Johnnie To’nunkiler arasında bir nevi köprü vazifesi görüyor.
The Man Without a Map (1968): The Man Without a Map, yürüttüğü soruşturma sırasında kimlik bunalımı yaşama filmlerinin öncülerinden. Çin Mahallesi, Kiracı, Suç Unsuru ve David Lynch filmlerine daha yıllar var. Filmin sıra dışı kamera kullanımına ayrıca hayran oldum.
Vulcanizadora (2024): Hayatları bok gibi giden iki dost bir geziye çıkarlar, amaçları birlikte intihar etmektir ama hikâye bambaşka bir yere varır. Normalde beşinci ve son keşif filmi olarak yakın tarihli bir film eklemeyi düşünmüyordum, A Homance ya da Mayanaka Made’i alacaktım ama son anda dümeni Vulcanizadora’ya kırdım, bu dünya ağrısıyla daha fazla sinemasever tanışsın istedim.
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2024 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2023 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2022 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2021 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri
