Meşhur yönetmen Ferzan Özpetek’in son filmi Elmaslar, dillere pelesenk olan kadının en büyük düşmanı kadındır klişesini yerle yeksan etmeye didinen ve kadının biricik dostu kadındır diyen bir film, kıssadan hisse.
Elmaslar, 19 Aralık 2024’te İtalya’da gösterime girdi ve mübalağa gibi gelmeyecekse şayet, resmen gişeyi pardon Çizme’yi (bu kelimeyi hep bir cümle içerisinde kullanmak istemiştim) fethetti. Dile kolay, tamı tamına 2,6 milyon İtalyan seyirci sinema salonlarına akın etti. Filmi basın gösteriminde seyredince ve dahası beğenince, hah dedim kendime bilmiş bilmiş, bizim sinemalarımızda patlama yapması kesinlikle mümkün değil! Vasata yönelik düşkünlüğümüz öylesine gelişti ki, misal iyi filmler cennetine düşsek, pek mutsuz olur, hatta kötü bir seyirlik hakkımız engellenemez diye şikayetçi (isyan edecek halimiz yok ya) olabiliriz.
Bu arada, elbette haksız çıkmadım, en son baktığımda sadece 15 bin 862 kişi Elmaslar’ı tercih etmişti. Artık televizyonu açıp kanal kanal gezemiyorum, ya yerli işi mafya, aşiret, şiddet, hiddet merkezli bir diziye denk gelip uluorta racon yersem diye çekiniyorum. Şakası bir yana, kültürel aşınma artık tüm dünyanın sorunu, ortalama şeylerin peşinen kabulü, baskın ve bariz bir gerilemeyi işaret ediyor çoktandır.
Film, gişede 20 milyon dolar hasılat yaptı, Almanya, Fransa, İspanya, ABD, Japonya ve Avustralya dâhil 63 ülkeye satıldı gibi bir bilgiyi de iliştirdikten sonra şuraya, dünya yerinden oynar kadınlar birlik olsa diye devam edelim. Evet, tastamam böyle, kadınları merkezine alan, kadınlardan taraf olan, yani tam tekmil pozitif ayrımcılık kokan yapıtlara nadiren rastlıyoruz, öyle ki ataerkil hayat kodlarının tersyüz edilmesi, haliyle değerli ve önemli.
Sanırım dokuz sene önce sinemadan edebiyata bir Ferzan Özpetek sohbetinde moderatör olmuştum, o zaman da ustalık dönemindeydi, artık üstüne katacak bir şey yok deyip ilerleme çabasından vazgeçmemesine sevindim. Çünkü onun filmlerinde, en çok sinemasal bir atmosfer yaratma hünerini seviyorum, masala yatkın anlatım diliyle birlikte. İlla sofra olacak, koskocaman, upuzun bir masa, alameti farikası bu, şenlikli, içtenlikli, yemeli ve içmeli bir masa varsa, değme keyfime.
Kendi adıma konuşuyorum, gezdiğim ülkeleri baz alırsam şayet, en şık giyinen, ya da giydiğini en çok yakıştıranlar İtalyanlar idi, kesinkes. Hatta çocuklar bile resmen podyumu sokağa taşımış gibiydi, el kadar veletlerin bu denli modaya uygun giyimi, kendimi sorgulamama elbette yol açmadı, lakin hayli şaşırdığımı dün gibi hatırlarım. Buradan nereye mi varacağım, film, bir güzel terzi atölyesinde geçiyor, sığınılacak güvenli bir liman, kutsal bir alan gibi bir fon bu. Üreten ve yöneten kadınların aynı çatı altında hem apayrı hem de çok benzeşen dertleri var. Emekçi kadınların beceri ve alın terleriyle ayakta tuttukları bu cafcaflı ve şatafatlı sığınıkta, bazen mutluluk çokça hüzün mevcut.
Konu nedir, mevzu ne, hangi mesele gibi metin bazlı suallere yanıt aramadım, sinema sanatına bariz bir saygı duruşu gibi algıladım filmi, beğenmemin ana nedeni de buydu bence. Kadınlara özgü bir tapınak, büyülü gerçekçilik ve elbette dayanışma. Edip Cansever der ya; “Kimseye benzemez hoşlandığım kadınlar / O kadınlar ki rüzgâra verip saçlarını / resimlerde yaşayan / şiirlerde yaşayan…” Filmlerde yaşayan da olurdu, belki de.
Kadınların, şiddet faili kocaları, ezilmesi elzem olan bıyıklı ve sakallı böcekler diye betimlemişine gülümsedim. Kendilerine “Karıncalar gibiyiz. Önemsiz görünüyoruz ama hep birlikte onu (koca) bitirebiliriz” demelerine de keza. Kadınları ve erkekleri, böcek metaforuyla anlatıp, birini yararlı diğerini zararlı olarak adlandırmak/anlamlandırmak gayet zekice.
