Korku sineması yedek kulübesinde bekleyen bir oyuncu gibidir: gerektiğinde salona girer, seyirciyi bağırta çağırta eğlendirir, işini bitirince kenara çekilirdi ama 2000’lerin sonunda işler değişti.
Tür, artık sadece ucuz bir gişe takviyesi ya da yan janr değil; sinema endüstrisinin farklı damarlarını besleyen, kimisi prestij, kimisi çöp, kimisi saf kâr makinesi olan yepyeni bir ekosistem kurdu. Bu ekosistemin mimarları ise stüdyo devleri değil, birkaç gözü kara yapımcı şirket oldu: Blumhouse, Shudder, A24 ve hatta kenardan Asylum…
Blumhouse’un hikâyesi neredeyse neoliberal bir ekonomi masalı gibi. Jason Blum, stüdyo sisteminin devasa bütçelerle yavaşladığını fark etti ve tam tersini yaptı: bütçeyi mikroskopik boyutlarda tutup riskleri portföye böldü, on filmden üçü yürüyorsa şirketi kâra geçirdi. Paranormal Activity bunun miladı. On beş bin dolara çekilen bir ev videosunun küresel gişede yüz milyonlarca dolar yapması, Hollywood’a en sert derslerden birini verdi: korku hâlâ para basabiliyor, üstelik düşük maliyetle.
Bu model, bir tür “korku bankacılığı”na dönüştü: seyirciye hızlı gerilim, yapımcıya güvenli kâr. Ama elbette bedeli var: yaratıcılık, portföy mantığının gölgesinde kalıyor. Blumhouse filmleri birbirinin varyasyonu gibi görünmeye başladığında, bu aslında sinemanın değil, finans mantığının sonucu.
Shudder ise bambaşka bir noktadan doğdu: platform kapitalizmi. Korkuyu sadece “film” olarak değil, topluluk deneyimi olarak sundu. Shudder, bir arşiv değil; dijital bir “geceyarısı sineması” kültürü. İnsanlar evlerinde tek başına otururken bile kendilerini bir kabileye ait hissediyorlar. Özellikle pandemi döneminde Host gibi Zoom üzerinden çekilmiş filmler, korkunun sadece anlatılan hikâyede değil, kullandığımız arayüzde de saklı olduğunu gösterdi. Sosyolojik açıdan bu, seyircinin kolektif kaygısını ekrana gömmekti. Shudder’ın başarısı, korkuyu bir tüketim malı olmaktan çıkarıp bir kimlik göstergesine dönüştürmesinde yatıyor: “Ben Shudder izleyicisiyim, kabiledenim.”
A24’ün rolü ise apayrı. Bu şirket, korkuyu festival salonlarına taşıdı ve eleştirmenlerin gözünde “prestij” kazandırdı. The Witch, Hereditary, Midsommar… Hepsi türün alışıldık reflekslerini reddedip yavaş, alegorik, görsel olarak törensel bir korku dili sundu. Artık korku, yalnızca “çığlık” değil, “saygı” da üretiyor. Bu durum seyircinin sınıfsal ayrışmasını da gözler önüne serdi. Bir yanda AVM sinemasında jump scare arayan kitle, diğer yanda festival salonlarında semboller çözen kitle. Aynı tür, farklı sosyo-kültürel tüketim biçimleriyle ikiye bölündü. A24, korkunun entelektüel sermayesini artırdı ama beraberinde yeni bir klişe de getirdi: ağır ritim, sembolik yük ve hipster korkusu.
Ve bir köşede Asylum… Asylum, bütün bu sistemin ironik karşıtı. Mockbuster’larıyla, Sharknado çılgınlığıyla korkuyu ciddiyetsizliğin arenasına taşıdı. Onların filmlerini kimse sanatsal beklentiyle izlemiyor, ama tam da bu beklentisizlik, bir ironi kültürü yaratıyor. Asylum, kitsch’in bilinçli tüketimiyle “çöp dehşet”i dolaşıma soktu. Bugün Netflix kataloğunda gördüğümüz absürt yaratık filmlerinin, “o kadar kötü ki iyi” denilen işlerin yolu Asylum’dan geçti.
Aslında bu dört damar —Blumhouse’un fabrika mantığı, Shudder’ın platform topluluğu, A24’ün prestiji, Asylum’un parodisi— aynı ekosistemin farklı arterleri. Seyirci davranışı, şirketlerin iş modelleriyle birlikte dönüşüyor. Korku, bir yandan orta sınıfın mülkiyet kaygısını paketliyor (ev kameraları, banliyö istilacıları), bir yandan da politik travmaları bedensel dehşete dönüştürüyor (Get Out’un yaptığı gibi). Teknoloji ise artık sadece bir araç değil, doğrudan korkunun mekânı: arama çubuğu, Zoom ekranı, sosyal medya feed’i…
Burada asıl dramatik soru şu: Korku türü kendini yeniliyor mu, yoksa yalnızca tüketim mantığını mı optimize ediyor? Blumhouse bize duygusal regülasyon sunuyor: hızlı korku, güvenli boşalma. A24, anlam arayışımızı okşuyor: ağır semboller, entelektüel tatmin. Shudder, kimlik ihtiyacımızı karşılıyor: bir kabileye aidiyet. Asylum ise alaycı gülüşümüzü kasaya çeviriyor.
