Makbul Eleştirmenler ve Kutsal Ağ: Türkiye’de Eleştirinin İmhası

Film eleştirmenliği, Türkiye’de uzun süredir bir kültürel faaliyet olmaktan çıkıp bir psikolojik denge egzersizine dönüştü. Artık mesele filmler değil; filmler üzerinden yürütülen güç ilişkileri. Eleştirmen, bir zamanlar sinemanın vicdanıydı belki ama şimdilerde o vicdan, kendi konfor alanını korumakla meşgul.

Bu yazımda, eleştirinin itibarsızlaşmasını dış faktörlerle değil, eleştirmen sınıfının iç çürümesiyle açıklamayı amaçlıyorum çünkü Türkiye’de sinema yazarlığını etkisizleştiren yapının, yalnızca piyasa ya da sansür değil, bizzat eleştirmenlerin duygusal ağları, dernek vesayetleri ve festival ekonomisi olduğunu düşünüyorum.


Türkiye’de eleştirinin toplumsal etkisinin azaldığı artık bir veri. “Bir kültür Antikası Olarak Film Eleştirmeni” başlıklı yazımda buna değinmiştim ancak bu kayıp, “okur ilgisizliği” ya da “medya dönüşümü”yle açıklanamayacak kadar derin ve inatla kazmaya devam ediyorum.

Baktığımda gördüğüm tablo şu; Eleştirmenlerin birbirini meşrulaştırma veya dışlama biçimleri, eleştirinin itibarını içerden çökertti. Bugün Türkiye’de eleştirmenin etkisi, yazısının gücüyle değil, nerede oturduğuyla ölçülüyor. Bir festivalin basın odasında, bir jüri masasının çevresinde veya bir dernek genel kurulunda. Eleştiri artık düşünsel bir üretim değil, bir aidiyet kimliği haline geldi.


Sosyolojik açıdan bu yapı bir “kast sistemi”dir. Kurt Levin’in alan teorisi bağlamında ifade edersem, Türkiye sinema çevresi içinde “eleştirmen alanı”, kendi sermayesini üretmiş bir alt-kültürdür ve bu sermaye, bilgiye değil duygusal sadakate dayanır.

Yeni eleştirmenler bu alana girdiğinde, bilgisiyle değil kime yakın olduğuyla değerlendirilir. Yazıları değil ilişkileri okunur. Aidiyet arayan yeni eleştirmen, eleştireceği filmin önüne geçmeden önce eleştirileceği çevrenin beklentisine boyun eğer. Böylece eleştirinin sınırları görünmez bir el tarafından çizilir. Hangi yönetmen kutsal, hangisi “fazla ticari”, hangisi “bizden değil”. Bunların hepsi yazıdan önce bellidir. Yeni eleştirmen, bu kurallara uymadığı takdirde dışlanır çünkü ağın duygusal dengesi bozulur.

Buraya bir not: Eleştirmenlik yaptığım 25 yıl içinde bu genç arkadaşlarla birçok kez karşılaştım. Hayranlıkla geldiler, aradıkları desteği buldular ancak yeni ilişkiler kurduklarında ve bunun onları daha ileriye götüreceğini hissettiklerinde hızlıca uzaklaştılar. Bu ilişkiler ağı çevrelerinde şekillenirken ben de “hayran olunan dost ağabey eleştirmen” kimliğinden çıkıp selam bile vermemeleri gereken düşman bir figüre dönüştüm. Ben aynı kişiydim ama evcilleşme süreçlerinde bu onlardan beklenen ve istenen bir şeydi. Anlıyorum ve kızgın/kırgın değilim. İnsan böyledir.


Bu kast sisteminin en bariz çıktısı, gişe sinemasının eleştiriden dışlanmasıdır. Türkiye’de eleştirmenler popüler sinemayla özellikle yerli gişe sinemasıyla ilgilenmeyi itibarsız sayar hale gelmiştir. Gişe yapan film, seyirci işidir dolayısıyla eleştiri konusu değildir. Bu yaklaşım sinemayı halktan koparma amacı da içeriyor ama asıl kopan eleştirmen oldu. Sosyal medya çağında yani eleştiriye ulaşmanın ve sıradan insanın bile bir yorumcuya dönüştüğü zamanlarda, seyirci bu samimiyetsizliği sezerek eleştiriden uzaklaştı. Mesleğin ciğerine saplanan en kör bıçak.

