Masallardan Modern Melodrama
Pamuk Prenses (Snow White), Uyuyan Güzel (Aurora), Külkedisi (Cinderalla), Rapunzel, Güzel ve Çirkin (Belle) gibi klasik masallar evrensel anlatılar sunarlar. Bu masallarda, idealize edilen sihirli bir aşk, genellikle prens ve prenses arasındaki olağanüstü ve sihirli bir bağ olarak öne çıkar. Prensesler, güzellik, zarafet, iyilik, masumiyet ve sabır gibi geleneksel erdemlerle donatılırken, aynı zamanda pasif ve kurtarılmaya muhtaç figürler olarak da tasvir edilir. Prensler ise prenseslerin aksine güçlü, cesur, soylu ve kurtarıcı bir kahraman olarak prenseslerin kaderini değiştirecek birer figür olarak tasarlanırlar. Üvey annesi tarafından zehirlenen ve ölümcül bir uykuya yatan, adını dahi bilmediğimiz Pamuk Prensesi, prens bulur, onu öper ve cesareti, sevgisi ile prensesi hayata döndürür, Uyuyan Güzel’de de prenses kötü bir büyü nedeniyle yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalmıştır. Öpücüğü ile prensesi kurtaran ve laneti bozan yine prenstir.
Yirminci yüzyılda yaşanan toplumsal dönüşümler, özellikle insan hakları ve kadın hareketleri, masal prenseslerinin imgesini dönüştürür. Artık prenslerin bazılarının değil hepsinin birer adı vardır ve masalın da ana karakterleridir; Mulan, Pocahontas, Elsa, Merida ve Moana gibi. Bu prensesler, geleneksel masallardaki prenseslerin özellikleri olan pasiflikten uzaklaşmışlar; cesur, zeki ve kendine güvenen birer kahramana dönüşmüşlerdir. Bu dönüşüm, masal anlatılarının toplumsal cinsiyet normlarını sorgulayan ve yeniden şekillendiren yanını da bizlere gösterir. Geleneksel masalların tanımladığı yüzeysel ve tek yönlü prenseslerin ötesinde, modern prensesler, kendi hikayelerinin öznesi olup, çok katmanlı ve karmaşık kişiliklere sahip bireyler olarak da çizilirler, dahası artık onlar da birer kurtarıcıya dönüşürler ve artık erkeklere ihtiyaç duymazlar.
Örneğin Mulan, erkek kılığına girer, babası yerine orduya katılır ve Çin’i kurtarır. Mulan aktif bir özne olarak toplumunun da ailesinin de kurtarıcısı olur. Pocahontas kabileler arası barış için mücadele eder ve bu Disney masalında da prens bulunmaz. Bir diğer prenses Merida evlenmek istemez, bu hali ile de geleneklere karşı gelir. Moana köyünü kurtarmak için denize açılır ve yolculuğu boyunca cesaret ve liderlik vasıflarını sergiler. Bu hikayede de kadın kurtarıcı bir erkeğe ihtiyaç duymaz, dahası anlatı boyunca Moana kendi yeteneklerini keşfeder. Benzer şekilde bir başka prenses Elsa da kendi güçlerinden korkarken, bunu kabul etmeyi ve kontrol etmeyi öğrenir masal boyunca. Bu prenseslerin her biri farklı coğrafyaları da temsil ederler. Moana, Motonui isimli kurgusal bir adada yaşasa da Güney Pasifik’i, Merida İskoçya’yı, Elsa Arendelle isimli kurgusal bir krallıkta yaşar ama İskandinavya’yı ve Pocahontas Pohatan halkını işaret eder. Yani dünyanın farklı yerlerinde, farklı kültürlerin kız çocukları değişmekte, kendi hikayelerinin kahramanı olmaktadır artık.
Türk Dizilerinde Prenses Figürünün Evrimi
Peki Türkiye’nin prensesleri kimler? Sizce onlar da modern prensesler kadar kendi hikayelerini yazıyorlar mı?
Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik gibi ünlü oyuncuların oyuncu oldukları melodram sinemasının kadınları mı? 1950’li yıllardan 1980’lerin sonuna kadar en çok izlenen yapımlar arasında yer alan Yeşilçam melodramlarının klasik masallardaki prens-prenses dinamiğini çağrıştıran anlatı yapısına sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sıklıkla yoksul ama erdemli kız ile zengin, soylu ve güçlü erkek arasındaki aşkı anlatan bu filmlerde, prens figürü artık holding sahibi, fabrikatör ya da şehirli beyefendiye dönüşmüştür. Prensesler ise çoğunlukla mahallede büyümüş, güzelliği, masumiyeti ve mağduriyeti ile dikkat çeken genç kadınlardır ve onların en büyük amacı bir gün prenslerine kavuşmaktır.
Günümüzde de daha çok kadın izleyiciler tarafından ilgiyle takip edilen bu melodram filmlerinin anlatı kalıpları izlerini Türk dizilerinde sürdürmeye devam ediyor. Amerika’dan sonra dünyanın en büyük ikinci dizi sektörüne sahip olmamızın ardında yatan önemli nedenlerden biri de kuşkusuz, inşa edilen bu melodramatik evrenin izleyiciyi cezbetme gücü. Türkiye dizi sektöründe bir tür olarak öne çıkan romantik komediler ise klasik masal temalarını modern anlatı biçimleriyle harmanlayarak izleyicilerine sunuyor. Mesela Kiralık Aşk’taki Defne-Ömer ilişkisi Külkedisi temasını yansıtırken, Erkenci Kuş’taki Sanem-Can hikâyesi benzer masal kalıplarını tekrarlıyor. Afilli Aşk, Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Ya Çok Seversem gibi diziler de sıradan kız-zengin erkek dinamiğini sürdürüyor. Bu yapımlar, masalsı anlatıyı modern yaşam koşullarıyla harmanlıyorlar…
Çift Kişilik Oda ve Toksik Prens
Bu romantik aşk dizilerinin bir kısmı, tıpkı Güney Kore uyarlaması Çift Kişilik Oda gibi. Güney Kore’de 2023 yılında yayınlanmış romantik komedi dizisi King the Land’in uyarlaması olan dizi, otel yöneticisi ve çevresindekilerin aşk hikayesini, iş hayatı ve sosyal ilişkilerle harmanlayarak anlatıyor. Türkiye uyarlaması da benzer temalar etrafında şekilleniyor.
Nilüfer ile Kaan arasındaki aşk hikayesini anlatan Çift Kişilik Oda’da Nilüfer’in yaşam öyküsü, klasik masal kalıplarına bağlı görülüyor. Masallarda karşılaşılan kötü niyetli figürler -cadı, üvey anne, hainler- dizide üvey kız kardeş, kıskanç otel personellerine dönüşüyor. Ve Nilüfer’in karşılaştığı zorluklar ve çevresel komplolar böylelikle modern bir izdüşüm buluyor. Yanlış anlamalar ve anlaşılmalar, beklenmedik talihsizlikler ve tesadüfler, Nilüfer’in haksız yere suçlanmaları veya işten atılma tehditleri gibi olaylarla somutlaşıyor. Dizide kurtarıcı figür olarak konumlanan Kaan ise Nilüfer’i koruma ve destekleme çabalarıyla klasik prens arketipini anımsatıyor. Zengin bir baba ve otel hizmetçisi bir anne arasındaki sınıf çelişkisinin ortasında doğan Kaan, annesi tarafından çocukken terk edilmiş bir çocuk. Karakterin tek motivasyonu bu sınıf çelişkisini aşmak ve annesini bulmak. Bu sırada tesadüfen karşısına Nilüfer çıkıyor. Kaan bu genç ve güzel kadına aşık oluyor.
