Altın Portakal üzerinden (elbette memleketin film gibi gerçeğini de gözeterek) sinemamızın hallerini okumaya çalışalım. Öncelikle sinema benim için teknik sihirler barındıran bir meslektir der ünlü yönetmen Andrey Tarkovski, dijital platformda (Netflix) Frankenstein filmini seyredince, ona harbiden hak verdim, çünkü Guillermo del Toro, resmen soluksuz izlenen büyülü bir seyirlik yaratmıştı. Peki, ilki 1910 yılında çekilen ve bugüne dek geçen 115 yılda parodi, dizi, düşük bütçeli yapımları da eklersek toplamı 300’ü aşan Frankenstein içeriği, sizce de biraz abartılı ve hatta anormal değil mi? Yani buna üretim kısırlığı mı denir yoksa özgün iş yaratma beceriksizliği mi? Aslında pek de önemi yok. Şimdi bizim sinemacılarımıza gün doğmasın ha, bakın dünyada öykü tükendi, biz ne edek gardaş (edelim kardeş) demesinler. Ciddiye almayın bu sözlerimi, onlar lafla değil de icraatlarıyla dertlerinin ve meselelerinin kalmadığını çoktandır (işte çok uzun zamandır) haykırıyorlar zaten. Alan memnun, satan memnun, sana ne diyenler yine ve yeniden olacaktır, illa. Onca yıldır festivallere katılan bir sinemasever olarak, sinemamızın geldiği (indiği mi yoksa) noktaya işaret ettikçe, filmlerin asla sevilmeyen kötü karakterlerine zaten dönüşmüştük.
Bitmek bir yana, giderek daha da derinleşen ve kronikleşen ekonomik kriz ve devamında muhalif belediye başkanlarının tutuklanması, film festivallerimizi hayli zor bir duruma soktu, besbelli. Sanat ve kültür alanı, güç koşullarda en kolay vazgeçilebilen mecra olmasına karşın, festivallerin yollarına yine de devam etme arzu, istikrar ve kararı, kuşkusuz önemlidir. Yarısını takip edebildiğimiz 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, yarışma filmlerinden bir kısmını seyredemesek de bir fikrimiz oluştu. Çarpıcı, kalıcı, ayrıksı ve yoğun metinler elbette buhar oldu, lakin teknik hayli gelişti, sabun köpüğü, su buharı benzeri hikayeleri, çağın nimetleriyle süslemenin, sahiden unutulmaz bir yanı yok! Şöyle açalım, çoğu saçma sapan ve şüphesiz illallah dedirten yapay zekâ videoları (başıboş gergedan sorunu gibileri komikti, o ayrı) dışında, yapay zekâ şarkı ve türküleri, sosyal medyayı ele geçirmiş gibi görünüyor. Çoğu da iyi üstelik, hem detone olan yok, sözler gayet anlaşılıyor, ton nefis, bildik bilmedik şarkılar, gerçekten çekim gücü, şimdilik tartışmasız. Neden şimdilik dedim, eee ileride noksan olanı, sesi titrek olanı, şarkıyı bozanı mumla arayacağız, düşünsenize tek bir şarkının bile binlerce değişik versiyonu olacak, bolluk hop diye tekdüzeliğe dönüşüverecek. Neden mi bunlardan bahis açıyorum, teknolojinin ve yapışkan bir lanete dönüşen dizi estetiğinin sinema sanatını hunharca kuşatmasından dolayı elbet. Yerli veya yabancı olsun, arada güzel bir film bulmaksa, büyük bir saadet sebebidir.
Festivallerin jüri ve ön jürisinden bir sinema tutkunu olarak beklentim şudur, genel izleyicinin de sevebileceği filmleri reddetmemeleri ve tür filmlerine kucak açmayı unutmamaları. Anlaşılmaz filmleri yüceltmenin, anlaşılır olanlara burun bükmenin pek bir izahı yok. Misal, ulusal yarışma filmlerinden Barselo’yu beğendim ve haliyle ödülleri pas geçti. Ünlü komedyen Alper Kul’un yazdığı proje, tiyatro sahnesinden sinema salonuna iyi ki geçmiş, gösterime girince ıskalamayın derim.
