MTŞ’nin notu: Bu yazı yukarıdaki videoda anlatılanların Türkçeleştirilmiş halidir. Videoyu da, otomatik altyazı seçeneği ile gayet anlaşılır şekilde izleyebilirsiniz. Beni bir sürü konuda aydınlatan ve sinemanın bugününe, geleceğine dair önemli çıkarımlar içeren bir video, lütfen Like Stories of Old kanalına abone olun, çünkü daha fazlası var ve maalesef yerli Youtube’da böyle şeyler (henüz) yok.
Sinema değişti. Bunu salonlardaki filmlerde de evde izlediğim platform filmlerinde de hissediyorum. Bir zamanlar var olanın çoğu yitip gitti; çünkü artık onu hatırlayan kimse yaşamıyor…
İnsanlar “Sinemanın Marvelleşmesi”nden (Marvelization) bahsettiğinde, bunun ne anlama geldiğine dair muhtemelen bir fikriniz vardır: Durmaksızın patlatılan espriler, o bıktırıcı öz-farkındalık hali ve her şeyin artık bir “franchise” (seri/marka) olma zorunluluğu. Ancak tek başına bu eleştiriler, meselenin kalbine inmekte yetersiz kalıyor; çünkü yerdiğimiz her seriye karşılık, övdüğümüz bir başkası var. Ve utançtan yüzümüzü buruşturduğumuz her şakaya karşılık, hedefini bulan benzer bir şaka mevcut.
Peki, asıl sorun ne? Sinemanın Marvelleşmesi derken gerçekte neyi kastediyoruz?
Kısacası sorun, sanıyorum ki benim “Hikaye Anlatımı Entropisi” (Storytelling Entropy) adını verdiğim bir fenomenle ilgili. Bu, diğer şeylerin yanı sıra; neden Marvel’ı eskisi gibi takip etmediğinizi, neden bazı devam filmlerini sevip diğerlerinden nefret ettiğinizi, tüm bu aptal şakaların nereden çıktığını ve potansiyeli yüksek, sevdiğiniz yıldızlarla dolu devasa yapımların neden sonunda tamamen “kof” hissettirdiğini açıklamak için uydurduğum birleştirici bir teori.
Öncelikle, hikaye anlatımı entropisinin temel fikrini açıklamak için ışın kılıcını (lightsaber) ele alalım. Işın kılıcı, gezegendeki çoğu insanın görünüşünü ve sesini anında tanıyacağı, belki de şimdiye kadar yaratılmış en ünlü sinema objesidir. İnsanlar sadece onun ne olduğunu bilmekle kalmaz, büyük ihtimalle neyi temsil ettiğini de bilirler. Çünkü ışın kılıcı sadece bir silah değildir; bir metafordur. Sadece tasarımıyla bile ki bu tasarım zarif ve asil bir dokunuşla göğüs göğüse çarpışmayı önerir, kullanıcısının felsefesi ve var olduğu o geniş dünya hakkında sembolik olarak çok şey anlatır. Hatta anlamı netleştirmek için belirgin bir renk kodlamasına bile sahiptir.
Mesele şu ki; ışın kılıcı, çok sayıda anlam ve fikri basit, tekil bir nesnede yoğunlaştırır. Bu haliyle onu “Anti-Entropik Hikaye Anlatımı”nın bir örneği olarak görebiliriz. Anti-entropiktir; çünkü düzensizliği düzene sokar, çok sayıdaki hikaye unsurunu alır, birleştirir ve mutlak özüne damıtır. Bilinçli ya da bilinçsiz, genellikle anti-entropik hikaye anlatımına hayranlık duyarız çünkü hikayelere büyük bir zenginlik katar ve her şeyin anlamlı, amaçlı ve birbiriyle bağlantılı olduğu hissini uyandırır.
