Erotikten Bitirime: Türk Sinemasının 50 Yıllık Kaçak Dövüşü!

Türk sinemasının gişe yolculuğunda tarih tekerrürden ibaret olabilir mi? 1970’lerin ortasında sinema salonlarımızı kasıp kavuran “seks filmleri furyası”nı hatırlayalım.

O yıllarda toplumun cinsel açlığını suistimal eden yapımcılar, aileleri salonlardan kaçırma pahasına peş peşe erotik içerikli filmler üreterek gişeyi doldurmaya çalışmışlardı. Sonuç? Perdede bol çıplaklık ve ucuz espriler, perde dışında ise politikanın p’si bile kalmamış bir sinema ortamı… Günümüz Türk gişe sinemasına baktığımızda benzer bir apolitik sığlaşmanın yeniden nüksettiğini görüyoruz. Bu kez salonları dolduran furyanın adı başka: “bitirim komedileri”. Bir avuç serseri bekar erkeğin kadınlarla ve suçla imtihanını anlatan bu filmler, tıpkı 70’lerin erotik komedileri gibi, bol klişe ve bayağı mizahla gişeyi zorluyor. Peki nasıl oldu da Türk sineması koca bir kırk yıl sonra yine politik söylemden yoksun, tek tip bir eğlenceye teslim oldu? Bu soruya yanıt aramak için önce geçmişe kısa bir yolculuk yapalım.

1970’lerin başı, Yeşilçam’ın altın çağından miras kalan bir bolluk dönemiydi; Türk sineması yılda yüzlerce film üretiyor, her türden hikâye seyirciyle buluşuyordu. Ancak on yılın ortalarına gelindiğinde işler değişmeye başladı. Televizyonun yaygınlaşmasıyla seyirci sinema salonlarından uzaklaşırken, artan maliyetler ve ekonomik kriz yapımcıları köşeye sıkıştırdı. Çareyi ise en eski pazarlama stratejilerinden birinde buldular: Seks satar!

blank

1974’ten itibaren “seks furyası” olarak anılan bir döneme girildi. Neredeyse her hafta vizyona içinde cüretkâr sahneler barındıran erotik komediler giriyor, afişler müstehcen görüntülerle süsleniyordu. Arzu Okay, Zerrin Egeliler gibi isimler bu furyanın yıldızları haline gelirken, sıradan yapımlar bile birkaç cinsel unsur ekleyerek gişede şansını deniyordu. Bunu bile yapamayan yapımcılar ise afişte çıplaklık gösterip bir nevi “clickbait” yapıyordu.

Bu filmler alt sınıftan genç erkekleri salonlara çekmeyi başardı ama bir bedel karşılığında: Aileler ve kadın seyirci sinemadan elini ayağını çekmeye başladı. Anaakım sinemanın dili giderek bayağılaştı; cinsellik açıkça sergileniyor, toplumsal ya da siyasi konular ise halının altına süpürülüyordu. Yeşilçam’ın bu apolitikleşme süreci, 12 Eylül 1980 darbesiyle keskin bir fren yedi; askeri yönetim müstehcen filmlere ağır sansür uygularken birçok salon da kapanma tehlikesiyle yüz yüze kaldı.

Erotik furyanın bitişiyle Yeşilçam, arabesk müzikaller ve masum aşk hikâyeleri gibi başka kaçış temalarına yöneldi. Yine de cinsellik unsuru tamamen kaybolmadı; açık saçık filmlerin yerini bu kez “örtük” bir cinsellik anlayışı aldı. Darbe sonrası katı sansür ortamında çıplaklık beyazperdeden büyük ölçüde silinmişti; ancak bu, cinselliğin tamamen yok olması anlamına gelmiyordu. Erotik unsur filmlerde daha üstü kapalı şekillerde varlığını sürdürdü. Örneğin Banu Alkan gibi yıldızlar, “Afrodit” lakabıyla anılıp cesur sahnelerin ucunu gösteren filmlerde rol alıyor ama sınırlar asla 70’lerin aşırılıklarına varmıyordu. Bir yandan da video piyasası denilen yeni mecra türedi; sansürün denetiminden kaçabilen düşük bütçeli filmler doğrudan kaset piyasasına sunuluyor, zaman zaman eski furyanın izlerini bu defa evlere taşıyordu.

