1975 yazı, sinema tarihinde dönüm noktalarından biri olarak kayda geçti. Steven Spielberg’in “Jaws” (Denizin Dişleri) filmi o yaz gösterime girdi ve sinema salonlarından yükselen çığlıklar, kumsallarda derin bir sessizliğe yol açtı. Öyle ki, o yaz Amerikalılar plajlardan uzak durdu, ama sinema salonlarını doldurdu. Büyük beyaz köpekbalığı dehşetini anlatan bu film, sadece gişe rekorları kırmakla kalmadı, Hollywood’da yeni bir dönemi başlattı. Yarım asırdır suda arkamızı kollamamıza sebep olan bu kült klasiği, ortaya çıkış öyküsünden, sinema dünyasına etkilerine ve devam filmlerinin talihsiz akıbetine kadar tüm yönleriyle analım.
Köpekbalığının Doğuşu: Jaws’ın Ortaya Çıkış Hikâyesi
“Jaws” aslında bir roman uyarlaması. Peter Benchley’in 1974’te yayımlanan aynı adlı çok satan romanından uyarlandı. Benchley ilhamını gerçek bir hikâyeden almıştı: 1964’te Long Island’lı balıkçı Frank Mundus’un yakaladığı 17 feet (5 metreden büyük), 2 tonluk beyaz köpekbalığı haberi, Benchley’i “insan avlayan dev köpekbalığı” fikrine yöneltti.
Roman yayınlanır yayınlanmaz büyük ilgi gördü ve aylarca bestseller listelerinde kaldı. Daha kitap raflara çıkmadan, yapımcılar Richard Zanuck ve David Brown eserin potansiyelini fark edip film haklarını 1973’te $150.000’a satın almışlardı. Bu rakam, bugünün parasıyla milyon doları aşıyordu ama sonunda çok kârlı bir yatırım olduğu kanıtlandı.
Genç yönetmen Steven Spielberg, “Jaws” projesine dahil olduğunda sadece 26 yaşındaydı. O dönemde henüz yeni yeni ismi duyulan Spielberg’in filmografisinde, televizyonda gösterilen Duel (Bela) ve bir sinema filmi The Sugarland Express dışında büyük bir yapım yoktu. Aslında Zanuck ve Brown önce başka yönetmenlere gitmiş, fakat o adaylardan biri toplantıda köpekbalığına yanlışlıkla “balina” deyince Benchley’i kızdırmış ve proje Spielberg’e emanet edilmiş. Spielberg, Benchley’nin romanını adeta yutarcasına okuduğunu ve filmi çekmeyi çok istediğini dile getirmişti. Genç yaşına rağmen, yapımcıları etkileyen azmi ve Duel’deki gerilim yaratma becerisi sayesinde “Jaws”ın dümenine geçti.
Ne var ki çekimler Spielberg için tam bir sınav olacaktı. Filmin büyük bölümü, yapay havuzlar yerine okyanusta, gerçek ortamında çekildi. Spielberg, stüdyo tanklarında çekilen deniz sahnelerinin yapay duracağını düşünüp ısrarla Atlantik Okyanusu’na açıldı. Martha’s Vineyard adası açıkları, 30 feet (9 metre) derinliğinde kumluk deniz tabanı ve ufukta kara görünmeyecek genişlikte bir alan sunduğundan çekim üssü seçildi. Yönetmen “Seyirciye teknenin basitçe kıyıya dönemeyeceği hissini vermek istedim, bu yüzden açık denizde 360 derecelik bir sahneye ihtiyacım vardı” diye anlatıyordu.
Gerçek mekân ısrarı filmin otantikliğine katkı sağladı ama çekim süreci tam anlamıyla “insan vs. deniz” mücadelesine dönüştü. Planlanan 55 günlük çekim takvimi 159 güne uzadı, $4 milyon olarak belirlenen bütçe $9 milyonu aştı. Su altı ekipmanları defalarca arızalandı, tekneler battı, set ekibi dalgalar ve rüzgarla boğuştu. Hatta Orca adlı teknenin çekimler sırasında batmasıyla kameralar suya gömüldü; neyse ki film makaraları tuzlu su dolu kovalarla laboratuvara yetiştirilip kurtarıldı.