Bu ilke sadece objeler için değil; karakterler, olay örgüsü ve dünya inşası için de geçerlidir. En sevilen filmlere baktığınızda, bu anti-entropik hareketi net bir şekilde görebilirsiniz: Tek bir çekirdek fikri belirleme niyeti (ister köyü haydutlardan koruyan samuraylar olsun, ister yanlış zamanda yanlış yerde bulunan isteksiz bir kahraman) ve bu fikri her sinematografik teknikle yakalayarak mükemmel bir kapsül haline getirme çabası…
Ancak bir yazar veya yönetmen perspektifinden bakıldığında bu durum biraz hayal kırıklığı da yaratabilir. Işın kılıcına dönelim; elinizde bu kadar havalı bir şey varken, doğal olarak “daha fazlasını” istersiniz. Sonuçta siz sevdiniz, seyirci sevdi ve gişede çok para kazandırdı. Ama sorun şurada: Eğer bir fikrin mükemmel damıtılmış haline zaten sahipseniz, buradan nereye gidebilirsiniz? Bunu nasıl aşabilirsiniz?
Sonraki Star Wars filmlerinin de gösterdiği gibi, eğer daha fazla sıkıştıramıyorsanız, yani fikrinizin mutlak özüne zaten ulaşmışsanız; ya aynen korursunuz ya da karmaşıklık eklemeye başlar, orijinal konsepti çok hafif de olsa sulandıran elementleri değiştirmeye başlarsınız. Küçük ölçekte tutulursa bu bir sorun değildir, sadece zararsız bir varyasyondur.
Fakat bu entropik hareket daha geniş bir düzeyde gerçekleşmeye başladığında… Diyelim ki insanlığın “nihai savaşçılarının” “nihai avcıyla” yüzleştiği ikonik bir filminiz var ve devamını istiyorsunuz. Ama bundan daha “maço” olamayacağınız için, nihai savaşçıyı sıradan bir adama dönüştürüyorsunuz. Bu pek başarılı olmayınca başka yere bakıyorsunuz. Kendi anlamları ve temaları olan başka bir ikonik film canavarı buluyorsunuz ama umurunuzda değil, onu kendi hikayenize taşıyorsunuz. Bir “Crossover” (kesişim) etkinliği, kulağa havalı geliyor değil mi? Eleştirmenler hayır diyebilir ama gişedeki 177 milyon dolar kesinlikle evet diyor.
Yol budur (This is the way). Hikaye anlatıcılığını unutursunuz, temaları ve anlamları unutursunuz; her şey “içeriğe” dönüşür. Birbirine çarpıştırılabilen, yeniden markalanabilen, diriltilebilen içerikler. Herkes buna bayılır, para daha önce hiç olmadığı kadar akar. Düzensizliği, dışa doğru genişlemeyi kucaklamayı öğrenirsiniz.
Şimdi, ana teze gelelim: Marvelleşme çağında yaşamak demek, hikaye anlatımı entropisinin yaygın bir fenomene dönüştüğü ve sinemayı bariz ya da örtük sayısız yolla etkilediği bir zamanda yaşamak demektir. Bu yeni sinema kültürünün kapsamını tam olarak tartışabilmek için, onu temel özelliklerini yakaladığını düşündüğüm üç ana başlığa ayırdım. İlki ve en barizi: Evren İnşasının (Franchise-building) Yükselişi.
“Bay Stark, daha büyük bir evrenin parçası oldunuz, sadece henüz bunu bilmiyorsunuz.”
Bu konudaki suçun çoğu Marvel’a atılıyor. Ne de olsa “evren inşası” fikrini ana akıma taşıyan ve büyük stüdyoların, “tekil film” fikrini giderek zayıflatan crossover etkinlikleri ve gelecek hikayeleri aktif olarak planlama trendini başlatan onlardı. Ama durum göründüğünden biraz daha karmaşık. Aslında, başlangıçta Marvel’ın da bir tür anti-entropik hikaye anlatımıyla meşgul olduğu söylenebilir; sadece bunu alıştığımızdan daha büyük bir ölçekte yapıyorlardı.
