Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar
Dün, İrem Sak’ın kaleme alıp başrolünü başarı ile üstlendiği Modern Kadın dizisinin on bölümünü bir oturuşta izledim. Filmin ana karakteri Pınar’ın yalnızlığına vurgu yapılan bölüme geldiğimde ise Pınar’ın söylediği Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar şarkısı, üniversite arkadaşımın nişan törenindeki hüzünlü bir anıya beni götürdü. Henüz 21 yaşındayız. Saat dokuzu çoktan geçmiş ancak müstakbel nişanlı ortada yok. Arkadaşımın heyecanı ve neşesi ise yerini üzüntü ve acıya bırakmış. Sevgilisi tarafından kendi nişan törenlerinde yalnız bırakılan arkadaşım, balkona çıkmış yakmış sigarasını gecenin karanlığında, Gözyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar şarkısını mırıldanıyor…
Yaklaşık yirmi beş yıl sonra bugün aynı şarkının başka bir kadının Pınar’ın sesinden yükselişi, içimde bir burukluk yarattı. Pınar’ın sesi, yalnızca bir şarkıyı söylemiyordu aslında, kadınlığın farklı dönemlerde, farklı mekanlarda yankılanan ortak deneyimlerinin de yankısına dönüşüyordu.
Kadın olmak çoğu zaman görünmeyen yükleri de taşımak anlamına geliyor. Hele ki Türkiye gibi geleneksel normlarla modern tahayyüller arasında salınan bir coğrafyada, kadınlık deneyimi daima büyük bir gerilim hattında inşa ediliyor. Bu yüzden şarkı söyleyen bir kadının sesi, sosyo-kültürel bir metin ve aynı zamanda tarihsel olarak bastırılan özneliklerin de dışavurumuna dönüşüyor.
Hadi birlikte dizinin dünyasına bir göz atalım.
Feminist hareketin en belirgin katkılarından biri kadın deneyimlerinin tekil bir kadınlık kategorisine indirgenen halini reddederek farklı kimlikler, yaşlar, bedenler üzerinden çoğul okumalar yapılmasına imkan tanımasıdır. Bu bağlamda öznellik, kadınlar arasındaki farklılıkların genelleştirilerek bütünleşik bir kadın kategorisine sıkıştırılmasının önüne geçer, böylece kadın deneyimlerinin zenginliğini de görünür kılar. Modern Kadın dizisini tam da bu noktadan okumak mümkün. Çünkü dizi, Pınar’ın öznel hikayesi (Sivaslı, beyaz yakalı, otuz beş yaşında, bekar ve çocuksuz bir kadın olarak kendi yaşamındaki kesişimsel deneyimleri) üzerinden, kadınlara yönelik genellenmiş yargıların (kadınların duygusal ve irrasyonel addedilmeleri gibi) görünür kılınmasına olanak sağlıyor.
Dizinin birinci bölümü Pınar’ın otuz beş yaşına girişi ile açılıyor. Türkiye’de otuz beş yaş özellikle kadınlar için çok katmanlı anlamlar barındıran bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Evlilik için bir geç kalmışlık, çocuk sahibi olma hususunda çalan bir alarm, kadınlığın cazibesinin yitirilişine dair korku ve endişelerle toplumsal yargılar, çevresel beklentiler bu dönemin başlıca dayatmaları olarak söylenebilir. Pınar’ın hikayesi, tam da bu baskıların gündelik yaşamdaki somut yansımalarını kırılganlık ile direncin iç içe geçtiği bir anlatımla gözler önüne seriyor.
Senin çiçeğini koparırım lan!