En büyük sorun ise filmin yıldızı olan mekanik köpekbalığıydı. Spielberg ve ekibinin “Bruce” adını verdiği (Spielberg’in avukatının isminden) robot köpekbalığı tam bir baş belasıydı. Üç farklı model olarak tasarlanan bu dev maketler, tuzlu suya karşı dayanıklı değildi. Denize girer girmez metal aksamları paslanıyor, hidrolik sistemleri bozuluyordu. İlk model daha çekimlerin başında sulara gömülüp kayboldu bile. Bruce sık sık arıza yapıp çalışmayınca, Spielberg çekim senaryosunu panikle tekrar elden geçirdi. Köpekbalığını göstermekte zorlandıkça, onu daha az göstermeye ve daha çok hissettirmeye karar verdi.
Bu beklenmedik yaratıcılık, filmi belki de başarısız olmaktan kurtaran en kritik hamle oldu. Alfred Hitchcock’tan ilham alan Spielberg, canavarı perdenin dışında tutarak gerilimi tırmandırdı; neyin saldırdığını görememek, görünenden çok daha korkutucuydu. Sonuçta “Jaws izleyene eğlenceli ama yapana kâbus dolu bir filmdi” diye hatırlayacaktı Spielberg yıllar sonra. Yönetmen, kafasındaki filmi çekebileceğinden emindi ama şartlar onunla adeta dalga geçmişti. Yine de tüm o zorluklar, filmin lehine işlemiş; kısıtlar sanatsal bir avantaja dönüşmüştü.
Elbette filmin unutulmaz bir başka unsuru da John Williams imzalı müzikleriydi. İki notanın bu kadar ürkütücü olabileceğini kim tahmin ederdi? Williams’ın “da-dum… da-dum…” diye ilerleyen basit ama dehşet verici köpekbalığı teması, film tarihinin en tanınır müziklerinden biri haline geldi. Spielberg de defalarca itiraf etti: Jaws’ın başarısında Williams’ın müziğinin payı muazzamdır, görüntülerle öylesine bütünleşmiştir ki filmi ondan ayrı düşünmek mümkün değil. Köpekbalığı yaklaşırken duyulan o giderek hızlanan ritim, tıpkı bir kalp atışı gibi korkuyu büyütüyor ve avcıyla birlikte seyircinin nabzını da yükseltiyordu. Görünmeyeni müzikle hissettirmek, Jaws’ın dehasının bir parçasıydı.
Tüm bu badirelerden sonra film nihayet tamamlandığında, Spielberg genç yaşında neredeyse sinemadan soğuyacak noktaya gelmişti. Fakat denizle giriştiği savaş, sonuçta beklenmedik bir zaferle neticelendi. “Jaws”, 20 Haziran 1975’te gösterime girdi ve sinema tarihine dalgasını vurdu.
1975 Yazı ve Hollywood: Değişen Sinema Dengeleri
“Jaws” vizyona girmesiyle birlikte gişede adeta tsunami etkisi yarattı. Daha önce hiçbir film bu kadar kısa sürede böylesine büyük bir hasılat elde etmemişti. İlk gösterim yılında ABD’de $260 milyon hasılat yaptı ki bu, dönemin tüm rekorlarını altüst ederek “tüm zamanların en çok kazanan filmi” unvanını kazandırdı. (İki yıl sonra bu rekoru Star Wars devralacaktı, ancak enflasyona göre düzeltildiğinde Jaws hâlâ sinema tarihinin en çok izlenen ilk 10 filminden biridir.) Bu inanılmaz başarı elbette tesadüf değildi; “Jaws” modern gişe filmlerinin pazarlama ve dağıtım şeklini kökten değiştirdi.
Öncelikle, “Jaws” büyük stüdyoların yaz aylarına bakışını tamamen değiştirdi. 1970’lere kadar yaz mevsimi, sinema sektörü için durgun sayılırdı; insanlar tatilde olduğundan büyük filmler genelde sonbahar-kış sezonunda vizyona girerdi. Oysa “Jaws” bu algıyı yıktı ve yazı adeta altın madene çevirdi. Universal Pictures, “Jaws”ı o zamana dek benzeri görülmemiş bir stratejiyle, geniş bir kopya sayısıyla ve aynı anda ülke çapında gösterime soktu.