Elmaslar’ı, sacayağını dörtlüye çevirebilmek adına, direkt Cahil Periler (2001), Karşı Pencere (2003) ve Serseri Mayınlar (2010) adlı filmlerin arasına kattım. Cahil Periler’i (yanlış hatırlamıyorsam, DVD pek yaygın değildi o dönem, VCD hükümranlığı esnasında korsancılar, Cani Periler adıyla satmıştı filmi, zavallı korku türü sevdalılarına) ilk sıraya koyma şartıyla, en sevdiğim Özpetek filmleri listem budur benim.
1970’ler Roma’sında, kimlik, aşk, aidiyet, arkadaşlık, dostluk, vefa bambaşka mıdır, bilemem. Nostaljiye endeksli bünyem, eskinin hatırına döndüğünü düşünse de dünyanın. Neyse, biz geçelim filme. İşte o yıllara dönüp, hayli prestijli bir terzihanede (kostüm atölyesi) çalışan kadınların kendileriyle, çevreleriyle, zorluklarla ve yaşam koşullarıyla mücadelesine tanıklık ediyoruz. Böylesi feminen bir dünyada, güçlüklerle baş edebilmenin, sınırları esnetebilmenin, baskıları göğüsleyebilmenin yegâne yolu, el ele vermekten geçiyor. Patroniçe Alberta, dükkanını otoritesini konuşturarak sevk ve idare ederken, ağır bir matemi iliklerine dek yaşayan ve yasından bir türlü kurtulamayan ortağı ve bacısı Gabriella, yine de çalışanlarla yönetim arasında arabuluculuk etmeye didinir. Sonra emekçi kadınlarla tanışır, kaynaşırız. Tiyatro ve sinema dünyasına kostümler tasarlayan ve üreten bu becerikli ekip, en iyi kostüm tasarımı Oscar’ını kazanan kurgusal karakterin filme bodoslama dalmasıyla, yoğun bir çalışma temposunun yanı sıra, duygusal patlamaları da kontrol etmek zorundadır artık.
Filmin senaryosunu Özpetek, Carlotta Corradi ve Elisa Casseri ile birlikte kaleme almış. Ve evet, bu filmde tam 18 kadın oyuncu ile çalışılmış, farklı yaşlardan ve yaşanmışlıklardan süzülüp gelen aktrisler, bu görseli zengin ve sahiden stilize anlatıma sahip filmi, gerçekten omuzlayıp taşıyorlar. (Sırasıyla Sara Bosi, Loredana Cannata, Geppi Cucciari, Anna Ferzetti, Aurora Giovinazzo, Nicole Grimaudo, Milena Mancini, Paola Minaccioni, Luisa Ranieri, Elena Sofia Ricci, Lunetta Savino, Vanessa Scalera, Carla Signoris, Kasia Smutniak, Jasmine Trinca, Mara Venier, Giselda Volodi ve Milena Vukotiç.) Kostüm tasarımları, mekanlar, renk paleti ve ışığın kullanımı kadar, gerçeklik (yönetmenin aktrisleriyle bir sofrada buluştuğu günümüz) ve kurmaca arasındaki geçişler de akışı rahatlatıyor, zannımca.
Aslında birçok oyuncunun varlığı, risk taşıma ihtimalini yükseltirken, iyi oyunculuklar, hakkını veren performanslar, aksine kolektif bir sinerji ve kimya yaratabilmenin önünü açmış. Bu, oyuncu yönetiminde de ustalığa işarettir, aksi düşünülemez.
Bu konunun değil, hislerin filmi, elbette karakterlere eşit yük binmiyor, derinlik hepsinde aynı seviyede değil. Çünkü 135 dakikalık hatırı sayılır süre dahi, 18 oyuncuyu başkaraktere çevirebilecek denli uzun sayılmaz, sayılamaz. Kimi seyirci için, sinema içindeki sinema, yönetmenin kendini filme katması ve vurucu bir final beklentisi, beğeni çıtasını sarsabilir. Ama dedik ya, duyguların ve acı dahil, her ne varsa paylaşmanın filmi bu, böyle de okumak gerekir.
Kadın filmine Elmaslar adını vermek, gayet mantıklı bir iş. Elmas dediğin, doğadaki en sert mineral, nihayetinde. Ve elbette tüm taşların en değerlisi, hiç kuşkusuz. Ötesinde köklüdür, kadimdir, çok eskidir, devamında dirençlidir, çizilmez ve hatta iletkendir, ısıyı çok hızlı iletir. Bitti mi? Yoo, hayır! Işığı mükemmel kırar, bu da ateş etkisi yaratır. Ve son olarak, şeffaftır. Alın buyurun, bu bir kadının tanımlaması değilse nedir?
Alper Turgut
