Filmleri sevdiğim kadar, belki de daha çok, iyi yapılmış film afişlerini severim. İlk yazılarımdan biri olan “Afişin Önündeki Çocuk” bu durumu anlatır. Eskiden bu sanatın ardında müthiş isimler vardı. O filmleri hala güçlü bir şekilde hatırlamamızın bir sebebi de onlar.
Renato Casaro bu isimlerin arasında beni en çok etkileyendi. Onu dün, 90 yaşındayken kaybettik ama kült sanatı film afişlerinde ve hafızalarımızda yaşamaya devam edecek.
Sinema afişi dediğimiz şey aslında bir yanılsamadır. Birkaç fırça darbesiyle filmin vaadini, karakterlerin tutkusunu, hikâyenin şiddetini veya şefkatini önden hissettiren büyülü bir kapı… İşte bu kapıları en ihtişamlı şekilde boyayanlardan biri Renato Casaro’ydu.
Bugün artık dijital foto-montaj posterler çağındayız. Photoshop’un steril parlaklığında her şey birbirine benziyor. Casaro’nun çizgilerindeki kahramanlık, korku, erotizm ya da merak, seyircinin zihninde kök salmış durumda. Bu yüzden Casaro’yu kaybetmek, biraz da çocukluğumuzun, gençliğimizin, sinema salonu kuyruklarında heyecanla bakıp büyülendiğimiz o dünyaların kaybı gibi.
Renato Casaro, 1935’te İtalya’nın Treviso kentinde doğdu. Küçük yaşlardan itibaren resimle iç içeydi. Onun için kâğıt, sadece karalamalar değil, hayal dünyasının kapısıydı. Özellikle sinema salonlarının duvarlarını süsleyen dev afişler küçük Renato’nun zihninde büyülü bir etki bıraktı. Daha çocukken sinema ve resim arasındaki bağın peşine düştü.
Okul yıllarında çizim yeteneğiyle dikkat çekti. Henüz ergenlik çağında, yerel sinemalarda gösterilen filmler için afişler tasarlamaya başlamıştı. Bu amatör ama tutkulu uğraş, kısa sürede onun mesleki rotasını belirleyecekti.
1950’lerde Casaro, kariyerinin dönüm noktası olan Roma’ya gitti. O yıllarda Cinecittà stüdyoları Avrupa’nın Hollywood’u gibiydi; Fellini’den Sergio Leone’ye, Hollywood yapımlarından tarihi epiklere kadar sayısız film burada çekiliyordu.
Casaro, burada büyük afiş ustalarıyla tanıştı, teknik öğrendi ve hızla kendi üslubunu geliştirdi. 1960’lardan itibaren, İtalyan sinemasının yükselişiyle birlikte ismi duyulmaya başladı. Spagetti westernlerden macera filmlerine kadar birçok yapımın posterine imza attı.
Casaro’nun yeteneği kısa sürede Avrupa sınırlarını aştı. Hollywood yapımcıları onun fırçasına hayran kaldılar. 1970’lerden 90’lara kadar birçok büyük yapım için afiş hazırladı. Casaro yalnız değildi. Onunla aynı dönemde Bob Peak, Drew Struzan, John Alvin, Richard Amsel gibi başka devler de sinema afişini bir reklam nesnesi olmaktan çıkarıp başlı başına bir sanat formuna dönüştürdüler. Bu illüstrasyonlar sadece filmleri tanıtmadı; VHS kaset raflarımızda, dergi sayfalarında ve hatta yatak odası duvarlarımızda kimliğimizin bir parçasına dönüştü.
Casaro ise bu isimler arasında farklı bir noktadaydı: Avrupa sinemasıyla Hollywood’u aynı paletin üzerinde buluşturabilen nadir ustalardan biriydi. Leone’nin spagetti westernlerinden Bertolucci’nin görkemli fresklerine, Hollywood’un fantastik ve tarihi destanlarına kadar her türde çalıştı.
Casaro için bir afiş, izleyicinin salona girmeden önce gördüğü ilk büyüydü. Bu yüzden resimlerinde yalnızca oyuncuların yüzleri değil; destansı gökyüzleri, mitolojik ışıklar, dramatik gölgeler vardı.
Casaro, 1990’lardan itibaren afiş illüstrasyonunun yerini dijital posterlerin almaya başlamasıyla birlikte ticari işlerden yavaş yavaş çekildi. Ancak sanat üretmeye hiç ara vermedi. Resim yapmayı, özel sergiler açmayı ve koleksiyonerlere özel baskılar hazırlamayı sürdürdü.
2010’lu yıllarda İtalya ve Almanya’da büyük retrospektif sergiler düzenlendi. Onun eserleri yalnızca sinema tutkunları değil, sanat tarihçileri ve koleksiyonerler için de kıymetli hale geldi ve 1 Ekim 2025’te, 90 yaşında hayata veda ettiğinde, geride yüzlerce unutulmaz afiş bıraktı.
Renato Casaro, yalnızca bir afiş sanatçısı değil, sinemanın hafızasını çizen bir ressamdı. Onun fırçası, filmlerden daha uzun ömürlü oldu; çünkü Casaro’nun posteri, filmi izlememiş olsak bile zihnimizde yaşamaya devam etti.
Onu kaybettik ama afişleri hâlâ yaşıyor: Eski bir video kasetin kapağında, bir sinema dergisinin sararmış sayfalarında, ve en çok da hafızamızın en parlak köşelerinde. Afişleri hâlâ bize şunu söylüyor: “Bir zamanlar sinema, fırçayla düşlenen bir rüyaydı…”