Engin Akyürek, Serenay Sarıkaya, Aslı Enver, Hande Erçel, Barış Arduç, Kenan İmirzalıoğlu, Kerem Bürsin, Halit Ergenç… Ve daha niceleri. Ulusal kanaldan kaçsanız bile platformda yine aynı yüzlere tutuluyorsunuz.

Bir şey dikkatimi çekti: Bu insanları izlerken artık oyunculuk değil poz izliyorum. Her biri birer “görsel varlık” olarak sahnede, performans değil imaj kasıyorlar. Seyirciye “ah ne kadar güzel, ne kadar yakışıklı, kolundaki saate bak, boynundaki mücevhere bak” dedirtme uğraşı var. Artık bu bölüm başına milyonlar kazananlar oyuncu değil, vitrin mankeni. O hâlde bu her bölümü 25 milyona çıkan dizilere gerek yok, defile yapsınlar.


Oyunculuğu İmaja Hapsetmek

Walter Benjamin “aura”yı, sanat eserinin tekil ve özgün varlığı olarak tanımlamıştı. Bugün bu kavram tersine çevrildi: Aura artık üretimden değil, tüketimden besleniyor.

Uluslararası literatürde “aura farming” diye geçen bu fenomeni ben “ışıltı üretimi” olarak adlandırıyorum; çünkü bugün ekranın arkasında işleyen şey sanatın değil, görünürlüğün üretim süreci. Ekran artık hikâye anlatmak için değil, ışıldamak için dönüyor. Oyuncular rol yapmıyor, kendi imajlarının enerjisini korumak için sürekli parlıyorlar; bir tür kendini sömürme döngüsünde, kendi yüzlerinin tarım işçisine dönüşüyorlar.

Benjamin’in “aura” dediği o eşsiz, tekil, özgün sanat varlığı çoktan yok olmuş durumda; bugün onun yerinde, teknik çoğaltma çağının ötesine geçen bir “yapay büyü” var. Yine Benjamin aura’nın yeniden üretilemeyeceğini söylüyordu ama dijital çağ, tam tersini kanıtlıyor: artık aura üretiliyor, yapay olarak, filtrelerle, PR kampanyalarıyla, trend müziklerle, moda markalarıyla. Bu yeni çağda aura, sanat eserinden değil, kendini gösterme ritüelinden doğuyor. Her paylaşım, her fragman, her sahne bir parıltı ritüeline dönüşüyor.

Ekran bir sanat mecrası değil, dijital tapınak artık; oyuncuların tanrılaştırıldığı, seyircinin onlara tapınır gibi baktığı, duygusal bir değil, tüketimsel bir bağ kurduğu bir tapınak. Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”nda bahsettiği o görünürlük dini, Türkiye’de tam karşılığını buluyor. Çünkü bizde gösteri, artık üretimin değil, varoluşun kendisi.

Bir oyuncu ne kadar “iyi” olduğuyla değil, ne kadar “görünür” kaldığıyla ölçülüyor. Takipçi sayısı, PR ajansı gücü, giydiği markalar, katıldığı davetler, paylaştığı story’ler — bunlar oyunculuğun yerini alan yeni yetenek ölçütleri. Bu yüzden artık Engin Akyürek’in bakışı, Hande Erçel’in gülüşü, Serenay Sarıkaya’nın yürüyüşü bir karakter yaratımının değil, bir markanın istikrarının göstergesi. Oynanan sahne değil, fotoğraf karesi önemli artık. Bir duygu değil, bir ışık ayarı. Bir iç dünya değil, bir “post estetiği.”


Seyirci Gerçekten Bunu mu İstiyor?

Seyirci cephesinde durum farklı görünmüyor. “Seyirci bunu istiyor” deniyor ya, o büyük bir yalan. Seyirci istemiyor, alıştırılıyor. Pierre Bourdieu’nun “habitus” dediği toplumsal beğeni kalıpları, medya tarafından o kadar ustalıkla inşa ediliyor ki, artık seyirci karakterle değil, karakterin sahip olduklarıyla özdeşleşiyor. İzleyici, kahramanın duygusuna değil, evine, arabasına, giysisine bakıyor. Bir zamanlar hikâyeye aç olan seyirci, şimdi hikâyenin süsüne doyuyor. Görsel tatmin, duygusal tatmini tamamen yutmuş durumda.

Bu durumun ekonomik nedeni de açık: yapımcılar risk almak istemiyor. Yeni yüz, yeni fikir, yeni anlatı hepsi risk demek. Oysa tanıdık yüz, garantili yatırım. Bu yüzden aynı oyuncular aynı rolleri tekrar ediyor. Bir dizide ağlayan göz, diğer dizide de aynı açıyla ağlıyor; bir filmdeki öfke bir sonrakinde kopyala-yapıştır. Karakterin yerini persona, duygunun yerini marka kimliği alıyor. Yapımcı için “iyi oyuncu” demek, “marka değeri yüksek kişi” demek; çünkü bugünün sanat piyasasında her şey satılabilir ama duygunun alıcısı kalmamış durumda.

Böyle bir ortamda gerçek oyunculuk hayatta kalmakta zorlanıyor. Gerçekten karakter inşa eden, hikâyeye hizmet eden, o duygunun içine giren oyuncular bu sistemin içinde nefes alamıyor. Onlar festival filmlerinde, kısa metrajlarda, bağımsız yapımlarda yaşıyor; gözükmedikleri sürece özgür kalabiliyorlar. Çünkü “ışıltı üretimi” çağında görünmez olmak artık sanatsal bir direniş biçimi. Işığın dışına çıkmak, yeniden insan olmak anlamına geliyor.

Bugün Türk televizyonu ve dijital platformları, bir sanat üretim alanı değil, birer ışıltı fabrikası. Her dizi yeni bir sezon değil, yeni bir hasat dönemi. Oyuncular kendi parıltılarını biçiyor, yapımcılar o parıltının etrafında dönen ekonomiyi topluyor. Bu döngü, her şeyi parlak gösteriyor ama içini boşaltıyor.

Kamera dönüyor, evet, ama bir hikâyeyi değil, bir enerji formunu kaydediyor. Bir duygunun değil, bir “kendini beğenme kültü”nün görüntüsünü alıyor. Artık oyunculuk yok, sadece poz var. Ve o poz, bir ülkenin görsel hafızasını işgal ediyor.

“Işıltı üretimi” düzeni, sadece oyunculuğu değil, seyirciyi de dönüştürüyor. Seyirci artık bir hikâye anlatımının ortağı değil, ışıkla büyülenen bir tanık. Bu yüzden ne kadar çok parıltı varsa, o kadar az anlam kalıyor. Artık kimse oynamıyor, herkes parlıyor. Ve belki de en acı olan şu: bu kadar ışığın altında kimse gerçekten görünmüyor.

“Sanat ışıkla değil, gölgeyle doğar. Gölgesiz kaldık.”

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

5 Yıl Sonra Kimse “Cem Yılmaz Filmi” İzlemeyecek mi?

Cem Yılmaz'ın son filmini izlemek için ilk 3 gün herkes
blank

Asylum Boş Durmuyor!

Asylum hız kesmeden üretmeye(!) devam ediyor. Son yıllarda hangi filmleri