OFCS üyesi bir eleştirmen olma ayrıcalığıyla It: Welcome to Derry’nin ilk beş bölümünü izledim ve açık söylüyorum: The Last of Us’tan bu yana televizyon ekranında bu kadar iyi ve iddialı bir şey izlememiştim. HBO’nun yeni amiral gemisi bu yapım, 2017 ve 2019 tarihli iki bölümlük It filmlerinin öncesine uzanıyor; uğursuz palyaço Pennywise’ın doğduğu karanlığa, Derry kasabasının kalbine…
Ama bu dizi, sadece bir “ön hikâye” değil. It’in mitolojisini yeniden biçimlendiriyor, Stephen King’in yarattığı o kasvetli Amerikan taşrasını bir kez daha, ama bu defa daha yakın bir kadrajla gösteriyor. Üstelik bunu yaparken 60’ların ABD’sine dair politik bir alt metin de kuruyor: soğuk savaş paranoyası, ırkçılığın toplumsal dokudaki sürekliliği, küçük kasaba ikiyüzlülüğü…
Ben bir 80’ler çocuğuyum. Stephen King romanlarıyla büyüdüm; Carrie, The Shining, Stand by Me, Misery, The Shawshank Redemption… hepsi zihnimde aynı yere bağlıydı: masumiyetin yitirildiği, çocukluğun bir kabusa dönüştüğü an. 2017 yapımı It, o duyguyu yeniden yaşattı; VHS kasetlerde korktuğumuz Pennywise geri dönmüştü.
Muschietti kardeşler sinemada dev bir başarı yakaladı: 700 milyon doları aşan gişe, Bill Skarsgård’ın rahatsız edici performansı ve karizmatik çocuk kadrosu… ama parıltının altında bazı çatlaklar da vardı. Film, King’in hikâyesinin içsel korkusunu değil, dışsal efektlerini öne çıkarıyordu. Her jumpscare’in altına eklenmiş bir “ses patlaması” vardı. It: Chapter Two ise tam bir şatafatlı kaos olmuştu; fazla uzun, fazla dağınık, fazla dijital.
İşte bu yüzden Welcome to Derry, King evrenine dönmenin en doğru yolu gibi hissettiriyor. Andy Muschietti burada kendi vizyonunu düzeltme, hatta affettirme fırsatı bulmuş. Eşi Barbara Muschietti ve yazar Jason Fuchs ile geliştirdikleri sekiz bölümlük bu ilk sezonun ilk dört bölümünü Andy bizzat yönetmiş. Görsel dünyayı Daniel Vilar, kurguyu Esther Sokolow taşımış.
Derry’de 1962 Baharı: Çocuklar, Kayıplar ve Sesler
Dizi, 1962 Nisan’ında geçiyor, yani 2017 filminden 25 yıl önce. Açılışta, kötü muameleden kaçan genç Matty’nin (Miles Ekhardt) Derry’den ayrılmaya çalışmasıyla başlıyoruz. Kasabanın altından yükselen “o” kötülüğün henüz yeni uyanmaya başladığı yıllar…
Matty kısa sürede ortadan kayboluyor. Onu aramaya çalışan arkadaşları Teddy (Mikkal Karim Fidler), Phil (Jack Molloy Legault), Lilly (Clara Stack) ve Ronnie (Amanda Christine), Derry’nin pis borularında yankılanan o uğursuz sesi duymaya başlıyor. Borular kanalizasyona, kanalizasyon ise kabusa çıkıyor.
Matty’nin sesi, kasabanın çocuklarının kabuslarına sızdıkça Welcome to Derry, klasik King temalarını hatırlatıyor: çocukluğun masumiyet maskesi altındaki şiddet, yetişkinlerin inkârı, küçük kasabanın kolektif suçluluğu.