Dizide Pınar’ın “modern yaşamı”, rekabetçi dinamiklerle donatılmış çalışma hayatı ile ailesinin, akrabalarının, arkadaşlarının ve komşularının beklenti, denetim ve kontrolleri arasında, Pınar’ın kendi yaşamını “özgürce” kurma mücadelesiyle şekilleniyor. Bu mücadelenin Pınar için sahadaki adı erkek egemen bir gıda firmasının marka müdür yardımcılığı görevi. Dokuz yıldır terfi etmeyi bekleyen Pınar için iş yaşamında en büyük engel, ne piyasanın sertliği ne de rakip firmaların baskısı, asıl engel kadın olması.
Çalıştığı kurumda karşılaştığı ayrımcılık ve mikro-saldırılar onun kariyer, özgürlük ve eşitlik arayışına set vuran unsurlar arasında bulunuyor. Daha düşük pozisyondaki bir meslektaşından daha az maaş alması ya da fikirlerinin tüm ekibe mal edilmesi, kurum içinde kadın emeğinin sistematik biçimde değersizleştirildiğini de açıkça gösteriyor. Buna ek olarak, erkek çalışma arkadaşlarının kadınlığa dair önyargılı söylemleri, kadınların profesyonel başarılarının bile kadınsal durumlarla, duygusallıkla, annelikle ilişkilendirilerek küçümsendiğini ortaya koyuyor. Zaten idarecileri Cengiz Bey yönetici olmayı “adam gibi bir adam işi” olarak tanımlıyor. Onlara göre kadınlar zaten bir defa anadır, çiçektir çiçek!..
Bu tablo yalnızca iş yerinde değil, gündelik yaşamın sıradan anlarında da görünür hale geliyor. Örneğin Pınar’ın üç erkek çalışma arkadaşı (Ferhat, Osman, Gökhan) ile yemek yediği sahne, gündelik hayattaki cinsiyetçiliği, kadın bedenine yönelik çifte standartları ve erkek bedeninin sürekli meşrulaştırılma çabasını çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Pınar’a yöneltilen “son zamanlarda çok kilo aldın, farkında mısın?”, “saçların pırasa gibi”, “neden o kalem gri eteği giymiyorsun?” gibi sözler kadının kamusal görünürlüğünün sürekli olarak beden ölçütleri üzerinden denetlendiğini de gösteriyor. Kadın bedeni özel yaşamda olduğu gibi iş yaşamında da kolektif bir tartışma konusu haline geliyor. Oysa erkek bedeni aynı sohbet içerisinde “kilo erkeğe yakışıyor”, “erkekçe” gibi ifadelerle olumlanıyor ve ayrıcalıklı kılınıyor. Pınar’ın bu duruma verdiği tepkiler, erkeklerin beden politikalarındaki ikiyüzlü yaklaşımı hem mizahi bir kırılma yaratarak hem de feminist bir eleştiri üreterek ifşa ediyor.
Kocam pavyonda!..
Pınar’ın hikayesi yalnızca bir kadının toplumsal olarak ikincil konumda tanımlandığını göstermiyor, aynı zamanda modern yaşamın çelişkilerini de görünüyor kılıyor. Bir yandan bireysel özgürlük, başarı arzusu ve kendini gerçekleştirme isteği diğer yandan geleneksel toplumun dayattığı roller ve erkek egemen yapılar arasındaki sıkışmışlık onun yaşamını belirleyen çatışmayı oluşturuyor.
İş yaşamında erkek egemenliği ile kuşatılan Pınar, özel hayatında ise bu kez aile ve yakın çevrenin beklenti ve denetimleriyle karşı karşıya kalıyor. Örneğin düğün sahnesinde kadınların Pınar’a yönelttikleri sorular kadınlar arası ilişkilerdeki denetim, yargı ve kıyas pratiklerini gösteriyor. Bu sahne kadınların gündelik yaşamları içerisinde içselleştirilmiş ve yeniden üretilmiş kadınlık rollerine vurgu yapıyor. Pınar bu sefer de kadınların, gelenek ve kültürün bir parçası olarak tanımladıkları yapının parçası niteliğindeki soru ve eleştiriler ile kuşatılıyor; Kocan gelmedi mi?, Evlenmedin mi?, Umut hep var, Fahriye’nin kızı 42 yaşında evlendi, gibi cümleler ilk bakışta merak ve iyi niyet karışımı gibi görünse de aslında bu, kadınların birbirlerini evlilik ve annelik üzerinden denetlemelerinden kaynaklanıyor. Bu söylemler, kadınların toplumsal değerlerini annelik rollerine indirgemekle kalmıyor aynı zamanda patriyarkanın yeniden üretimine de aracılık ediyor. Pınar’ın bu baskılara mizahi bir dille karşı koyarak “kocam pavyonda” şeklindeki cevabı ise döngüyü kırmaya yönelik mikro-politika işlevi görüyor.