Film çıkmadan haftalar önce televizyon reklamlarıyla kitleler bombardımana tutuldu; romandan uyarlanan film bir “olay” olarak pazarlandı. Bu, dönemi için devrim niteliğinde bir pazarlama taktiğiydi ve sonuç verdi: Jaws, izleyiciye “kaçırılmaması gereken bir deneyim” olarak sunuldu ve herkes bu fenomene dahil olmak için sinemaya koştu. Nitekim film tarihçileri “Jaws”ı tarihin ilk gerçek yaz blockbuster’ı (gişe canavarı) kabul eder; ondan sonra her yaz en az bir büyük hit çıkarmak bir stüdyo geleneği haline geldi.
“Jaws”ın başarısı, Hollywood’un iş yapma şeklini de kökten etkiledi. Film, Yeni Hollywood diye anılan 60’ların sonunda doğan ve 70’lerin ilk yarısında hüküm süren dönemin sonunu müjdeleyen yapım oldu. 70’lerin başında “The Godfather”, “Taxi Driver”, “Easy Rider” gibi filmlerle sembolize edilen, genç yönetmenlerin cesur ve kişisel filmleri gişe başarıları kazanmaktaydı. Bu filmler daha karamsar, karakter odaklı ve yönetmen merkezliydi. Ancak “Jaws” ile stüdyolar, büyük bütçeli, geniş kitleli heyecan filmlerinin ne denli kârlı olabileceğini gördüler.
Eleştirmen Nathan Wardinski, Jaws’ı “Yeni Hollywood’un şüpheci, ahlaki karmaşıklığı ile sonraki on yılları tanımlayan popülist ve kaçışçı film anlayışı arasında bir köprü” olarak tanımlıyor. Gerçekten de Jaws, Hollywood’un önceliklerini değiştirdi: Artık başarı ölçütü, sanatsal övgüler kadar gişede yarattığı kuyruklar ile de belirleniyordu. Jaws’ın devasa gelirleri, Hollywood’da gişe rekorlarını yeni standart haline getirdi; stüdyolar ve yatırımcılar daha büyük, daha görkemli “tent-pole” (çadır direği) filmlerin peşine düşmeye başladı. Öyle ki Spielberg’in sonraki filmleri (E.T., Jurassic Park vb.) ve George Lucas’ın Star Wars’ı gibi yapımlar, 80’ler ve 90’larda gişe beklentilerini sürekli yukarı çekti, “büyük film= büyük kâr” denklemine dönülmez bir şekilde inandırdı.
Bu dönüşümün iki yüzü vardı: Bir yandan muazzam eğlence filmleri çağı başladı, diğer yandan eleştirmenler Hollywood’un finansal başarı uğruna risk almaktan kaçınan, formüle dayalı filmlere yöneleceğini söylediler. Nitekim Jaws ile başlayan “spektaküler film” furyası, zamanla stüdyoların yaratıcı ve finansal kaynaklarının büyük kısmını dev prodüksiyonlara akıtmasına yol açtı. Daha küçük ölçekli, cesur hikâyeler arka plana itilirken, yaz blockbuster’ları Hollywood’un oksijenini tüketen devlere dönüştü.
Bir anlamda, Jaws’ın torunları olan sayısız aksiyon/macera serisi bugün sektörün bel kemiğini oluşturuyor. Bu durum bazı sinefillerce eleştirilse de, “Jaws”ın kendisi bu gidişatın prototipiydi ve ne yaptıysa ilk olduğu için yaptı. Üstelik başarısı sadece pazarlama hilesine dayanmadı; filmin kalitesi ve zanaati, onu takip eden kuşaklarca tekrar tekrar keşfedilmesini sağladı. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen halen izleyiciyi ekrana kilitleyen sahneleri, karakterleri ve müziğiyle “Jaws”, hak ettiği efsane statüsünü koruyor.
Wardinski, Jaws için “belli bir pazarlama gümbürtüsüyle gelmiş olabilir ama tamamen kendi hakkıyla kalıcılaştı” diyor. Gerçekten de Spielberg’in ustalıklı gerilimi inşa edişi, Verna Fields’in Oscar’lı kurgusu, Bill Butler’in dalgalı denizde bile titremeyen kamerası ve William’ın dehşet verici müzikleri birleşerek sonraki kuşak sinemacılar için bitmek tükenmek bilmeyen bir ilham kaynağı oldu. Bugün pek çok yönetmen, “Jaws’ı çocukken izledim ve film yapmaya o an karar verdim” diyorsa şaşmamalı. Hatta sayısız filmde Jaws’a göndermeler yapılıyor; teknesinde köpekbalığı hikâyesi anlatan karakterlerden tutun da, gerilim yükseldikçe artan viyolonsel seslerine kadar pek çok sahnede onun izi sürülebilir. Kısacası Jaws, Hollywood’un DNA’sına işledi.