Halbuki eleştirinin tarihsel işlevi, sinemayı seyirciyle birlikte düşünmekti ama bu bağ koptu, eleştirmen sinema salonunda değil festival kokteylinde konumlandı. Birçoğu da bu durumdan memnun görünüyor çünkü bu bir tür sınıf göstergesi. Popülerle ilgilenmemek, statü koruma refleksidir. Yani halktan uzak durmak hala aydın kimliğinin garantisi sayılıyor. Bu da bizi yine ulusal sinema kavgası zamanlarına kadar iz sürmek zorunda bırakan bir şey.


Türkiye’de film eleştirmenliği bir dernek çatısı altında örgütlenmiş durumda, bu iyi bir şey gibi görünebilir ancak yıllar içinde gözlemledim ve anladım ki; bu örgütlenme dayanışma değil vesayet üretme işlevi görüyor. “Dernek”, kimin eleştirmen sayılacağına, kimin jüriye davet edileceğine, hangi yayının makbul olduğuna fiilen karar veriyor. Bu yapı dışarıdan bir otorite gibi görünse de aslında içeride duygusal iktidar ilişkilerinin ürünü.

Eleştirmenler, birbirlerini ödüller, jürilikler, fon komisyonları üzerinden denetliyor. Yani bağımsız eleştirinin çerçevesi bir bürokratik kast tarafından belirleniyor. Bu durum Türkiye sinema kamusunun tamamını etkiliyor: filmler, festivaller, basın görünürlüğü, hatta finansman süreçleri bile bu denetim mekanizmasının parçası haline gelmiş durumda.


Buna daha önce de değinmiştim biraz daha açmak isterim. Festival organizasyonları eleştirinin yeni patronları. Bir zamanlar eleştirmen filmleri değerlendirirdi, şimdi festivaller eleştirmenleri değerlendiriyor. Kimin akreditasyon alacağı, hangi otelde konaklayacağı, kimin panelde konuşacağı… Bütün bunlar bir tür görünürlük hiyerarşisi yaratıyor.

Bu görünürlük, yazıdan daha önemli hale geldi. Yazmayan ama sürekli görünen bir “eleştirmen elit” türedi. Yazdıklarında da analiz değil, tanıtım, övgü, festival dostluğu hâkim. Böylece Türkiye’de eleştiri, kamusal düşünce alanı olmaktan çıkıp, sektörel nezaket protokolü haline geldi.


Tüm bu sistemin içinden çıkış, eleştiriyi yeniden tanımlamaktan geçiyor. Eleştiri sadece bilgiyle değil, etik duruşla da ilgilidir. Gerçek eleştirmen beğenmekten çok ayrıştırma cesaretine sahip olmalı.

Bu bağlamda bağımsız platformlar (örneğin Öteki Sinema), Türkiye’de bu kast sistemine karşı oluşmuş önemli kültürel direnç alanlarından biri. Öteki Sinema’da popüler sinemayı değersiz sayan akademik elitizme karşı, sinemaya duygusal ve entelektüel sadakati birlikte savunuyoruz. Bu nedenle, yalnızca bir yayın değil, Türkiye sinema yazarlığının etik bilinci olma gayretindeyiz.


Yazının sonuna gelirken. Dert ortada ama var mı bir çözümü? Bilmiyorum, belki de tıpkı Oz Büyücüsü’nde Doğunun Cadısı ölünce yaratıklarının da ölmesi ve büyülerinin erimesi gibi, Türkiye’de dürüst eleştirmenlik ancak bu duygusal kast sistemi çöktüğünde mümkün olacak.

Eleştirmen yeniden halktan, seyirciden, sinema salonundan öğrenmeli. Kültürel sermayenin değil entelektüel merakın taşıyıcısı olmalı. Eleştirmenlik bir unvan değil, bir tanıklık biçimidir. Ve bu tanıklığın değeri, iktidar ağlarından değil yalnızlıktan gelir.

Yeniden eleştirel düşünce üretmek istiyorsak, önce bu konforlu sessizliği bozmak zorundayız. Çünkü bu sessizlik eleştirinin değil çürümüşlüğün dili.

MTŞ

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

One Hour Photo’nun Kehaneti: Stalk

Her stalk eyleminin kriminal olduğu söylenemez ama her kadın cinayeti
blank

Carlos Saura’nın Sinemasında Dans ve Müzik

Tango, İberia ve Fados… Üç ülke, üç kültür, üç ayrı