Peki, hatırı sayılır senaristlerimiz, yönetmenlerimiz ellerini neden korkak alıştırıyorlar, çünkü sansürden önce zihinlerinde otosansür çalışıyor. Kültür bakanlığından projelerine destek alabilmek adına, erk tarafından onaylanmış, kucaklanmış işlere yöneliyorlar. Bu da haliyle mevzusu olmayan, yaramıza merhem olmayan, halkımıza derman olmayan bir sinemanın çarpık inşasına yol açıyor. Hah! Yabancı yatırımcılar ve fonlar devreye girse ne oluyor, yerli ve milli sinema bu değil diye feveran ediyor, köşe başlarını tutanlar. Politik görünmemek adına, sürekli kendini tekrar eden bir rutinle benzer işleri sinemaseverlerin usuna hoyratça boşaltıyorlar ne yazık ki. Oysa böylesi krizler, güçlükler, güçlü bir sinemayı doğurmaya yatkındır. Bizde ise tam tersi, zayıflıyor da zayıflıyor.
Geçen gün Kocaeli’nde bir parfüm deposunda altı kadın işçi, feci şekilde can verdi, örneğin biri ömrünün baharında henüz 16 yaşındaydı, diğeri ömrünün son demindeydi, 65 yaşındaydı. Aslında ikisinin de çalışmaması gerekiyordu. Sayısız kez şikâyet edildiği halde depo kapatılmadı ve vahşi kapitalizmin uğursuz çarkı, emekçileri tatlı canından etti. Konu yok, öykü yok, senaryo yok ha, bu ülkenin her yeri yakıcı bir hikâye oysaki.
Aldığımız Nefes, bence ıskalanmış bir işti, ödüllere boğulan Tavşan İmparatorluğu ise haddinden fazla göklere çıkartılmıştı. Kanto hiç fena değildi, kadın karakterin gücüne, erkek karakter eşlik edemeyince, dengesizlikten ritmi gitti. Parçalı Yıllar, bitmek bilmedi, bir yarım saat kesseydi, kendisinin bir sinema filmi olduğunu es geçmeseydi, aslında iyi de olabilirdi. Sahibinden Rahmet, senaryo ödülünü nasıl alabildin, söylesene sana zahmet. Hayır, film ekibi bile şaşırdı, ah jüri, sen neler yapıyorsun.
Dahi rejisör Stanley Kubrick, “Bir film, izleyicinin kendi hayatına dair bir şeyler bulduğu sürece anlam kazanır” der. Yani suni gündemler ve yapay meseleler, izleyicinin damarını yakalayamaz. Sinemaseverler olmasa iyi sinema aslında dememek için, yeni, cesur ve halkından yana bir sinemacı kuşağını bekleyeceğiz, o güne dek oyalanacağız el mecbur. Ruhi Su usta, Mahsus Mahal eserinde şöyle söyler; “Kolay değil, derdin ucu derinde…” İşte, tam olarak öyle. Yüzeysellik ve vasatlık çağı da bitecek bir gün.
Yani asıl mesele, tastamam sinemamız, festivaller filan değil. Kırmızı halıda şıklık yarışı, geçit törenleri ve katılımcı ünlülerin çokça konuşulması, iyi filmlerin eksikliğindendir, sımsıkı, sapasağlam yapıtlar olsa, görün sinemanın gücünü.
Son olarak, festival direktörlüğünü Deniz Yavuz’un yaptığı Altın Portakal’ın, eskiden gazetede sayfa arkadaşlığı yaptığım Sungu Abi (Çapan) adına sinema yazarları jürisi oluşturması, bence gayet iyi olmuş. Film eleştirmenliğinin yelpazesi de genişlemiş olur böylelikle.