Geriye dönüp baktığımızda, Marvel’ın niyetinin asla tek bir filmle kendi içinde kapalı bir hikaye anlatmak olmadığı açık. Bunun yerine, hepsi birbiriyle bağlantılı, zamanla bir dizi takım çalışması ve hesaplaşma yoluyla yavaşça birleşen ve nihayetinde dev bir finalde bir araya gelen bireysel filmlerden oluşan koca bir sinematik evren kurmak istediler. Çekirdek fikirleri buydu. Ve sadece Iron Man ile başlayıp Avengers: Endgame ile biten “Infinity Saga”ya bakarsanız, bunu başardıklarını düşünüyorum.
Bu, Infinity Saga’daki her filmin bir başyapıt olduğu anlamına mı geliyor? Hayır, ama mesele bu değildi. Marvel serisindeki bireysel filmler daha çok “haftanın macerası” tadındadır; her biri çığır açmak zorunda olmayan ama arada sırada o anıtsal olaylarda zirveye ulaşan bir sürekliliğin parçasıdırlar.
Peki, evren inşası ne zaman entropik hale gelir? Ne zaman asıl hikaye anlatımına zarar vermeye başlar? Bunu en net, diğer stüdyoların Marvel’a bakıp ondan tamamen yanlış dersler çıkarmasında görüyoruz. O “paylaşılan evren” fikrini bir hikaye anlatma aracı olarak değil, bir pazarlama modeli olarak kullandılar. Karakterlerle bağ kurmamıza zaman tanımadan büyük finalleri zorlayan DC ile bunu gördük. Hikayeleri arasında kayda değer bir bağ olup olmadığını bile düşünmeyen Dark Universe ile gördük. Ve ne yazık ki, her şeyin dönüp dolaşıp orijinal üçlemedeki bir avuç karaktere bağlandığı Star Wars’un son genişlemesinde de gördük.
Marvel da Endgame sonrası açıkça bocalıyor. Artık her zamankinden daha fazla karakter ve hikaye var, bunların çoğu televizyonda uzun formatta gerçekleşiyor ve artık “çok fazla” gelmeye başladı. Sanki o “haftalık macera”, “günlük ev ödevi”ne dönüştü. Bu sadece takibi zorlaştırmakla kalmıyor, bağlantısallığı da anlamsız kılıyor.
Hikaye anlatımı entropisi hakkında hatırlanması gereken önemli şey şudur: Kalıcıdır ve daima daha fazla düzensizliğe doğru hareket eder. Bu serileri birleştirici bir merkezden (eğer başta bir tane kurabildilerse) uzağa, boşluğa doğru ittikçe, temel varsayımları da yıkılmaya başlar. Çünkü en entropik, en düzensiz halinde evren inşası “paylaşılan bir dünya” hakkında değildir; sadece “tanınırlık” hakkındadır. Bu da bizi Marvelleşmenin ikinci kilit özelliğine götürür.
Biraz bağlam vereyim. Bir süre önce Dungeons and Dragons filmini izlemeye gittim, oldukça eğlenceliydi. Ama sonunda, ana kötü karakter neredeyse yenilmişken, küçük bir şaka yapılıyor. Komik bulup bulmamanızdan bağımsız olarak, bu doğrudan Avengers’tan alınma, değil mi? Yani buradaki meta-bağlantı kaçınılmaz, Marvel bile Thor: Ragnarok’ta buna bir gönderme yapmıştı. Peki neden tamamen alakasız bu filmde var? Bilinçli bir saygı duruşu mu? Ucuz bir taklit mi? Her halükarda, son zamanlarda çok daha sık gördüğümüz ve birçok insanın hoşlanmadığı bir tür “meta-farkındalığı” işaret ediyor.
Öz-farkındalık ve meta-yorumlar tek başına kötü değildir. Synecdoche, New York, The Fabelmans veya Asteroid City gibi sanatın dinamikleri ve yaratım süreci üzerine olan filmlerde çok etkili kullanılabilir. Hatta Deadpool’un bu anlamda başarılı olduğunu söyleyebilirim çünkü karakterin temel fikri, bir süper kahraman hikayesinin içinde olduğunun farkında olan bir süper kahraman olmasıdır.