“Denize Girmekten Korkar Olduk”: Jaws’ın İzleyici Psikolojisine Etkisi
“Jaws” sadece sektörü değil, izleyicinin denize bakışını da değiştirdi. 1975 yazında film o kadar büyük bir fenomene dönüştü ki, insanların gerçekten okyanusa girmekten çekindiği rapor edildi. Bir gazete manşeti durumuydu: “Plajlar boş, sinemalar dolu”. Film, beyaz köpekbalığını halkın zihninde gizemli bir derin deniz canlısından, kişisel bir “seri katil” düzeyine çıkardı. Öyle ki o yaz ABD’deki plaj ziyaretçi sayısında düşüş yaşandığı, insanların “ya gerçekten böyle bir köpekbalığı varsa?” korkusuna kapıldığı söylenir. Filmdeki “Sudan çık!” uyarıları gerçek hayatta da kulaklara yerleşti.
Jaws’ın belki de en büyük toplumsal etkilerinden biri, köpekbalıklarına karşı haksız bir korku ve nefret dalgası yaratmasıydı. Filmdeki dev canavar elbette kurmacaydı; gerçekte hiçbir beyaz köpekbalığı planlı şekilde insan avlamaz. Ama 1975’te izleyiciler bu ayrımı yapmakta zorlandı. Film o kadar ikna ediciydi ki, büyük beyazlar bir gecede “azılı katil” imajı kazandı. İnsanlar kendilerini korumak için köpekbalığı avlama turnuvaları düzenlemeye bile başladı. Tıpkı filmde Amity Adası halkının çözümü köpekbalığını öldürmekte bulması gibi, gerçek hayatta da birçok kişi “en iyi savunma saldırıdır” deyip denizdeki bu yırtıcıları avlamaya girişti. Bu elbette ekolojik denge için felaket anlamına geliyordu.
Jaws’ın yazarı Peter Benchley, yıllar sonra “Keşke kitabı hiç yazmasaydım” diyerek pişmanlığını dile getirdi; çünkü artık bildiğimiz üzere hiçbir köpekbalığı insan eti tadı aldı diye seri katile dönüşmez ve aslında insanlar için esas tehlike, insanların kendisidir. Benchley ömrünün geri kalanını deniz yaşamını korumaya adadı; köpekbalıklarının korkulacak değil korunacak canlılar olduğunu anlatmaya çalıştı. Ne var ki onun aktivizmi, Jaws ile kitlelere işlemiş korkuyu silmeye yetmedi. Film yüzünden yıllarca birçok kişi denizde köpekbalığı çıkacak paranoyasını üzerinden atamadı.
Hatta denizin olmadığı yerde bile Jaws travması yaşandı desek abartı olmaz. O dönem çocuk olanlar yalnız okyanustan değil, havuzdan, hatta küvetteki sudan bile huylanır olmuştu. Bir şehir efsanesine göre filmden sonra bazı izleyiciler tuvalete oturmaktan bile korkar hale gelmiş, zira suyun içinden ne çıkacağı bilinmezdi! Tabii bunlar gülümseten anekdotlar, ancak gerçek şu ki “Jaws sendromu” popüler kültürde kendine kalıcı bir yer edindi. Bir tehdit hissi belirdiğinde, kulağımıza istemsizce John Williams’ın o meşhur tın tın tın tın melodisi gelir. 50 yıl boyunca bu müzik, tehlikenin alameti olarak hafızalara kazındı. Bugün bir arkadaşımıza şaka yollu yaklaşırken bile bu melodiyi mırıldanabiliyorsak, Jaws çoktan günlük dilimize girmiş demektir. Filmin sadece adını söylemek bile, denizde bacaklarımıza bir şey dokunduğunda hissettiğimiz anlık paniği hatırlatmaya yeter.