blank

Öte yandan 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ciddi sinemacılar, cinselliği bir tabudan ziyade sanatsal bir anlatı unsuru olarak işlemeye başladılar. Özellikle kadınların bastırılmış arzularını ve toplumsal baskılarla mücadelesini anlatan filmler ulusal ve uluslararası festivallerde boy gösterdi. Atıf Yılmaz’ın yönettiği Bir Yudum Sevgi (1984), Adı Vasfiye (1985) veya Dul Bir Kadın (1985) gibi yapımlar, kadın karakterlerin cinsel uyanışını merkeze koyarak, Yeşilçam’ın geleneksel ahlak kalıplarını sarstı. Türkan Şoray gibi anaakım yıldızlar bu filmlerde önceki rollerine kıyasla çok daha cesur sahnelerde yer alıyor, cinselliği bastırılacak bir günah değil, hikâyenin doğal bir parçası olarak sunuyordu. Elbette bu filmler gişede seks komedileri kadar yaygın izleyici çekmedi; daha çok entelektüel kesime hitap eden, “festival filmi” damgalı işlerdi. Yine de 80’lerin bu “cinsel uyanış” temalı sanat filmleri, Türk sinemasının kaybettiği derinliği kısmen de olsa geri getiren, cesur denemeler olarak hatırlanmaya değer.

2000’li yılların başında Türk sineması Eşkıya ve Vizontele gibi filmlerle yeniden yükselişe geçmiş, farklı türlerde başarılı gişe filmleri çıkmaya başlamıştı. Ancak son on beş yılda komedi alanında öyle bir tekelleşme yaşandı ki, adeta başka türlere yer kalmadı. Bu tekelleşmenin merkezinde ise “bitirim komedisi” dediğim bir alt tür var. Şafak Sezer’in 2009 tarihli Kolpaçino filmiyle ateşlenen bu furya, kısa sürede salonları istila etti. Formül basit ve her seferinde aynı: Üç-beş kafadar (çoğunlukla bekar ve işsiz erkek tayfası), absürt bir şekilde mafyatik belalara bulaşır, başlarını beladan kurtarmaya çalışırken bol küfürlü diyaloglar ve bel altı şakalar havada uçuşur. Bu sırada birkaç çekici kadın karakter de genellikle ya “erişilmesi gereken ganimet” ya da “kötülerin tuzağına düşen masum” olarak kadraja girer. Elbette karakter gelişimi, özgün senaryo veya ince işlenmiş mizah beklerseniz büyük hayal kırıklığına uğrarsınız. Bu filmler neredeyse sitcom skeçlerini arka arkaya dizip arasına biraz koşuşturma ve kovalamaca ekleyerek sinema diye önümüze koyuyor.

Bu “hap yap, para kap” anlayışıyla çekilen filmlerin prodüksiyon kalitesi de genellikle vasatın altında. Art arda gelen devam filmleri ve taklit yapımlar, kalite çıtasını daha da düşürdü. Örneğin Çakallarla Dans serisi ilk filmde az buçuk eğlenceli bir vakitlik sunarken, peş peşe gelen devam bölümlerinde aynı seviyeyi yakalayamadı. Benzer şekilde türeyen sayısız taklit bitirim komedisi, ne oyunculuk ne teknik açıdan dişe dokunur bir yenilik getiremedi. Önemli olan, ucuza mal etmek ve gişede ilk hafta iyi bir açılış yapıp kârı cebe indirmekti. Mizah anlayışı ise büyük ölçüde ergen seviyesinde cinsellik takıntısına dayalı: Kadın bedenine dair klişe espriler, homofobik veya maço çıkışlar, kaba saba sözde komiklikler… Bu filmler, özellikle genç erkek izleyiciye hitap ediyor ve onların ceplerindeki harçlığı hedefliyor. Sonuç olarak salonlar yeniden belli bir demografinin tekelinde gibi: 70’lerdeki “erkek matinesi” kültürü, modern biçimde geri dönmüş durumda. Sevgiliyle ya da aileyle gidilemeyecek kadar avam bulunan ama arkadaş grubuyla gülünüp geçilecek filmler çoğaldıkça, sinema salonlarındaki çeşitlilik de hızla azalıyor.