Sorun, bu tür bir farkındalığın asıl hikayeye bağlanmadığı zaman başlar. Çekirdek fikre katkıda bulunmayıp dikkatinizi ondan uzaklaştırdığında… Son zamanlarda çokça gördüğümüz bu tür meta-referansların en bariz biçimi “Nostalji Yemi”dir (Nostalgia-baiting).
Yine söylüyorum, bir filme nostalji katmak mutlaka kötü değildir. Ancak eldeki hikayeye anlamlı bir katkı sağlamayıp, sadece seyirciye “Hey, bunu hatırladın mı?” demek için oradaysa, işte o zaman nostalji sadece düzensizlik, yani entropi üretir. *Jurassic World*’ün, aslında iyi olan diğer dinozor filmini size duygusal bir şekilde hatırlatmak için tüm olay örgüsünü durdurması veya The Flash’ın yaptığı o garip şeyler buna örnektir.
Ve ilginç olan şu ki, zamanla bu tür referanslar nostalji faktörü olmadan da yapılmaya başlandı. Sırf referans olsun diye yapılan, hiçbir yere varmayan referanslar… Bunlar, tanınırlığın eğlenceye eşitlendiği, dikkatimizin giderek amaçsız bir düzensizliğe itildiği ve hikayelere samimiyetle bağlanmanın zorlaştığı o geniş “caps/meme kültürünün” bir parçası. Burada daha geniş bir kültürel sorun olan “İroni Zehirlenmesi”ne (Irony-poisoning) geçiyor olabiliriz; artık samimiyetle ve kırılganlıkla iletişim kuramadığımız, bunun yerine her şeyi bir şakaya çevirmek zorunda kaldığımız fikri.
Saf hikaye anlatımı perspektifinden bakıldığında, bu tür bir ironik kopuşun entropik bir güç olduğuna inanıyorum. Çünkü diyelim ki kimliğiyle boğuşan bir karakteriniz var, ona değer veren birinin nazik sözlerinde anlam bulduğu güzel bir an yaratıyorsunuz; ama hemen ardından “Ne? Bu çok mu klişeydi? Evet, çok klişeydi” gibi bir espri yaparsanız, seyirciyi o sahnenin duygusundan anında koparır ve karakter gelişiminin temelindeki fikri baltalarsınız.
Hem evren inşasının yükselişi hem de artan meta-farkındalık, ille de hikaye anlatıcılarının kendileri tarafından değil, içinde bulundukları daha büyük endüstri tarafından yönlendiriliyor. Ve bu bizi Marvelleşmenin son ve en belirsiz özelliğine getiriyor:
“Hikayeni aldılar ve onu önemsiz bir şeye dönüştürdüler.”
Endüstrinin içinden biri değilim ama bu gelişmelerin (yayın platformlarının yükselişi, film yıldızı kavramının düşüşü vb.) hikaye anlatımına olan dolaylı etkisini keşfetmek istiyorum. Bu, olgusal bir gözlemden ziyade sezgisel bir hisse dayanıyor. Kısa süre önce The Rings of Power’ı izliyordum. Bunu büyük bir *Yüzüklerin Efendisi hayranı olarak söylüyorum; o dünyaya geri dönmeyi gerçekten umuyordum ama hiç, ama hiç hissedemedim.
Sadece ben miyim diye düşündüm. Çocukluğumda benim için anlamlı olduğu için mi Yüzüklerin Efendisi* filmlerini romantize ediyorum? Emin olmak için kendime 4K Ultra HD bir hafıza yolculuğu ısmarladım ve fark ettim ki hayır, sorun kesinlikle bende değil. Bu filmler hala inanılmaz.
Beni düşündüren şey şuydu: Yüzüklerin Efendisi’ni bu kadar sevmemin bir nedeni sadece filmlerin kendisi değil, nasıl yapıldıklarıydı. O filmlerin kamera arkası belgesellerindeki tutku, çocuk halimle bana film yapımını büyülü bir deneyim gibi göstermişti. Tutku, hikaye anlatımında anti-entropik bir güçtür; vizyonu mükemmelliğe damıtmak için mutlak bir adanmışlıkla çalışmayı sağlar. Bugün eksik olan tam da bu gibi görünüyor.