Elbette köpekbalığı saldırısı ihtimali gerçek hayatta son derece düşüktür – yıldırım çarpması ihtimalinden bile az, istatistiksel olarak 3.7 milyonda 1 gibi bir orandan bahsediliyor. Ama Jaws mantığın değil, bilinçaltının filmidir. Karanlık sularda belirsiz bir şekil dolaşırken hissettiğimiz ilkel korkuyu hedef alır ve başarılı olur. Spielberg, “canavarın az göründüğü” tarzıyla aslında seyircinin kendi hayal gücünü en büyük düşmana dönüştürdü. Görmediğimiz şey, gördüğümüzden daha korkunç hale geldi. Böylece Jaws, modern izleyicinin kollektif bilinçaltında derin su korkusunu (aquaphobia) tetikleyen bir simge haline dönüştü.
Film sadece korku anlamında değil, sinema izleme psikolojisi anlamında da bir çığır açtı. Jaws, insanların sinemada topluca verdiği fiziksel reaksiyonlarla da ünlüdür. Seyirciler koltuklarında zıplıyor, çığlık atıyor, ardından gülüp tekrar geriliyordu – tam anlamıyla bir duygu roller-coaster’ı. Bu ortak deneyim, “yaz sinemasının” tarifini değiştirdi. Popcorn’unuzu alıp arkadaşlarınızla heyecanlanmak, korkmak, eğlenmek Jaws sayesinde bir yaz ritüeline dönüştü. Öyle ki 1975’te bazı seyircilerin filme kustuktan sonra bile salona geri dönüp izlemeye devam ettiği anlatılır (mideleri altüst etse de filmden kopamamak bu olsa gerek).
Sonuçta Jaws, kitleleri sinemaya döndürdüğü gibi, denize bakışımızda da kalıcı bir gölge bıraktı. 50 yıl sonra bile, denizde yüzerken ayağımıza yosun takılsa irkilip suyun altına göz atıyoruz. İşte bu refleks, Spielberg’in beyaz perdeye saldığı köpekbalığının psikolojimizde bıraktığı diş izidir.
Hayranlar ve Bitmeyen Bir Aşk: Jaws’ın 50 Yıllık Mirası
Jaws aradan geçen on yıllara rağmen popülaritesinden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi. Kuşaklar boyu seyirciler bu filme tutkuyla bağlandı, korka korka izlemeye doyamadı. Peki nedir “Jaws”ı bu kadar özel kılan? Öncelikle, film gerçekten zamansız bir gerilim yapıtı. Teknolojisi eskimiş olabilir ama hikâyesi ve karakterleri hâlâ ilk günkü gibi etkili. Küçük bir sahil kasabasını tehdit eden doğaüstü büyüklükte bir köpekbalığı…
Bu basit ama güçlü konsept, insanın doğa karşısındaki kırılganlığını ve toplumun tehlike anındaki reflekslerini evrensel bir dille anlatıyor. Doğa, toplum ve birey arasındaki üçgen çatışma; ilkel korkuları tetiklerken sosyolojik bir alegori de sunuyor. Bu sayede film, her yeni nesil tarafından yeniden keşfediliyor ve her izleyici kendince bir şeyler buluyor. Kimimiz için Brody’nin (Roy Scheider) sorumluluk duygusu ve korkusunu yenmesi ön planda, kimimiz Quint’in (Robert Shaw) U.S.S. Indianapolis anısıyla dehşete düşüyoruz, kimimiz Hooper’ın (Richard Dreyfuss) merakıyla heyecanlanıyoruz. “Jaws” farklı seviyelerde çalıştığı için, 7’den 70’e herkesin favori filmi olabiliyor.
Filmin kalıcılığını sağlayan bir diğer unsur, popüler kültürdeki sayısız yansıması. Bugün hâlâ bir espri yaptığımızda “Bigger boat lazım” (“Daha büyük bir tekneye ihtiyacımız var”) diyorsak, bu doğrudan Jaws’tan alıntıdır. Roy Scheider’ın doğaçlama söylediği “You’re gonna need a bigger boat” repliği, film tarihinin en meşhur repliklerinden biri olup günlük dile girmiştir.
