Amerikan Sinemasında Tehdit Olgusunun Revizyonu

27 Kasım 2014

THEM ve TARANTULA

Korku ve/veya dehşeti merkeze alan fantastik filmleri kabaca birkaç bölüme ayırmak mümkün: Vampirler, Zombiler, Kurt Adamlar, Mumyalar, Hayaletler, Ruhlar, (teolojik temelli ya da değil) mitolojik ve fantastik yaratıklar, biyolojik ve/veya kimyasal yan etkiler sonucu meydana gelen canlılar, bir şekilde mutasyon geçirmiş bişeyler, Atom bombası neticesinde ortaya çıkan canavarlar, Uzaylılar, canavara dönüşmüş makinalar, psikopat insanlar, kontrolden çıkmış robotlar, bir nedenle saldırganlaşmış hayvanlar, haddinden büyük canlılar, haddinden fazla sayıda bulunan yaratıklar ve Manyaklaşmış Bilim adamları.

100 yılı aşkın bir zamandır; korkularımızın, endişelerimizin ve kabuslarımızın grotesk bir tezahürü olarak sinema perdesine yansımış onca canavar içinde en gerçekçi olanlar, hiç kuşkusuz, bir şekilde doğada karşılaşma olasılığımız olan canlılardır. Caniler ve yırtıcı hayvanlar bu tip bir listede hiç kuşkusuz başı çekerler. Bunların bilim ve yüksek teknoloji ile biraraya gelmesinden ise hayli ürkütücü bir bilim-kurgu alt-türü ortaya çıkmıştır.

Amerikan Sineması; sayısız kaynağı eser miktarda sömürdükten sonra, sonu gelmez devam filmleriyle çok sevilen fantastik filmlerden bile seyirciyi soğutmakta gecikmedi. Bugün geriye dönüp bakıldığında çok net bir şekilde görülmektedir ki, 1945-1953 yılları arasındaki dönem fantastik sinema için bir tür fetret devridir. İşte, o fetret devrinden sonra sinema, biraz da atom çağının etkisiyle birbirinden tuhaf bilim-kurgular çekti. Bu filmlerin ortak özelliği, filmlerin merkezindeki tehdidi doğrudan doğruya kitlelere yöneltmiş olmasıydı. Artık bilmemneredeki dağ köylüleri ya da çok da gereği varmış gibi ıssız bir adaya/ormana giden tipler değil, kasabalardaki, ilçelerdeki, kentlerdeki insanlar tehdit altındaydı. Tehdit, eğer varlığına bir son verilemezse, kitlesel ölümlere yol açacak bir güce kavuşmuştu.

unnamed (1)

Aslında tüm bu olan bitenin arkasında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombalarıyla onbinlerce masum insana vahşice kıymasının yarattığı suçluluk hissinden çok, “ya bizim de başımıza böyle bir şey gelirse” düşüncesinin yarattığı, toplum nezdinde devasa boyutlara ulaşan nükleer tehdit korkusu yatıyordu. Atom bombası olgusu, ilkin Nazi’leri ya da komünistleri hedef tahtasına koyan bazı macera filmlerinde ve kara filmlerde gözüktü. Amerika, içinde mikrop kadar vicdan bulunmayan bu filmlerle zavallı bir şekilde savunmasını veriyordu.

Öte yandan; kentsoylu kitlelere yönelik olası nükleer tehdidin, ilk önemli örneği İngiltere’den çıkmıştı. “Seven Days to Noon” (1950); 1951 senesinde Amerika’da hatırı sayılır gişe yapıp, üstüne bir de 1952 senesinde En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ı alınca atom bombası konusu iyice dikkatleri üzerine çekmişti. (Bu güzel filme ileride geri döneceğim, sonuçta koskoca Coppola bile bu filmin yeniden-çevrimini yaptı) Paranın kokusunu alan Amerikalı film yapımcıları da hemen konunun üzerine atladılar. Önce işgalci uzaylılar (Marslılar) ve atom bombası temalarını içeren bilimkurgu filmleri çekildi ( “Zombies of the Stratosphere” (1952) ve “The War of the Worlds” (1953)). Atom bombası, biyolojik ve kimyasal nitelikli silahlar çağı daha sonra bambaşka bir şeyi akıllara getirdi, kendi çapında kendi aurasında tehlikeli kabul edilebilecek canlıları bir şekilde büyütüp kasabalara, şehirlere göndermek…