Modern ve geleneksel arasında kalış, anne ile baba arasındaki tartışmalarda da mizahi bir dille kalıyor. Baba zaten artık kendi devirlerinin geçtiğini söylüyor ve kız çocuklarının hayalinde olduğu gibi bir süper kahramana dönüşüyor Pınar’ın gözünde. Kızına “Hayatını bundan sonra istediği gibi yaşayacaksın. Biz ailen olarak yanındayız” diye de salık veriyor.
Bu modern ve geleneksel arasında kalmışlık Pınar’ın özel hayatındaki aşk deneyimlerine de yansıyor ve Pınar’ın ilişkilerinde farklı yüzleşmeler yaşamasına zemin hazırlıyor. Farklı erkeklerle kurduğu ilişkilerin (örneğin eşcinsel olduğunu söyleyen Kudret Bey, restoranda alevli yemek yediği Atakan, düğünde tanıştığı Mesude’nin eczacı oğlu Umut, sinemada tanıştığı Mehmet ve “karnabahar sevdalısı” Can gibi) her birinde Pınar yeni tecrübeler ediniyor. Aşk ilişkileri bu dönemde çok ama çok çeşitli. Bu çeşitlilik bir yandan da kadınların aşk deneyimlerinin tek bir kalıba indirgenemeyeceğini aksine bu sürecin çok sayıda dinamikle iç içe geçtiğini de gösteriyor. Pınar bu süreçte hızlı öğreniyor ve yılmadan yoluna devam ediyor. Kendi sınırlarını, beklentilerini, arzularını ve yaşamdan beklentisini netleştirerek yoluna yılmadan devam ediyor.
Pınar’ın hikayesi yaşanmışlıklarla beraber aynı zamanda kırılganlık ve güvencesizlik deneyimlerini de fark edilir kılıyor. Pınar’ın evde yalnızken en ufak sesi tehdit olarak algılaması ya da yemek siparişi verirken evde biri varmış gibi davranması kadınların gündelik hayatlarındaki güvenlik kaygılarının sıradan ama derin bir gerçeklik olduğunu duyumsatıyor. Televizyonda 41 yaşında bir kadının dairesinde ölü bulunduğu haberini izlediğinde kendi yalnızlığı ile kurduğu ilişki de kadınların yapısal güvencesizliğini hatırlatıyor. Bu sahneler, kadınların özel alanlarında dahi sürekli bir tehdit algısıyla yaşamaya zorlandıklarını gösteriyor. Böylece tek başına yaşamak, modern bir kadın için özgürlüğün simgesi olmakla beraber aynı zamanda sürekli bir kaygının da kaynağına dönüşüyor. Özgürlük ile güvensizlik arasındaki bu gerilim, Pınar’ın modern yaşamındaki çelişkilerden bir diğerini açığa çıkarıyor. Yalnız kalmak bir kadın için hem bağımsızlık hem de kırılganlık anlamına geliyor.
8 milyar insan var bu dünyada. Abartmayın yani herkesi de biri doğurdu.