Aynı şekilde filmin afişindeki kocaman ağızlı köpekbalığı görseli, görsel kültürde defalarca yeniden üretildi, parodileri yapıldı. Örneğin Discovery Channel’ın her yıl düzenlediği “Shark Week” (Köpekbalığı Haftası) programları bile Jaws sayesinde var – çünkü bu filmle birlikte köpekbalıkları korku objesi olduğu kadar merak objesi de haline geldi. Belgeseller, kitaplar, oyuncaklar, tişörtler… 1975’te New York sokaklarında Jaws tişörtleri satılmaya başlanmıştı bile. Orijinal film o kadar popülerdi ki, adeta bir marka doğurdu. Filmin logosu ve sloganları, bugüne dek ticari başarısını sürdürdü.
Hayranlar açısından bakıldığında, Jaws gerçek bir tutku nesnesi. Sinefiller filmi defalarca izlemekle kalmıyor, onun etrafında bir topluluk duygusu da paylaşıyor. Martha’s Vineyard adası – filmdeki Amity kasabasının gerçek mekânı – bugün bir tür Jaws hac merkezi gibidir. 1974’te çekimler boyunca adalıların yoğun misafirperverliğiyle karşılanan Spielberg ve ekibi, adanın tarihine de damga vurdu.
Filmden sonra Martha’s Vineyard, turist akınına uğradı ve halk arasında “Jaws Adası” diye anılır oldu. Filmin ünlü sahnelerinin geçtiği plajlar ve iskele, hayranların görmek için dünyanın dört bir yanından geldiği yerler. Mesela “Jaws Köprüsü” olarak bilinen küçük köprü (Beach Road üzerindeki American Legion Memorial Bridge), sırf filmde köpekbalığının altından geçtiği yer diye her yaz ziyaretçi akınına uğruyor. Lokaller 50 yıldır bu ilgiden memnun; zira film sayesinde adanın ekonomisi canlanmış durumda.
2005-2012 yılları arasında Martha’s Vineyard’da JawsFest adıyla resmi bir festival bile düzenlendi. Bu etkinliklerde hayranlar ve film ekibinden konuklar bir araya geliyor, köpekbalığı temalı partiler, tekne turları, açık hava film gösterimleri yapılıyordu.
Jaws hayranları için bu buluşmalar bir şölen gibiydi – kimileri orijinal filmde figüran olan kasaba sakinleriyle tanıştı, kimileri de filmde kullanılan orijinal Orca teknesinin kalıntılarını görme şansı buldu. Festival artık düzenlenmiyor olabilir, ama 2025’te 50. yıl kutlamaları kapsamında yine adada özel etkinlikler planlandı bile. Sosyal medyada örgütlenen hayranlar, 50. yaş gününde Jaws’ı anmak için denizde birlikte film izleme etkinlikleri (iç lastiklerle su üzerinde filmi izlemek gibi çılgın fikirler) organize ediyor. Hatta NBC kanalı, 20 Haziran 2025 akşamı Jaws’ı özel bir Spielberg sunumuyla yeniden yayınlayarak kitlelere ulaştırdı. Anlayacağınız, aradan yarım asır geçse de Jaws fırtınası dinmiyor; aksine her yaz, bir şekilde yeniden esiyor.
Filmin hayranları arasında belki de en ünlüsü yine Spielberg’in kendisidir. Zira Jaws, Spielberg’in kariyerini roketleyen yapım oldu ve ona Hollywood’un kapılarını sonsuza dek açtı. Yönetmen, sonraki yıllarda hiçbir Jaws devam filmine bulaşmamış olsa da (ki bu da dahiyane bir tercihmiş, birazdan değineceğiz), orijinal filme hep sevgiyle sahip çıktı. 2012’de Universal, Jaws’ın restorasyonlu bir versiyonunu yayınladığında Spielberg, “bunu yeniden izleyince gençliğimi hatırladım” demiş ve hayranlarla birlikte filmi anmıştı. Günümüzde de pek çok sinema okulu müfredatında Jaws analizleri yapılır; filmin gerilim yapısı ders olarak okutulur. Sinemaseverler için Jaws, her izleyişte farklı bir keyif veren, esprileriyle (“Ellen Brody’nin yemeğe ‘köpekbalığı şeklinde’ sunumlar hazırlaması gibi ince nüanslar), oyunculuklarıyla ve bitmek bilmeyen gerilim dozuyla altın değerinde bir klasik.