blank

Bunun bir çözümü var mı yoksa bu tür, salonlar kapanana dek varlığını sürdürecek mi? Aslında soru şu olmalı; neden bugün gişe sinemasında böyle bir sığlaşma hakim?

Bunun arkasında, sinemanın üzerinde kurulan yapısal baskılar yatıyor. Özellikle son yirmi yıldır Türkiye’de hüküm süren siyasi iklim, gişe ya da festival sineması fark etmeden siyasi veya toplumsal eleştiriyi neredeyse olanaksız hale getirdi. İktidar cenahının “ileri demokrasi” olarak lanse ettiği düzen, pratikte sansür ve otosansür mekanizmalarıyla örülü bir kontrol rejimine dönüştü. Açıkça muhalif bir mesaj içeren bir filmin bırakın destek bulmasını, çekilip vizyona girmesi bile başlı başına cesaret ister oldu. Devlet fonları ve sponsorlar, siyasi içerikli projelere kapılarını kapatırken; içeriğinde en ufak bir iktidar eleştirisi barındıran senaryolar ya sansüre takılıyor ya da yapımcılar tarafından “riskli” bulunarak rafa kaldırılıyor. Hal böyle olunca, yönetmenler ve senaristler de kendilerine otosansür uygulayıp güvenli sularda gezinmeyi tercih ediyor. Toplumsal meseleler, politik taşlamalar, hatta güncel tartışmalar bile ticari filmlerde esamesi okunmuyor.

Bu baskı ortamında geçmişte sıkça başvurulan bir “satış kozu” da gündemden düştü: Seks satmıyor, satamıyor. 1970’lerde sansürün görece gevşek olmasından ya da yapımcılar tarafından kurnazca aşılabilmesinden faydalanarak erotizmle seyirci çeken yapımlar, günümüz Türkiye’sinin muhafazakâr ikliminde hayal bile edilemez. Sansür kurulunu aşacak olsalar bile, açık cinsellik içeren bir filme salon bulmak neredeyse imkânsız; zira yüksek yaş sınırlaması ticari ölçeği daraltıyor, tepki çekme olasılığı ise yapımcıları korkutuyor. Bugünün gişe komedileri her ne kadar ağzı bozuk ve bel altı göndermelerle dolu olsa da, bunlar sözden öteye geçemiyor; bırakın çıplaklığı, iki karakterin tutkulu bir öpüşmesi bile fazla görülüyor. Çıplak gerçek; sinemamızın anlatım olanakları ciddi bir darbe almış durumda. Politik söylem yok, erotizm yok, toplumsal eleştiri yok… Peki geriye ne kalıyor? Klişeler, şablonlar ve defalarca ısıtılıp önümüze konan aynı tadı kaçmış hikâyeler. Bir ülkenin sineması, ifade edebileceği onca mesele varken bunların hiçbirine dokunamayıp sadece boş gürültüyle vakit dolduruyorsa, ortada bir anlatım krizi var demektir. Ne yazık ki bugün gişe filmlerimiz tam da bu krizin içinde debeleniyor.

