Dürüst olalım: Sinema deneyimi diye bize satılan şeyin çoğu bir kandırmaca. Karanlık, kutu gibi salonlar; ışığı sönük projeksiyonlar; sesin yankı değil gürültüye dönüştüğü sistemler… Üstüne bir de bilet fiyatı New York’la yarışıyor.
Peki, bu mudur “beyazperde büyüsü”? Yoksa “perde” dediğimiz şey çoktan grileşmiş bir nostalji örtüsü mü artık?
Bugün beni hâlâ sinemaya götürebilen tek şey varsa, o da bir IMAX salonunda film izleme ihtimali. Çünkü IMAX, bana çocukluğumun sinema mabedini hatırlatıyor. O devasa perdeye düşen ışık, sadece bir görüntü değil; adeta bir ruh çağrısı gibi. Ses değil, yankı değil… kalbime çarpan bir enerji. İşte o zaman yeniden o his geliyor: koltuğa gömülmüş, ağzı açık, gözleri parlayan, zamanı unutan bir çocuk.
Bu IMAX dediğimiz şey aslında öyle çok yeni bir icat değil. 90’ların sonunda Ankara’ya gittiğimde orada bir IMAX salonu vardı; 30-40 dakikalık kısa 3 boyutlu filmler izlediğimizi hatırlıyorum. Hatta Terminator 2’nin yalnızca IMAX salonu için çekilmiş yaklaşık 12 dakikalık özel bir versiyonu vardı. Onu izlediğimde “işte bu, gerçek 3 boyut bu!” demiştim.
Ama şu 3 boyut meselesini artık unutalım. Çünkü özellikle Türkiye’de hiçbir zaman doğru düzgün işlemedi. Zaten çoğu salonun projeksiyon ışığı zayıfken bir de o kalın gözlükleri takınca, perdede neredeyse karanlık bir gölge izliyoruz. Üç boyut, sinema deneyimini büyütmek yerine kararttı.
IMAX’in asıl meselesi bu değil zaten. Bu teknolojiyi geliştiren insanların — ki aralarında James Cameron gibi sinemayı ciddiye alan isimler de var — amacı, IMAX’i bir lüks değil, bir sektör standardı hâline getirmekti. Seyirciye “en iyisini” sunmak, sinema salonlarını yeniden birer deneyim mekânına dönüştürmekti.
Günümüzde hâlâ bu gerçekleşmiş değil. Yurt dışında IMAX salonları hızla artıyor, hatta kubbe biçimli, deneyimi başka boyuta taşıyan özel versiyonlar bile var.
Bizde yok ve asıl tuhaf olan şu: Amerika ve Avrupa fiyatlarıyla bilet satan bir ülkede yaşıyoruz ama bize hâlâ küçücük salonlar, soluk projeksiyonlar, ucuz koltuklar reva görülüyor.
Seyirci olarak sormak hakkımız: Neden beni 20 kişilik karanlık bir kutuda, bu pespaye perdeye mahkûm ediyorsun? Benim evimde zaten 4K Ultra HD bir televizyon var; üstelik ışığı da seninkinden daha parlak.
Benim çocukluğumun sineması 70’lerin sonu, 80’lerin başıydı. Televizyon hâlâ siyah beyaz, yayınlar kısıtlı, evler sessizdi. Gişeden bilet alırdın, o ince kâğıt parçasını özenle katlar, cebe koyardın. Fuayede başka bir dünya başlardı. Teşrifatçı “boş yer var abi” der, büfede mısırın kokusu insanın içini ısıtır, herkes aynı anda bir hikâyenin içine girerdi. Sinema, gündelik hayatın tekdüzeliğinden çıkış kapısıydı. Bir tür tapınaktı.
Bugünse sinemaya gitmek, AVM’nin dördüncü katındaki dürümcüyle aynı koridordan geçmek anlamına geliyor. Bir zamanlar hayatın ortasında duran o mabet, artık ticari bir “mağaza birimi.” O yüzden kimse “büyüyü” hissetmiyor.
Videonun Öldürmediği Şeyi Platformlar Bitiriyor
80’lerde video kaset geldiğinde, sinema ilk defa tökezledi. Aileler evde, tüplü televizyonların karşısında “film izlediklerini” sandılar ama VHS, sinemanın gölgesiydi sadece. O puslu çözünürlükte film değil, hatıra seyrediyorduk ama farkında değildik. Çünkü sinema hâlâ kalabalıkla, o ortak nefesle anlam kazanıyordu.
90’larda “Eşkıya” ve birkaç cesur film sinemayı diriltti. Sonra yine geriledik. Üstelik dijital platformlar var artık. Dünyanın her filmi birkaç tık uzağımızda. Üstelik bu platformlar sadece arşiv değil, kendi dev bütçeli yapımlarını da üretiyorlar. Düşünsenize, Netflix’in Stranger Things’in yeni sezonu için bölüm başına ayırdığı bütçe 50 milyon dolar. Yani bu, birçok sinema filminin bile ötesinde bir rakam. Bu kadar büyük bir prodüksiyon, ister beğenin ister beğenmeyin, izleyiciye bir “değer” hissi veriyor.