50. yılında halen “En iyi Spielberg filmleri” listelerinde üst sıralarda yer alan Jaws, birçok otoriteye göre gelmiş geçmiş en iyi gerilim/korku filmlerinden biri. Amerika’da Kongre Kütüphanesi’nin Ulusal Film Arşivi’ne “kültürel, tarihî ve estetik önemi” nedeniyle seçilmiş olması da bunun bir göstergesi. Öyle görünüyor ki daha uzun yıllar boyunca sahilde ayağımıza bir şey dokunduğunda irkilip arkamızı kollayacak, sonra da bu duruma gülümseyip Jaws’ı hatırlayacağız.
Suyu Bulandıran Devam Filmleri!
Böylesine muazzam bir başarı elde eden filmin devamının gelmemesi düşünülemezdi. Nitekim Universal Pictures, Jaws’ın gişede yarattığı bu bal tutan eli hemen tekrar daldırmak istedi. Jaws daha dünya çapında rekorlar kırarken, stüdyo yöneticileri şimdiden “Jaws 2” için fikir toplantılarına başlamıştı bile. Fakat bir sorun vardı: Spielberg ikinci bir Jaws filmi yapmak istemiyordu. Genç yönetmen, ilk filmin zorlu çekimlerinden öylesine yıpranmıştı ki, “Aynı sularda bir daha yüzmek niyetinde değilim” diyerek teklifi geri çevirdi. Hatta o dönemde “Herhangi bir şeyin devam filmini çekmek ucuz bir panayır numarasından ibarettir” şeklinde sert bir ifade kullandığı söylenir. (Gerçi Spielberg bu prensibini daha sonra Indiana Jones devamlarıyla bozacaktı, ama Jaws konusunda taviz vermedi.)
Spielberg ve yazar ekibinin yokluğunda, Jaws 2 (1978) zorlu bir prodüksiyon süreci geçirdi. İlk ay yönetmen değişikliğine gidildi, senaryo defalarca elden geçirildi. Sonuçta Roy Scheider tekrar Şef Brody rolüne döndü (pek de hevesli olmasa da, stüdyoyla kontratı gereği mecbur kaldı denebilir). Richard Dreyfuss ve diğerleri projeye katılmadığından, Brody’nin ergenlik çağındaki çocukları ve yeni köpekbalığı saldırıları üzerinden ilerleyen bir hikâye kurgulandı. Ortaya çıkan film fena sayılmazdı; içindeki gerilim unsurları ve aksiyon sahneleriyle seyirciyi oyalıyordu. Ama herkesin kabul ettiği bir gerçek vardı ki Jaws 2, orijinalin sadece soluk bir kopyasıydı. Eleştirmenlerin deyimiyle “sulanmış bir fotokopi” gibiydi – seyir zevki verse de yenilik namına pek bir şey sunmuyordu. Yine de Jaws 2, gişede hatırı sayılır bir başarı yakaladı ve o dönem için en çok hasılat yapan devam filmlerinden biri oldu.
Ancak seri asıl tökezlemesini 3. filmde yaşayacaktı. 1983 yapımı Jaws 3-D, 80’lerin kısa süren “3-D modası” furyasına kapılarak çekildi. Seyirciye üç boyutlu gözlüklerle köpekbalığı saldırısı deneyimi yaşatmak hevesi, ne yazık ki teknik yetersizliklere kurban gitti. Dönemin karton kırmızı-mavi gözlükleriyle izlenen film, görsel efekt açısından bırakın çığır açmayı, oldukça ucuza kaçmış bir gösteri olarak kaldı.
Üstelik hikâye iyice saçmalaştı: Olayları Amity Adası’ndan alıp Florida’daki SeaWorld su parkına taşıdılar. Dennis Quaid’in canlandırdığı büyümüş Michael Brody karakteri ve akvaryuma giren intikamcı bir köpekbalığı… Jaws 3-D özünde sadece gözlük takılarak izlenen bir numaraydı, senaryo kılıfı ise sonradan uydurulmuş gibiydi. Günün sonunda, ne 3D efekti tatmin etti ne de hikâye iz bıraktı. Film gişede yine de iş yaptı yapmasına (3D merakı seyirci çekmişti), ama eleştirmenler tarafından topa tutuldu. Aslında bu noktada seri onuru kurtarmak için sonlandırılabilirdi. Jaws 3-D sonrasında “Artık suyu çıkmaya başladı” diye düşünenler çoktu. Fakat stüdyo pes etmedi.