l_47573_bd449a9dİşte; korku, paranoya ve bilimkurgu’nun özel bir bileşimini sunan bu alt-türün ilk büyük yapıtları dev karıncaları konu alan “Them!” (1954) ve dev örümceği konu alan “Tarantula”dır (1955). “Tarantula”, denetime tabi olmayan biyolojik deneylerin korku verici sonuçlarından beslenirken, “Them!” doğrudan doğruya II. Dünya Savaşı sırasında ABD, Kanada ve İngiltere tarafından, nükleer silahlar üretmek için başlatılan Manhattan Projesi’ne dayanmaktadır. Hatta “Them!”, tarihsel gerçeklerle örtüşerek New Mexico eyaletinin Alamogordo kenti yakınlarında geçmektedir. Yani; 16 Temmuz 1945 tarihinde Trinity adı verilen denemede dünyanın ilk nükleer bombası patlatıldığı yerde…

“Tarantula”; artan dünya nüfusunu doyurabilmek için, özveriyle çalışan, hırslı bilimadamlarının yol açtığı bir felaketi sunarken, “Them!”in dev karıncaları atom bombası denemelerinin doğal bir sonucu olarak lanse edilir. Her iki felaket filminin de, kurgusu güçlü, hikayesi sürükleyici ve etkileyicidir. Özellikle “Them!” (1954); başlarda ‘kim-yaptı’ filmleri tarzında bir polis soruşturması şeklinde ilerlerken, birden yön değiştirir korku filmine dönüşür ve ilerleyen dakikalarda süratle vites yükseltip askeri bilim-kurgu’lara evrilir. Ana karakterlerini öldürecek kadar cömerttir. 60 yıl sonra bugün bile gerçekten çok iyi bir filmdir.

l_48696_51234661“Tarantula”da (1955), gerilim saniye saniye artar, bir tür kreşendo şeklinde sizi içine çeker, “Them” (1954) ise sizi daha açılışıyla beraber dehşetin kucağına kaldırıp artar, çocukları sömürür. Her ikisi de nefes almanıza fırsat tanımaz. Her iki filmde de, tehditin parayla pulla bir ilgisi yoktur, dehşet size doğru ilerlemektedir, kendinizi ben olsam ne yapardım diye düşünürken bulursunuz. Biyolojik, kimyasal, radyoaktif tehdit başka birşeye benzemez. Bu dev yaratıklar, en büyük korkularımızın, güvenlik ve gelecek kaygımızın ve çok net bir şekilde ölümden duyduğumuz endişenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Gelirler ve sevdiklerimizi alırlar.

“Tarantula”da bilimadamı, gelecekte insanlığa yetecek kadar gıda üretebilecek bir formül üzerinde çalışmaktadır. Niyeti iyidir, peki bunun bedeli nedir? (Hangi zombi filmindeydi o, hatırlayamadım, ekili mahsülleri mahveden böceklerin birbirini yemeleri için bir formül geliştirilmişti, mezarlıktaki ölüler ayaklanmıştı.) Hadi o neyse de, “Them!”in altyapısını oluşturan Atom bombası ne halt etmeye üretilmiştir? Bu bakımdan, “Them”in (1954) saygın bir noktada durduğunun altını çizmeliyim. Bilimin ve insanoğlunun vicdanını simgeleyen Dr.Medford’un konu hakkındaki bütün tespitleri dikkate değerdir.