Dışarıdan bakıldığında karizmatik, yakışıklı, güçlü, korumacı görünen Kaan, söz konusu Nilüfer olunca bu korumacılığına kıskançlık, kontrol kaybı ve ardından gelen iktidar kurma hissi eşlik ediyor. Aşık olduğu, ancak dile getiremediği Nilüfer’e karşı hislerinden korkan ve bu yüzden de sıklıkla Nilüfer’e kendisinden uzak durmasını söyleyen adam, sözde onu kendinden uzak tutmak için de onun limitlerini zorlamaktan çekinmiyor. İşten atılmamak için Kaan’ın her dediğini “yapmak zorunda” kalan Nilüfer, Kaan’ın çevresinde gece gündüz koşturup dururken, Kaan ise kadının bu durumundan içten içe zevk alıyor, gözünde büyüttüğü aşkı, sahiplenme ve iktidar kurma arzuları ile de kirletiyor. Bana kalırsa da bu hali ile romantik melodramların beyaz atlı prensi olmaktan uzak kalıyor. İçsel özgüvensizlikleri, toksik maskülenliği ile modern anti-prens olarak Kaan, oldukça da itici bir karaktere dönüşüyor. Ve hatta Nilüfer’e karşı bazen şefkatli bazen hoyrat, bazen sevgi dolu, bazen öfkeli halleri ile epeyce tutarsız bir karaktere de dönüşüyor. Ancak dizi her seferinde Kaan’ın bu toksik hallerini normalleştirme yoluna gidiyor, dahası Nilüfer’i bu adama aşık ediyor.
Dizinin her bölümü, melodramatik ve masalsı anlatı özelliklerini güçlü biçimde yansıtan iki temel anlatı dinamiği üzerine inşa ediliyor: Birincisi Kaan ile Nilüfer arasındaki duygusal yakınlaşma, ikincisi de aralarındaki çatışmayı tetikleyen dışsal sorunlar. Kaan ile Nilüfer arasında gelişen yakınlaşma, izleyicide duygusal yatırım yaratıyor; bu yatırım, karakterlerin zıt sosyal ve psikolojik konumları üzerinden kurulan çekimle besleniyor, ki burada Nilüfer’in bilmediği ancak izleyicinin bildiği Nilüfer’in zaten otelin arsa sahibi olduğu bilgisi de bu duygusal yatırımı güçlendiriyor.
Nilüfer’in doğası gereği saf, iyi ve zararsız bir karakter olması, onu dışsal kötülüklerin kolay hedefi haline getiriyor. Bu nedenle sık sık tesadüfi şekilde gerilimlerin odağında buluyor kendini; böylece de kötü niyetli figürlerin entrikalarına alet edilen bir mağdur konumuna itiliyor. Her ne kadar Nilüfer’in pratik zekası zaman zaman çözüm üretse de, çoğunlukla son sözü söyleyen ve olayları nihayetlendiren Kaan oluyor. Kaan’ın kurtarıcı rolü, hikâyede yapay bir şekilde öne çıkarılarak klasik “prens” arketipinin toksik-modern bir yansıması olarak Nilüfer’i krizlerden koruyan ve ona destek olan figür olarak konumlandırılıyor.
Tam da bu noktada tekrar sormak istiyorum; Türkiye’nin modern prensesleri kimler? Nilüfer mi? Türkiye’de neden hala güçlü bir prenses figürü yaratamıyoruz? Neden kadın karakterler, toksik erkeklerin etrafında dolanan pasif nesneler olarak konumlandırılmaya devam ediyor?
Artık kadınların, sayıları az olsa dahi, sektörde aktif biçimde yer almaya başladığı bir dönemdeyiz; peki neden kadınlar kendi hikayelerini yazmıyor veya yazdıkları hikayeler ana akım dizilerde yer bulamıyor? Üstelik bu dizilerin hedef kitlesi genç erişkinler (ki bunlardan biri de 13 yaşındaki kızım) ve yetişkinler gibi eleştirel bakış geliştirebilecek yaş gruplarından oluşurken, neden onlara sağlıklı rol modeller sunmakta hala bu kadar geri kalıyoruz?