Ve geldik 1987 yılına: “Jaws: The Revenge”. Sinema tarihine en talihsiz devam filmlerinden biri olarak geçen bu dördüncü film, ne yazık ki Jaws efsanesine son darbeyi vurdu. Artık Brody ailesinin annesi Ellen’ı merkez alan bu hikâyede, köpekbalığımız resmen intikam duygusuyla hareket ediyor ve aileyi kovalıyordu. Evet, yanlış duymadınız: Filmdeki köpekbalığı adeta kişisel kin güdüyor, önce Amity’de kalan oğul Sean’ı yiyor, sonra anne Ellen’ın peşinden Bahamalar’a kadar yüzüp orada terör estiriyordu. Bu absürt fikri kurtarmak imkânsızdı. Üstelik film apar topar, düşük bütçeyle çekildi; senaryosu 5 hafta içinde yazılıp çekime başlanmıştı.
Yönetmen Joseph Sargent bile daha en başta bunun “patlamaya hazır bir bomba” olduğunu anlamış ama proje artık durdurulamaz hale gelmişti. Jaws: The Revenge o kadar aceleye getirildi ki, görsel efekt hataları, mantık boşlukları saymakla bitmiyordu. Köpekbalığının suyun dışında kükremesi (gerçekte köpekbalıkları ses çıkaramaz), dev cüssesiyle sığ suda dikilmesi gibi akıllara ziyan sahneler yüzünden film alay konusu oldu. Eleştirmenler acımasızdı: The Revenge, sadece Jaws serisinin değil, tüm zamanların en kötü filmlerinden biri ilan edildi. Hatta film o kadar kötüydü ki zamanla “kötü film sevenler” kitlesi için kült mertebesine erişti denebilir.
Bu felaketten geriye en çok aktör Michael Caine’in meşhur anısı kaldı. Usta aktör, Jaws: The Revenge’te oynamayı kabul etmiş ama sonuçta galaya bile gitmemişti. Yıllar sonra bir röportajda film sorulduğunda, “Jaws 4’u hiç izlemedim, ama yaptığı ev muhteşem!” diyerek kendi yer aldığı filmi ti’ye aldı. Caine’in bu nüktedan yorumu, filmin kalitesi hakkında söylenebilecek her şeyi özetliyordu.
Gerçekten de Jaws: The Revenge, gişede de hayal kırıklığı yaratarak seriye son noktayı koydu. O günden bu yana da yeni bir Jaws filmi çekilmeye cesaret edilemedi. Hollywood’un yeniden çevrim furyası malum, ama konu Jaws olunca herkes temkinli. Spielberg de hayattayken bu klasiğin yeniden elden geçirilmesine sıcak bakmıyor. Zaten Jaws 4’un ardından serinin itibarı öylesine zedelendi ki, köpekbalığını daha fazla yaralamanın alemi yok dediler ve bıraktılar.
Devam filmlerinin makus kaderi belki de kaçınılmazdı. İlk filmin sihrini tekrarlamak zordu, hele Spielberg’siz imkânsıza yakındı. Jaws 2 vasatın üzerine çıkamadı, Jaws 3-D göz boyamaya kalktı ama batırdı, Jaws: The Revenge ise seriye son bir pençe darbesi vurdu. Bugün Jaws denince akla sadece 1975 yapımı orijinal film geliyor ve belki de bu daha iyi. Çünkü Brody’nin dediği gibi “Denizde iki canavar istemeyiz” – biri efsane olarak kalsın, diğeri tarihin tozlu raflarında.
50 yıl sonra dönüp baktığımızda, Jaws bize sinemanın gücünü hatırlatan en güzel örneklerden biri olarak parlıyor. Tek bir film, hem endüstriyi kökten değiştirebildi, hem kitlelerin korkularını şekillendirebildi, hem de koca bir hayran kültürü yaratabildi. Suda arkamızı kolladığımız 50 yıl, aslında sinema salonunda koltuğumuza çakılıp kalmamıza sebep olan 50 yıl demek. Nice 50 yıllara, Jaws! Ve unutmayın: Artık güvenle suya girebilirsiniz… belki.