In the Line of Fire / Ateş Hattında (1993)

Normal şartlar altında “Başkan’a Suikast” temalı kurmaca bir polisiye gerilim filmi, ödül sezonunda adından bu kadar çok söz ettiremez, zordur bu. 40 milyon dolara mal olduğu tahmin edilen In the Line of Fire (Ateş Hattında, 1993) hem o yıl 200 milyon dolara yakın gişe geliri elde ederek seyirci desteğini arkasına alan, hem de dört dörtlük sinema deneyimiyle eleştirmenlerin beğenisini kazanan çok özel bir film. Ben bu başarısını, başlıca unsurlarının çok yüksek kalitede olmasına bağlıyorum.

Jeff Maguire’ın En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar, BAFTA ve Yazarlar Birliği ödüllerine aday gösterilen senaryosu makine gibi tıkır tıkır işliyor. Hem giderek başlıca karakterleri derinleştiriyor hem de çok iyi bir senaryonun en önemli göstergelerinden biri olan “domino şeklinde ilerleme kuralına” uyuyor. Maguire’ın yazdığı her bir sahne diğer bir sahneyi doğuruyor ve birçok sahne arasında çapraz bağlantılar olduğunu görüyoruz. Mesela açılış sahnesi sadece iki karakteri tanıtmak için yapılmıyor, aynı zamanda Al D’Andrea (Dylan McDermott) karakterinin ileride yaşayacağı açmazı, bu açmaz sonunda alacağı kararı belirliyor, böylece aldığı kararı uygulayacağı sıradaki ölümünün yaratacağı etkiyi katmerlemiş oluyor. Yine ilk sahne sayesinde Frank Horrigan’ın (Clint Eastwood) nasıl gözüpek bir gizli servis ajanı olduğunu, nelere özen gösterdiğini (dikkat ve dakiklik) ve zaaflarını (araba kullanamaması vs.) öğreniyoruz ama aynı zamanda bu, ileride otobüse binmek zorunda kaldığı sahnenin dramatik ağırlığını katlıyor.

blank

Senaryonun belirgin bir akış ritmi var, mesela Mitch Leary (John Malkovich) ile Frank Horrigan arasındaki kedi-fare oyunu önceden planlanmış bir şey değil. Leary, aldığı bir ihbar üzerine kaldığı kiralık daireye giden Horrigan’ı salonun camından sokağa bakarken görüyor. Tesadüf yani. Akabindeki sahnede Leary’nin çoktan ölmüş birinin kimlik bilgilerini kullandığını öğreniyoruz, daireye bu sefer ortağı Al ile giden Frank hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşıyor. Hemen ardından gelen sahnede Leary, Frank’i ev telefonundan arıyor. Frank Horrigan’ı tanıyıp, onun Başkan Kennedy’nin favori koruması olduğunu bilen Leary, onu zorla oyuna dahil etmeye karar veriyor çünkü aksi takdirde, bunun sıradan bir suikast olacağını düşünüyor.

Biz Mitch Leary’nin özgüveni yüksek, son derece zeki ve yetenekli bir katil olduğunu çok sonra öğreniyoruz. Wolfgang Petersen, Mitch Leary’nin yüzünü hep kısmen gösteriyor, onu ilk kez 32. dakikada tam anlamıyla görüyoruz, o dakikaya kadar bir hayaletle karşı karşıya gibiyiz. Gölgelerin, karanlıkların, kuytu köşelerin, ara sokakların ve iyi aydınlatılmamış odaların içindeki silik bir silüeti andırıyor. Bazen sadece ağzını, bazen sadece gözlerini ya da alnını görüyoruz. Bazen onu camın arkasından, bazen büyütecin ardından görüyoruz. Perdede hep kısmen varolan bir katil var. Ben John Malkovich’in bu filmde canlandırdığı Mitch Leary karakterinin, kariyerinin en iyi performanslarından biri olduğunu düşünüyorum (Akademi de öyle düşünmüş olmalı ki ona bir Oscar adaylığını layık görmüş), inanılmaz iyi oynamış. Giyim-kuşam, hâl ve tavırlarıyla tam bir psikopat. Önüne çıkan her türlü engeli bir şekilde aşan ve zorunda kalırsa gözünü kırpmadan insan öldürebilen tam bir cani. Zekâsına o kadar güveniyor ki Frank’i oyunda tutmak için müthiş bir çaba sarf ediyor, buna Frank’in hayatını kurtarmak da dahil. Filmi düz bir suikast filminden bir nevi seri cinayet filmine evrilten de bu oluyor.