Türk sinemasının gişe sarmalında yine benzer bir noktaya gelmiş olması düşündürücü. 1970’lerde seks furyasının sonu, Yeşilçam’ı neredeyse batma noktasına getirmiş ve 1980’lerde uzun süre salonlar boş kalmıştı. Bugün de bitirim komedilerine dayalı tekdüze formül bir yere kadar gidebilir; izleyici doygunluk noktasına ulaştığında bu filmler de kaçınılmaz olarak tıkanacaktır ki tam da o zamanlardayız. İnanmayan vizyona giren filmlerin gişesine baksın. Çocuk animasyonları/filmleri olmasa salonların yarısı çoktan kapanmış olurdu. Peki bu kısır döngüden çıkış yolu yok mu? Elbette var, yeter ki cesaret ve yaratıcılık gösterebilelim.

blank

Öncelikle, yapımcıların “seyirci bunu istiyor” ezberini bozup farklı türlere yatırım yapması gerekiyor. Korku, bilimkurgu, tarihi dram, hatta müzikal… Neden gişede sadece küfürlü komediler risk alabilsin ki? İyi çekilmiş bir polisiye ya da duygusal bir dram da seyirciyi salonlara çekebilir. Son yıllarda az sayıda da olsa başarılı örneklerini (Müslüm, 7. Koğuştaki Mucize gibi) gördük. Demek ki imkan verildiğinde, tek tip mizah dışında da gişe potansiyeli var. İkinci olarak, senaristler ve yönetmenler sansürü aşmak için daha yaratıcı yollara başvurabilir. Doğrudan politik mesaj vermek zor olsa bile, alegoriler, metaforlar, hiciv ve kara mizah aracılığıyla güncele değinen hikâyeler anlatmak mümkün. Geçmişte bunu başaran filmler yok değil; bugünün genç sinemacıları da benzer bir zekâyla engelleri dolanabilir. Ayrıca dijital platformların yükselişi de büyük bir şans. Sansür engeline takılan veya salon bulamayan cesur projeler, internet üzerinden kitleyle buluşabilir. Netflix gibi platformlarda yayınlanan yerli yapımların gösterdiği özgürlük alanı, sinemada anlatamadığımız kimi öyküleri anlatmak için bir alternatif sunuyor.

Son olarak, asıl değişim baskısı seyirciden gelmeli. İzleyici kitlesi, önüne konan her tekrar komediye bilet almayı sürdürdükçe yapımcılar kendilerini zorunlu hissetmeyecek. Nitekim 70’lerin erotik furyası da, sonunda seyircinin bıkmasıyla sönümlenmiş, daha doğrusu birkaç sinema salonu özelinde uç ve aşırı bir noktada marjinalleşmişti. Benzer şekilde, bugün de salonları dolduran sığ komedilere dur diyecek olan, yine seyircinin tercihleri.

Özetle, hem sektör hem izleyici cephesinde bir silkiniş şart. Aksi halde, dibe vurana kadar aynı filmi çekip izlemeye devam ederiz ki o noktada geri dönüş daha sancılı olur. Halbuki biraz yaratıcılık, biraz cesaret ve farklılıklara açılma isteğiyle, Türk sinemasının potansiyeli çok daha fazlasına yeter. Kırk yıl önce düşülen hatadan ders alıp yeni bir yol çizmek, hala mümkün; yeter ki bunu yapacak cesaret ve yaratıcılık olsun.

Murat Tolga Şen

blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. 7. koğuştaki mucize kore uyarlamasıydı. Orada da sevilen bir dizinin uyarlamasının başarısı mümkünse çok da dikkate alınmaması lazım.

  2. Nerdeyse oyunculari bile aynı olan bu mafyatik lümpen komedilerden daha da tehlikeli bir furya var ki bir yazıda da ondan bahsedilmesi gerekiyor ,cinli büyülü korku filmleri kepazeligi…senede nerdeyse 100 tane çekilen bu kepazeliklerin sinema sanatının ırzına geçtiğini ve çok düşük bütçeli oldukları için sadece ilk haftada maliyeti çıkaralım yeter anlayisini da birilerinin kafasina çakmak lazim

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Carlos Saura’nın Sinemasında Dans ve Müzik

Tango, İberia ve Fados… Üç ülke, üç kültür, üç ayrı
blank

İmkansız Bir İşletme Modeli ve Sinema Salonları

Sinema salonlarına Covid-19 önlemleri geliyor ama bu şartlar altında kaç