Korku sineması, bir toplumun bilinçaltına tuttuğu ayna. Biz o aynaya baktığımızda ne görüyoruz? Bir canavar mı, bir travma mı, bir insan mı? Hayır… yalnızca bir “cin.”
2000’li yıllardan itibaren Türk korku sineması kendi içinden doğan bir alt kültür yaratmak yerine, sürekli aynı karanlık tünelde dönüp duruyor. Artık “Türk korku filmi” denince aklımıza tek bir şey geliyor: gözleri dönmüş bir kadın, fonda dualar, loş bir ev ve “muska.” Bu döngü öyle bir hal aldı ki, sanki Türkiye’nin tamamı bir muska kâğıdına sarılıp rafa kaldırılmış gibi.
Bu yozlaşmanın kökleri çok eskiye gidiyor. Sinemacılarımız hiçbir zaman korkuya sıcak bakmadı çünkü korku — özellikle de metafizik korku — bizim toplumsal hafızamızda hep “ayıp” ya da “batıl” sayıldı. Halk masallarındaki cinler, albastılar, karabasanlar bile sinemada işlenemedi.
Bunun yanında korku sineması teknik olarak da pahalı bir türdü: ışık, makyaj, efekt, atmosfer… Oysa Yeşilçam ucuz melodramlarla ayakta duruyordu. Yine de Aydın Arakon’un Çığlık (1949) filmiyle başlayan, Drakula İstanbul’da (1953) ile kısa bir parıltı kazanan, Şeytan (1974) ile gündeme gelen korku denemeleri, o dönemin şartları için cesur işlerdi. Ancak 80’lerin video furyası bu türü ucuzlatmış, Lanetli Kadınlar, Şeytan Kızlar, Manyak gibi filmlerle korku sineması karikatüre dönüşmüştü. Uzun bir sessizlikten sonra 2000’lerde yeniden dirildi, ama ne yazık ki bugün geldiğimiz noktada yeniden aynı batakta debeleniyor.
2000’ler: Korkunun Geri Dönüşü (ve Hemen Yeniden Ölümü)
2000’lerin başında Taylan Biraderler’in Okul filmi, “korku” kelimesini yeniden gündeme getirdi. Ancak bu film türün dirilişinden çok, Hollywood’un lise korkularını yerelleştirme denemesiydi. Okul, bir “slasher” kılığına girmiş kara mizah filmiydi. Gerçek yeniden doğuş ise Küçük Kıyamet ile geldi. 2006 yapımı bu film, Türk sineması adına bir mucizeydi çünkü “korku”yu sonunda bize ait bir travmadan türetiyordu: deprem. Taylan Biraderler, o sarsıntının sadece betonları değil, insanların ruhlarını da yıktığını anlatıyordu. Film, “bizim kabusumuzun” ilk sinematografik karşılığıydı.
Ama ne yazık ki bu damar çabuk tıkandı. Deprem korkusu yerini yeniden doğaüstü hurafelere bıraktı. Çünkü cin filmi yapmak, derin film yapmaktan çok daha kolaydı. Bir köy evi, bir hoca, birkaç muska, biraz duman ve bağıran oyuncular… Bu kadar. Hem ucuzdu hem sattı. Halk, korkudan çok “iman tazeleme seansı” yaşamak istiyordu. Böylece Türk korku sineması, kendi kopyasını doğurdu. O kopyanın mucidi de: Hasan Karacadağ.
Hasan Karacadağ: Korkunun Tüccarı
2006’da D@bbe vizyona girdiğinde Karacadağ “Türk korkusunun öncüsü” olarak lanse edildi. Oysa yaptığı şey öncülük değil, ithalatçılıktı. Japon korkularının en bilinen örneklerinden Kairo’yu neredeyse plan plan kopyalıyor, sadece karakterlerin ağzına Arapça dua koyuyordu.
Karacadağ bu formülü çözdü: Bir “gerçek hikaye” iddiası + dini söylem + birkaç efekt = gişe.
Bu matematik tutunca piyasada bir “cin ekonomisi” doğdu. Artık korku filmleri, sinemacılar için sanatsal ifade değil, gelir modeli haline geldi. Herkes cinli film çekmeye başladı. Üstelik bu furyaya girenlerin bir kısmı sinemacı bile değildi. Kamera kullanmayı bilmeyen, ses kaydını ayrı yapamayan, hatta kadraj nedir anlamayan insanlar “korku filmi yönetmeni” sıfatıyla ortalığa döküldü. Sünnet düğünü çekemeyecek kişilerin elinde tür yerlerde sürünmeye başladı.
Ortada ne hikâye vardı ne de sinematografi; sadece çığlık, karanlık ve saçma bir “üç harfli evren. Hepsi aynı kalıptan çıkmış, kopyala-yapıştır korkular.
Alper Mestçi: Direnen Tek Ruh
Bu çölde bir vaha gibi duran tek isim Alper Mestçi’dir. Musallat ile Türk korkusuna hem insani hem kültürel bir derinlik getirdi. Onun filmlerinde sadece “cin” değil, “vicdan” da vardır. Mestçi, korkuyu doğaüstüyle değil, insanın kendi iç hesaplaşmasıyla ilişkilendirir. Ama ironik biçimde seyirci o filmlerdeki psikolojik alt metinleri değil, “muska sahnesi”ni bekliyor. Mestçi’nin çabası da böylece halkın sabırsızlığına ve yapımcıların açgözlülüğüne yeniliyor.
Yine de kabul edelim: Türk cin-büyü korkusunun onurlu tek temsilcisi o ama bu başarı da yeni bir kopyalama salgınını tetikledi.