Öte yandan her iki filmde de; bir şekilde güçlenmiş, büyümüş ve kontrolden çıkmış dev yaratıklar, yeni toprakların arayışına çıkan, insanlarla beslenen, işgalci, emperyalist güçleri simgeliyor gibidirler. Onları sadece, kendi topraklarını/varlıklarını koruyan, dayanışma halindeki canlılar durdurabilirler. “Kiss Me Deadly” (1955) gibi finali itibariyle karamsar olmasa da, özellikle “Them!” (hatta “Gojira” (1954)); “Hiroshima mon amour” (1959), “Dr. Strangelove” (1964) ve “Fail-Safe” (1964) panteonuna giden yolda önemli bir kilometre taşı olarak görülebilir. “Them!”; politik okumalara açık, gerçek bir başyapıttır. Basit bir cinayet soruşturmasından ‘dev canavar filmi’ne dönüşürken yarattığı tahribat tüyler ürperticidir. Polisi, askeri, orduyu yok ederek ilerleyen kolonist karıncalar vardır bu filmde. Kırsaldan (New Mexico) büyük şehre (Los Angeles) yönelen tehdit, biradım ötede küresel bir korkuya gebedir. Günümüzün (finali büyük bir kentin tarumarıyla sonuçlanan) bazı çizgi roman uyarlamalarının kökleri bir ölçüde bu filmde yatar.

unnamed (3)

“Tarantula”da ise tıpkı yine Jack Arnold’un “Revenge of the Creature from the Black Lagoon”ununda (1955) olduğu gibi dev canavar filmlerinin değişik bir özelliği su yüzüne çıkar. Canavar, intikam alır. Filmin belki de en sarsıcı yeri (burada Frankenstein’ı ve yaratığını anmadan geçmek olmaz) kendisini o hale getiren bilimadamının evini (laboratuvarını) başına yıktığı, bilimadamını öldürdüğü sahnedir. “Tarantula”da örümceğin büyümesi bir türlü durmaz, büyür, büyür, büyür. Ölene kadar, tiksinç bir şekilde büyümeye ve kendisini o hale getirdiğini düşündüğü insanlardan intikam almaya devam eder.

Amerikan Sineması’nda tehdit olgusunu yeniden değerlendiren “Them!” (1954) ve “Tarantula” (1955); kasabayı tehdit eden intikamcı dev canavar, atom bombası, bilimadamı ve polis payandaları üzerinde türünün en iyi örneği “Jaws”ın (1975) kilit sahnesine çaktırmadan kaynak teşkil eder: Quint’in anlattığı, Atom bombasını teslim eden USS Indianapolis gemisinin başına gelenlere…

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. Aşırı çığlıklar atıldığında sinir oluyorum, gittikçe sıkılıyorum, bitmeden kapatmayayım diye kendimi tutuyorum.. Çığlığı bastıkça film daha kaliteli, izlenilir ve daha samimi filan olmuyor.. İnsan denen yaratık korktuğunda o kadar çığlık atmaz atamaz.. Hatta en korkağı ses bile çıkaramaz, boğulur gibi olur; el ayağı boşalır. Benim bam telim bu, herkes bir şeylere takılır..
    İkinci bir durum Film yapımcılarını ve filmleri ilgilendirmeyen ama yayıncıyı, paylaşanı ilgilendiren mühim şey; benim gibi binlercesini sinir eden sorun.. Filmleri restore vs. adı altında katletmek.. 20 dk’sını kesmek nedir bir filmin yahu.. 2-3 dk veya.. Yayınlama sen arkadaş yahu, sen paylaşma.. Örnek “Muhsin Bey”

  2. Yazı çok güzel olmuş. Bahsettiğiniz zombi filmi de; return of the living dead (1985) idi galiba

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kadınlar Robotlara Karşı: The Stepford Wives

Kadınlar Robotlara Karşı: Ira Levin’in The Stepford Wives Romanının Forbes
blank

Sinema Denemeleri 6: RoboCop’un Sağ Kolu

Tüm RoboCop literatürü haklı olarak sol kolun akıbetinden bahseder çünkü