Ama unutmayalım: bu şirketlerin tümü, korkuyu yalnızca sinemasal bir sanat değil, aynı zamanda ekonomik bir formül olarak yeniden üretiyor. Biz perdede şeytanlarla, hayaletlerle, seri katillerle yüzleştiğimizi sanırken aslında kapitalizmin yeni yaratıklarıyla karşı karşıyayız: ucuz iş gücü, platform algoritmaları, prestij paketleri ve kitsch ekonomisi. Korkunun yeni patronları, kâbuslarımızı değil, tüketim alışkanlıklarımızı yönetiyor. Ve belki de asıl dehşet, tam da burada gizli.
Peki bizde ne var?
Türkiye’de korku hâlâ “cin filmi” çıkmazında. 2000’lerin ortasından beri düşük bütçeli korkunun nasıl “seri üretim” haline getirildiğini gördük ama bu üretim Blumhouse’un portföy mantığından çok uzak; daha ziyade tekil yapımcıların “bir kere tutarsa yırtarım” kumarı. Blumhouse riskini portföyde dağıtırken, bizim yapımcı “cin gelir, gişe yapar” duasına bakıyor. Sonuç? Az biraz gişe yapan bir film ve sonra tarihin çöplüğüne. Seyirci bile bu filmlerin birbirinin kopyası olduğunu görüyor ama alternatif bulamadığından yine gidiyor.
Shudder benzeri bir platform bizde olabilir miydi? Aslında olmalıydı. Bizim kültürümüzde geceyarısı anlatıları, halk hikâyeleri, taşradan gelen ürkütücü efsaneler zaten hazır malzeme. Ama bizde streaming işini Netflix, BluTV, Gain gibi platformlar ele aldı ve korkuya “niş” alan açmayı hiç düşünmediler. Hakkını yemeyelim, başlarda BluTV bir deneme yaptı; Sahipli… Ama sonrası gelmedi. Halbuki doğru kürasyonla, doğru bir arşiv ve cesur yapımlarla Shudder’ın yerli bir versiyonu hem seyirciyi hem üreticiyi dönüştürebilirdi ama kim uğraşacak?
A24’ün hikâyesi bizde daha acıklı. A24, korkuyu prestije taşıdı, Cannes ve Sundance’de alkışlattı. Bizde festival salonunda korku filmi göstermek hâlâ “ayıp” sayılıyor. Yerli korku, Altın Portakal veya Altın Koza seçkilerine nadiren girer, girdiğinde de “bir parça egzotik” olarak sunulur. Oysa korkunun sanatsal yönünü işleyebilecek yönetmenlerimiz de var. Sorun, o yönetmenlerin korkuya bulaşmayı “kariyer intiharı” olarak görmesinde.
Örneğin Can Evrenol’un “Baskın”ı (2015)… Yurtdışında Midnight Madness seçkisine girerken, bizde “aşırı kanlı, video estetiği” gibi bahanelerle kenara atıldı. Oysa Blumhouse olsa, Evrenol’a üç film daha çektirir, estetiğini çeşitlendirir, belki de yeni bir alt tür yaratırdı. Bu yüzden bizde “arthouse korku” doğmadı. Deneysel girişimler olsa da hep kenarda kaldı. Bizim festivallerin gözünde hâlâ “gerçek sinema” ile “korku” arasında Çin Seddi var.
Bizim toplumumuz kadar korku hikâyesi üretebilecek malzeme dünyanın başka neresinde var? Politik dehşet, gündelik paranoya, gecekondu mitleri, taşra söylenceleri, televizyonla kitle histerisine sürüklenen bir halk… Ama sinemamız bu korkuları estetikleştirmek yerine ya fon dosyalarına gömüyor ya da gişe duasına.
Blumhouse’un Hollywood’da yaptığını biz yapabilirdik, yapmadık. Shudder’ın topluluk kültürünü biz kurabilirdik, kurmadık. A24’ün prestijini biz talep edebilirdik, etmedik. Asylum’un kitsch’ini biz satabilirdik, satamadık. Biz korkuyu sinemanın kenarında bıraktık, oysa korku bizim toplumsal hafızamızın tam ortasında. İşte asıl dehşet bu: elimizdeki kabuslar altın değerinde ama biz uyumayı seçiyoruz.