Bugün, Musallat ve D@bbe’nin gölgesinde dolanan bir ordu var. Sinemacı değil, kopyacı. Yönetmen değil, “görsel simya tüccarı.” Karacadağ’ın efekt estetiğini, Mestçi’nin “hoca sahnesi”ni taklit eden, ama ne gerilimi ne atmosferi becerebilen onlarca isim türedi. Dini korkuyu kutsal sayıp sinemayı araçsallaştıran, amatörlüğünü “iman”la süsleyen bir nesil. Çoğu, kamerayı yeni öğrenmiş, set görmemiş, sinema okulu yüzü görmemiş insanlar. Hatta bazılarının düğün çekim şirketleri var; bir hafta sünnet, ertesi hafta cin filmi. Aradaki fark sadece duman makinesi.
Bu insanlar seyirciye yeni bir hikâye değil, aynı kandırmacayı satıyorlar. Bugün sinemada “3 Harfliler 9”, “Muska 5”, “Cinni Lanet”, “D@bbe’nin Laneti” gibi afişleri gördüğünüzde emin olun, o filmleri çekenler korkudan değil, gişeden medet umuyor.
Korku, sinemada en zor türdür çünkü atmosfer, ritim, ışık, oyunculuk ve inanç gerektirir. Bizdeyse korku, tripodun üstünde bağırmak anlamına geldi.
Kültürel ve Dini Meşruiyet: Korkunun Maskesi
Türk korku sineması, dini sembolleri korkunun hammaddesi haline getirdi. Çünkü korkunun başka bir meşruiyeti kalmadı. Korkunun toplumsal, psikolojik, ya da felsefi biçimi bu ülkede fazla entelektüel bulunuyor. Oysa “cinli” korku herkesin anladığı bir dil: korkmak, ama aynı anda iman etmek. Bir nevi günah işlemeden dehşete kapılma biçimi.
Bu yüzden “dini korku” filmleri aslında sinema değil, modern bir vaaz formatı. Seyirci filmden çıktığında “ne film ama” demiyor, “çok şükür bizde böyle olmadı” diyor. Korku, artık duygusal bir deneyim değil, ahlaki bir rahatlama aracına dönüşmüş durumda.
İronik olan şu ki, teknik olarak hiç bu kadar iyi değildik. Kameralar pahalı ama erişilebilir, ses temiz, efekt güçlü… ama hikâyeler rezalet. Çünkü teknik bilgiye yatırım yapılıyor ama hayal gücüne yatırım yok.
Bir Siccin filmini dondurup kare kare inceleseniz, iyi bir set tasarımı görürsünüz ama kötü bir fikir kokusundan kaçamazsınız. Türk korkusu artık sinematografik olarak değil, efekt sayısı üzerinden değerlendiriliyor. Yönetmenler “kaç kere cin gözüktü”yle övünüyor.
Korkunun özü — beklenmedik olan, bilinmeyen, bilinçaltı — öldü. Yerine hesaplanmış bağırışlar, “jump scare” efektleri ve dua sesleri geldi. Korku artık korkutmuyor, uyutuyor.
Küçük Direnişler: Evrenol ve Gerçek Cesaret
Yine de bu karanlığın içinde birkaç cesur ses çıktı. Can Evrenol’un Baskın’ı (2015) korkunun bu ülkeye ait olabileceğini kanıtladı. Evrenol, dini değil, varoluşsal bir dehşet kurdu. Baskın, karanlık bir bilinçaltı yolculuğuydu ve sonunda cehennemi bir bina değil, bir ruh hali olarak gösterdi. Ama elbette, o da gişede karşılık bulamadı. Çünkü seyirci “cin” bekliyordu, “travma” değil.
Evrenol, Housewife ve Haunted by Al Karısı (The Field Guide to Evil) gibi uluslararası işlerle dünyada ilgi gördü ama ülkesinde hor görüldü. Türk sineması kendi yeteneklisini dışarıya ihraç edip, yeteneksizini yerli kutsal ilan eden bir paradoksa saplanmış durumda. Bir İspanyol filminin yeniden çevrimi olan Cam Sehpa belki bu algıyı kırabilir.
Korkunun Düşük Bütçeli Kıyameti
Geldiğimiz noktada korku sineması artık bir sanat değil, bir dolandırıcılık pratiği. Sete kamera koymak sinema yapmak sayılıyor. Sözde yönetmenler YouTube’a “Gerçek Cin Çarpması – Kamera Kaydetti!” videoları yükleyip sonra film çekiyor. Kimi hocaları sete çağırıyor, kimi medyumla PR yapıyor.
Türkiye’de sinema salonları artık korkunun mabedi değil, hurafenin tiyatrosu. Yönetmenler oyuncu değil, “cin taşıyıcısı.” Senaryolar hikâye değil, “muska metni.” Bu noktada seyirci de suçsuz değil elbette. Talep oldukça bu ticaret sürecek.
Cinleri Kovmak, Korkuyu Yeniden Hatırlamak
Yine de çıkış yolu var. Türk korku sineması kurtulabilir — ama bunun için önce “cinlerden arınması” gerekiyor. Gerçek korku bizim içimizde: yalnızlık, ekonomik yıkım, kadın cinayetleri, suçluluk, geçmiş travmalar, inançla inkâr arasındaki ince çizgi…
Yeni kuşak yönetmenlerin bu temalara dönmesi gerekiyor. Korkuyu doğaüstüden değil, doğrudan hayatın kendisinden üretmek şart. Dijital platformlar ve kısa film festivalleri bu değişim için fırsat. Festival jürilerinin de ön yargıdan muaf bir şekilde tür sinemasına alan açması gerekiyor. Bir gün biri çıkıp da bu “cin endüstrisi”ne kafa tutarsa, işte o zaman Türk korkusu gerçekten doğacak.