Pınar’ın toplumsal olarak sürekli tanımlanmak ve kendini kanıtlamak zorunda bırakılması da dikkat çekici bir diğer unsur dizide. (Gerçi bu tanımlanma halinden erkek olarak sadece Can şikayetçi. Kadınlıklar gibi erkekliklerin de farklı şekilde tezahür ettiği bu toplumda eril iktidarı benimsemeyen erkekler de zorla bir kalıba sokuluyor.) Kadının her ortamda kimliğini açıklamak, kendisini yeniden kurmak ve hatta savunmak zorunda bırakılışı da bir başka ortak kadınlık deneyimi bence. Pınar’ın, arkadaşının çocuğu Kayra’nın annesi gibi davrandığı bölümde, Pınar ironik bir şekilde bu tanımlarla dalga geçiyor. Bu bölümde anneliğin toplumda biricik ve kutsal addedilen rolünün, aslında ne kadar sıradan, gündelik ve herkesin tecrübe ettiği bir olgu olduğuna işaret ederken, bu kutsallık tabusu da kırılıyor. Diğer yandan Pınar’ın anneliği “oynaması”, kendisini istediği gibi tanımlaması, anneliğin toplumsal bir performans olarak kurulduğunu yani biyolojik olduğu kadar kültürel bir beklentiye dayandığını da hatırlatıyor.
Dizinin mizah dili, patriyarkının görünmez kıldığı gündelik yaşam deneyimlerini daha doğrudan ve eleştirel bir biçimde açığa çıkarmaya imkan tanıyor. Örneğin ped satın alma sahnesinde bakkalın kısık sesle yanıt verip, pedi siyah poşete koyuşu, regl kanamasının utançla eşleştirilmiş toplumsal kodlarını ifşa ediyor. Pınar’ın evine gelen Ercan’ı dışarı atışı ya da kendisini telefonla taciz eden arkadaşını polise şikayet edişi de benzer ifşalar olarak söylenebilir. Feminist perspektiften bakıldığında kadınların deneyimlerini görünür kılmanın en etkili yollarından biri onları gündelik hayatın sıradanlığına iade etmek. Dizi de bunu yapıyor ve bu ifşaları ağdalı bir dramatizmle değil kahkahanın eşlik ettiği bir samimiyetle yapıyor.
Değişeceğim, değiştireceğim, cesur olacağım.
Dizinin finalinde Pınar’ın aşkı bir “tamamlanma” aracı olarak görüp görmediği sorusu gündeme geliyor. Pınar’ın sevgi dolu bir erkekle karşılaştığında gözyaşı dökebilmesi onun bağımsızlığını gölgeleme riski taşıyor görünse de Pınar, Can’ın Almanya’ya birlikte gitme teklifi karşısında kalma ve direnme tercihinde bulunuyor. Kadının kendi yolunu seçmesi ve iradesini kullanması, bir erkeğe eşlik etme zorunluluğunu reddetmesi ve tek başına yürümeye devam etmesi ile değerli hale geliyor. Bu manzarayı değiştirebiliriz diyen sevdiği adama ise “Ben bu manzarayı seviyorum” diyebiliyor. “Değişeceğim, değiştireceğim, cesur olacağım.”
Modern Kadın, bence Türkiye gibi modern ve geleneksel arasına sıkışmış bir topluma ait feminist paradoksun dizisi olarak okunabilir. Pınar dizide hem çocuk sahibi olmak isteyen hem de bunun dayatma olduğunu fark eden, hem yalnızlığına üzülen hem de bu hal ile eğlenebilen, hem kırılgan hem dirençli, hem kendi bütünlüğünü koruyan hem de aşk deneyimleri ile gözyaşı döken biri olarak temsil ediliyor. Her hali aynı bedende ve farklı deneyimlerle barındıran Pınar’ın hikayesi, çok katmanlı kadın deneyiminin Türkiye’deki mizahi ve dramatik temsilini sunuyor. Bu hali ile aynı zamanda da yeni açılımlar ve deneyimler ile devam ederek yeni bir sezon ihtimalini de içinde barındırıyor.