Son yıllardaki büyük yapımlara baktığınızda, bu tür bir yaratıcı tutkuyla değil; finansal hırsları, pazarlama stratejilerini ve franchise potansiyelini içeren daha entropik bir vizyona sahip stüdyolar ve yapımcılar tarafından başlatılmış gibi hissettiriyorlar. Bu, Game of Thrones’u yaratmak ile Game of Thrones gibi bir dizi yaratmak arasındaki farktır. İlki yeni bir şey yaratma tutkusundan doğar; ikincisi sadece başka bir şeyin başarısını tanır ve benzerini ister.
Yani mesele “Kurumsal Tutku” olduğunda, asıl hikayeden çok, belli bir tür hikayenin “görünümü” önemlidir. Amazon’un Citadel’i yaratmak için yanıp tutuştuğuna inanmıyorum; sadece uluslararası bir casus dizisi istediler. The Gray Man, Red Notice veya Ghosted; bunlar sadece yayın servisinin alışveriş sepetindeki, yeterince “tanıdık” öğeye sahip oldukları için seçilen ürünlerdi.
Hatta The Hobbit üçlemesi bunun en parlak örneğidir. Yüzüklerin Efendisi ile aynı yönetmene sahipti ama aynı değildi. Çünkü özünde The Hobbit, Yüzüklerin Efendisi idi ama gerçek tutku yerine kurumsal tutkuyla yapılmış haliydi. Sonuçlar ortada.
Marvelleşme şu an baskın bir akım olsa da, her şeyi kapsamıyor. Sinemanın Marvelleşmesine kurban gidebilecekken zincirlerini kırıp harika deneyimler sunan istisnalar var. Bunu nasıl yaptılar? Basit: Entropiyi tersine çevirdiler.
Oppenheimer ve Barbie gibi, amaçsız meta-referanslarla dolu daha büyük bir çerçeveye zorlanmayan, kendi ayakları üzerinde duran orijinal filmler yaparak.
Peki ya sevdiğimiz devam filmleri? Top Gun: Maverick klasik sinemaya dönüş olarak kutlandı. Onu Ghostbusters: Afterlife veya son Indiana Jones’tan ayıran neydi? Sadece çok iyi olması mı? Bence asıl sebep, Maverick’in orijinal fikrin özünü alıp onu daha da rafine eden nadir bir devam filmi olması. Yani anti-entropik olmayı başardı. Orijinal filmdeki karmaşıklığı, peynir tadındaki (cheesy) kısımları tıraşladı ve geriye sadece mutlak özü, o net görevi bıraktı.
Benzer şekilde Mission Impossible serisi, çekirdek fikrini (casusluk aksiyonu ve dudak uçuklatan dublörlük) temele indirgeyerek anti-entropik kaldı.
Bir de James Cameron Yolu vardır. Elinizde zaten mükemmel bir klasik varsa ve onu daha fazla mükemmelleştiremiyorsanız, çekirdek fikri değiştirirsiniz. Klostrofobik korku deneyimini (Alien), genişleyen bir aksiyon gerilimine (Aliens) dönüştürürsünüz. İnsanlığı yok etmeye gelen makineyi (Terminator), onu korumaya gelen makineye (T2) çevirirsiniz.
Ya da Francis Ford Coppola Yolu (Kapsama/Envelopment): Çekirdek fikrinizi alıp daha büyük bir fikrin parçası yaparsınız. The Godfather bir adamın yozlaşmasının hikayesiydi; Part 2 ile bu hikaye, kuşaklar boyu süren bir şiddet döngüsünün parçası haline geldi.
Buradaki kilit faktör, o büyük hikayenin ne zaman tamamlandığını bilmektir. Harika hikaye anlatımı, yaratımla ilgilidir. Entropi ise bunun zıttıdır; ufukta bekleyen o yavaş ölüme doğru dışa dönük harekettir; boş bakışların ve kof güzelliğin arafı, bir zamanlar gerçek olanın unutulmuş hatırasıdır.
Bunu başarabilmek için devam etmeliyiz, hikayelerimizin sona ermesine izin vermeliyiz.