Çocukların hikâyesine paralel olarak yetişkinler cephesinde Binbaşı Leroy Hanlon (Jovan Adepo) ve ailesini izliyoruz. Hava üssünde gizli bir “soğuk savaş” projesi yürütülüyor; ama Leroy kısa sürede işin içinde sıradan bir askeri deneyden fazlası olduğunu fark ediyor. Üs’te çalışan Dick Hallorann (Chris Chalk) evet, The Shining’in telepatik bakıcısı burada genç haliyle karşımıza çıkıyor. Bu bağlantı King evrenini ustaca genişletiyor: Mike Hanlon’un atalarıyla Pennywise mitosu arasında kanlı bir soy çizgisi kuruluyor.
Hanlon ailesi dizinin duygusal merkezini oluşturuyor. Charlotte Hanlon (Taylour Paige) ve yerli bir lider olan Rose (Kimberly Norris Guerrero), 60’ların ırkçı Amerika’sında sessiz bir direnişin temsilcileri. Dizi bu konuda King’in romanlarından daha doğrudan ama daha incelikli davranıyor. Irkçılığı sadece süs olarak değil, hikâyenin dokusuna işliyor.
Bugün 2025’te hâlâ benzer eşitsizliklerin yaşandığını düşününce, bu tercih acı bir yankı yaratıyor. Welcome to Derry geçmişle bugünü birbirine bağlayan bir vicdan aynası gibi çalışıyor.
Korkmayı seviyorum ve It: Derry’ye Hoş Geldiniz bu isteği fazlasıyla karşılıyor. Ama mesele sadece korkmak değil; mesele o korkunun kökenini anlamak. Dizi, Pennywise’ın nasıl ortaya çıktığını, neden Derry’de kaldığını ve kasaba halkını nasıl yavaş yavaş çürüttüğünü anlatıyor.
Bu kez korku, dijital bir efekt değil, bir varoluş biçimi. Pennywise sadece bir palyaço değil; Derry’nin suçlarının vücut bulmuş hâli. Andy Muschietti’nin yönettiği kâbus sahneleri tam kıvamında: rahatsız edici, grotesk, ürkütücü ama bir o kadar da etkileyici. Bill Skarsgård geri dönüyor. Sadece sesini duymak bile tüyleri diken diken etmeye yetiyor. Onu palyaço formunda gördüğünüzdeyse, mizah ile panik duygusu birbirine karışıyor, tıpkı King’in metinlerinde olduğu gibi.
Zayıflıklar, Tekrarlar ve Yine de Büyüleyici Bir Dehşet
Tüm bu övgülere rağmen dizinin kusurları da yok değil. Zaman zaman tempo düşüyor, diyaloglar açıklayıcı olmaktan öteye geçemiyor. Görsel olarak da HBO standartlarının altında anlar var: bazı sahnelerde CGI fazlası, aydınlatma eksikliği, ritimsiz kurgu… Bu durum House of the Dragon veya The Last of Us’ın sinematografik zenginliğiyle kıyaslandığında hissediliyor.
Yine de o kusurlar, Welcome to Derry’yi batırmıyor. Çünkü dizinin kalbinde hâlâ Stephen King var. Çocukların borulardan gelen sesleri, Hanlon’un bastırılmış travması, Rose’un sessiz direnci… hepsi aynı evrende birleşiyor.
Karanlığın Kalbine Dönüş
It: Welcome to Derry, King uyarlamaları arasında en tepeye çıkmasa da, korkunun kaynağını hatırlatıyor. Under the Dome kadar geniş, The Outsider kadar sıkı değil ama ikisinin arasında, duygusal bir ritme sahip.
Pennywise hâlâ orada, kanalizasyonun derinliklerinde, Derry’nin suçluluk duygusuyla besleniyor. Biz ise ekran karşısında bir kez daha o çocukluk korkusuna dönüyoruz. Çünkü bazı kabuslar bitmez, sadece biçim değiştirir.
Benim için Welcome to Derry, hem bir dönemin kapanışı hem de 80’lerin VHS kasetlerinden çıkan hayaletlerin yeni adresi olacak.