E hal böyleyken, sinema salonlarının da artık 70’lerdeki, 80’lerdeki o iddiasına geri dönmesi gerekiyor. Bir salonun seyirciye diyebilmesi lazım ki:
“Evinde bulamayacağın şey var burada.”
Evde bulamayacağın netlik, bulamayacağın ses sistemi, bulamayacağın büyüklük… İşte bunları sunabilirse salon yaşar. Aksi takdirde yaşamak için bir gerekçesi kalmaz. O zaman da kimse çıkıp “seyirci gelmiyor” demesin, çünkü kimse boş vaat için bilet almaz.
Tabii meselenin sadece salon standartlarıyla ilgili olmadığını da görmek lazım. Bir de o salonlarda neyin gösterildiği meselesi var. Eskiden gişenin “balinaları” vardı: Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Yılmaz Erdoğan, Murat Cemcir – Ahmet Kural… Bunlar sinemaya kamyonla izleyici taşır, salonları ayakta tutardı. Şimdi hepsi platformda. Sinema salonuna değil, “play” tuşuna oynuyorlar artık. Salonlara kalan, üç haftada yazılıp çekilen, kimsenin hatırlamayacağı “vizyon artıkları.” Saloncu da biliyor, ama ne yapsın? “Başka ne oynatayım?” diyor. Bu kısır döngüde hem sinema hem seyirci tükeniyor.
Ama açık konuşalım: bu filmlerin girdiği yere zaten Cem Yılmaz filmi girmezdi. Saloncuların önce bunu düşünmesi lazım — hangi seyirciyi hedeflediklerini, neyi yaşatmak istediklerini.
Bu hata yeni değil. Saloncular 70’lerde de aynı yanlışı yaptı. O dönemde “seks furyası” filmleriyle sadece erkek seyirciyi hedeflediler, aileleri ve çocukları sinemadan uzaklaştırdılar. Kutsal alanı kirlettiler. Sinema birleştirici olmaktan çıkıp, gizlenerek tüketilen bir şeye dönüştü. Sonra 80’lerde salonlar birer birer kapandı, çünkü seyircisiz kalan şey ayakta durmaz.
Şimdi tarih tekerrür ediyor. Salonlar yine yanlış kitleye oynuyor, yine seyircisini küçümsüyor. Ve bu kez affedilmezler de, çünkü evdeki ekran onlardan daha dürüst.
Yani… Sinema salonlarını öldüren şey platformlar değil. Sinemayı öldüren, salonların seyirciyi küçültmesi. Eskiden seyirci başroldeydi; şimdi figüran bile değil. IMAX salonuna girdiğimde yeniden “önemli” hissediyorum. Çünkü orada görüntü beni sarmalıyor, ses beni taşıyor ama İstanbul gibi bir şehirde üç tane IMAX salonu olması, açık söyleyeyim, utanç verici. Bir tanesi Akasya’da, bir tanesi İstinye Park’ta, bir tanesi Forum Marmara’da…
Seyirci hâlâ “neden bilet pahalı” diye soruyor ama asıl soru şu olmalı: Neden bu kadar pahalı bir bilet, ucuz bir deneyim satın alıyor?
Müstakil Sinema Bir Hayal mi, Yoksa Bir İhtiyaç mı?
Tamam, belki romantik gelebilir ama söylemeden edemem: Sinema yeniden müstakil yapılara dönmeli. Bir sinema, AVM’nin tuvalet katında yer alacak kadar önemsiz bir kültür değildir. Kim camiyi AVM’ye taşımayı teklif edebilir? Ya da mezarlığı? Sinema da aynı ölçüde kutsal bir alan — bir toplumun hayal gücünün toplandığı yer. Onu metrekareye bölmek, o hayali parçalamaktır.
Bir Zamanlar Hepimiz Sinemaya Giderdik
Kartal Tibet’in yönettiği “Sultan” filminde unutulmaz bir sahne vardır. Mahalle, akşamüstü el birliğiyle sinemaya gider. Kadınlar başörtülerini düzeltir, çocuklar ellerinde çekirdek torbası taşır, erkekler kahkahalarla şakalaşır. Biraz sonra aynı karanlıkta, aynı hikâyeye gülüp aynı sahnede hüzünleneceklerdir. Koltuklar birbirine değdikçe insanlar birbirine yaklaşır. Film başlar, ışık perdenin üzerinden taşar — ve orada herkes biraz kendini, biraz da birbirini izler.
İşte sinema, tam olarak budur: Bir mahallenin aynı rüyayı görmesi. Bir toplumun aynı hikâyeye inanması. Bir ülkenin, iki saatliğine de olsa, aynı duyguda buluşması. Bugün o mahalle yok, o sinema da yok ama belki hâlâ o ışığın altında yeniden buluşabiliriz.
Bu öneriler ne kadar uygulanabilir, doğrusu ben de bilmiyorum. Sonuçta bu işin maddi bir tarafı var; sinema salonculuğu kâr getirmediği sürece kimse bu işe para yatırmaz. Ama ben bir seyirciyim — biletini cebinden alan, o koltuğa kendi parasıyla oturan bir seyirci. Dolayısıyla beklentilerimi de buradan konuşacağım.