blank

Başka hangi suç filminde bir katil, kendisini soruşturan kişiyi bu kadar yakın takibe almıştı, hatırlamıyorum. Sadece gerilimi tırmandıran, soruşturmaya yön kazandıran ve Frank’i öfkelendiren telefon konuşmalarını kastetmiyorum, Mitch defalarca Frank’e yaklaşıp, gizlice onunla aynı ortamda yer alıyor. Mahallesine gidiyor, iş yerine gidiyor, piyano çalıp demlendiği mekâna gidiyor, âdeta Frank’i ablukaya alıyor. Bir şehirde korteji takip eden seyircilerin arasına karışırken, başka bir şehirde partili koltuğuna oturup mitingi sabote ediyor. Mitch’in Frank’i o gün pencerede görür görmez yeni bir takıntıya sahip olduğunu anlıyoruz. Tamam, Mitch obsesif biri, peki ama gizli servisin çetin ceviz elemanına defalarca bu kadar yaklaşacak cüreti nereden buluyor? Film bu gizemi uzunca bir süre bizden saklıyor, Mitch Leary’nin gerçek kimliği ortaya çıktığında tüm taşların yerli yerine oturduğunu görüyoruz.

Aslında Mitch ile Frank arasındaki gerilim, bir Amerikan futbolu maçı gibi tasarlanmış, bunu Mitch’in kullandığı teknik terimlerden anlıyoruz. Önce Mitch hücum ediyor ve Frank’in defansını gerisin geriye püskürtüyor. Mitch’in her hamlesi iyi düşünülmüş, Frank üzerinden Gizli Servis’in ilgili biriminde kaos çıkartıyor, bunu ilk izlediğimde anlamamıştım. Mitch bilinçli bir şekilde suyu bulandırıyor, Frank’in damarına basıyor ve yaklaşan seçimlerde bir kez daha aday olduğunu anladığımız Başkan’ın kampanyasını resmen baltalıyor. Filmin daha yarısı gelmeden Frank yakın koruma görevinden alınıyor. Ne zaman ki Frank ve ekibi, filmde uzunca bir süre “Booth” (Lincoln’ü öldüren suikastçı) olarak anılan Mitch Leary’nin gerçek kimliğini ortaya çıkarıyor, bu sefer eli güçlenen Frank hücuma başlıyor. O ana kadar sükunetini koruyan, çelik gibi iradeli olduğu izlenimi veren Mitch’in telefonu bağıra çağıra Frank’in yüzüne kapattığını görüyoruz. Kontrolünü kaybeden Mitch’in yeri bu şekilde tespit ediliyor ve Alfred Hitchcock’un Vertigo’sunun açılış sahnesine atıfta bulunan o meşhur çatı kovalamacasını izliyoruz. Çatıdaki sahnede Mitch son bir hamleyle oyuna dengeyi getiriyor.

blank

Senaryoda sonraki sahnelerin gelişini haber veren birçok diyalog (göğsünü siper edip Başkan yerine kurşunlanmak, ölümle randevu vb.) var. Hikâyenin üç temel aksı olduğunu söyleyebilirim: Soruşturma süreci, suikast hazırlığı ve Lilly ile Frank’in karmaşıklaşan ilişkisi. İlk ikisi mükemmel çalışıyor. Gizli Servis’in potansiyel suikastçının kimliğini ortaya çıkardığı süreç boşluksuz işliyor, adım adım yeni şeyler öğreniyoruz. Mitch Leary bir yandan Frank’le uğraşırken bir yandan da suikastın ön hazırlığını yapıyor. Her biri çifte cinayetle taçlanan kampanya bağış çeki için bankada hesap açılması ve kompozit malzemeden üretilen silahın yapım süreci müthiş bir kurguyla karşımıza çıkıyor. İlk başta izleyip de anlam veremediğimiz birçok planın, sonradan yapbozun tamamlanmasını sağlayan kayıp parçaları olduğunu anlıyoruz. Ateş Hattında’nın sadece çok iyi bir senaryosu yok, aynı zamanda mükemmel bir kurgusu var. Anne V. Coates kurgu dalında o yılın Oscarı’na aday gösterildiğini öğrendiğimde çok sevindim, böyle muazzam bir çalışmanın gözden kaçması haksızlık olurdu.

In the Line of Fire (Ateş Hattında, 1993) ikonik katili, benzersiz silah tasarımı, adrenalin yükselten temposu ve harikulade oyunculuklarıyla öne çıkan, bugün bile tazeliğini koruyan unutulmaz bir aksiyon filmi. Müziklerin Ennio Morricone’ye ait olduğunu not düşelim. John Malkovich’in olağanüstü kompozisyonu için bile izlenir. İyi seyirler…

Ertan Tunc

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Salvage (2009)

Salvage tam gaz temposuyla heyecanı her daim zirvede tutmayı başarıyor
blank

Freaks / Ucubeler (1931)

Freaks (Ucubeler), kolsuz ve bacaksız insanlar, cüceler, siyam ikizleri, vs.