Rojda Ezgi Oral ile Yerli Malı filmi sayesinde tanıştık. Mardin’de geçen, dönem olarak siyah önlüklü zamanları, 80’leri anlatan, kimlik ve kültür üzerine baskıcı sistemin etkisine naif ve tepkisel bir biçimde kafa tutan çocukları anlatan bu filmle ilgili kendisine sorularımı yönelttim.
Merhaba Rojda, biraz seni tanıyalım mı?
Ben Rojda Ezgi Oral, İzmir’de doğup büyüdüm ve Mardinliyim. Kimliklerin, dillerin ve sessizliklerin iç içe geçtiği bir geçmişle büyüdüm. Maruz kaldığım gerçeklikler bazen söylenmeyenler, bazen fazlasıyla söylenenler beni anlatmaya değil, önce anlamaya yöneltti. Sinema, bu anlam arayışında içimde bir yere sessizce yerleşti. Bir noktadan sonra da dönüştürmenin yolu oldu. Lisans eğitimimi Artuklu Üniversitesi’nde tamamladım, şu anda aynı üniversitede yüksek lisans yapıyorum ve bir süredir Mardin’de yaşıyorum ve sinema alanında çalışmalara devam ediyorum.
Yerli Malı’ndan önce de filmler çekmişsin hatta yapımı devam eden bir belgeselin de mevcut sanırım. Film çekmek senin için ne ifade ediyor? Türler arasında geçiş senin için ne ifade ediyor?
Yerli Malı’ndan önceki öğrencilik dönemimden şu ana kadarki çalışmalarımda film çekmeye teşebbüs ettim desem sanırım daha yerinde olacak, bu yüzden Yerli Malı benim ilk kurmaca kısa filmim oldu. Belgesel projem uzun soluklu bir proje olduğu için gerekli desteklere eriştiğimde tamamlayacağımı umuyorum. Film çekmek, projelerde yer almak benim için bir tür hafıza çalışması gibi. Hem kişisel hem toplumsal belleğe dair bastırılmış, unutulmuş ya da görünmezleştirilmiş olanı ortaya çıkarma çabası. Türler arasında geçiş de bunun bir parçası aslında. Hikayenin ihtiyacı neyse oraya yöneliyorum. Kurmaca, belgesel, deneysel… Hepsi anlatmak istediğim şeye açılan başka yollar benim için. Bu yüzden kendimi tek bir türle sınırlamak istemiyorum.
Yerli Malı’nın konusu nasıl bir ilhamla oluştu?
Öykü 80’lerin Mardin’inde yaşanmış bir olay olmasına rağmen, senaryoyu beraber yazdığım arkadaşımdan dinlediğimde, 90’ların sonunda, benim de maruz kaldığım dil, kimlik ve kültür baskılarının aynısıydı. Ne aradan geçen yıllar ne de farklı coğrafyalar tektipleştirici sistemi ve etnik kimlikler üzerindeki politikayı değiştirememişti. Yıllardır içimde taşımak zorunda kaldığım bir yük olan ve eğitim hakkımı elimden alan tektipleştirici eğitim sistemiyle tekrar karşılaşmış gibi hissetmiştim. İlkokul sürecinde yaşadığım ve okulu bırakmama neden olan sistematik uygulamalar yüzleşilmesi gereken bir konu olarak önümde duruyordu. Yerli Malı Haftası, çocukluğumuzun naif bir ritüeli gibi görünse de aslında çok katmanlı bir anlam taşıyor. Resmi ideolojinin benimsediği yerli kavramı ile kişinin kendi yerli deneyimi arasındaki uçurumun üzerine düşünerek hikayeyi hayata geçirmeye başladık.
Okul müdürünün aşırı sinirli gösterilmesi biraz da olacak olayların arttırıcı etkisi gibi duruyor, bu anlamda okula getirilen üzüm suyunun safiyane bir duyguyla mı yoksa bir tepkiyle mi oraya getirildiğini senden dinlemek isterim.
Müdür karakterini oluştururken o dönemi yaşamış, o yıllarda öğretmenlik yapmış hocalarla iletişim halindeydim. Ortaya çıkan, sadece bireysel bir otorite değil; aslında sistemin neyi “makbul” gördüğünü temsil eden bir karakter. Müdür de sisteme uygun davranan, onun tanımlarına sığan, itaat eden bir figürdür. Gabro’nun üzüm suyu getirmesine değinecek olursam bunun bilinçli bir tepki mi ya da kendi yerliliğini bilip onu getirme çabasının safiyane bir duygusu mu olduğunu net belirtmek istemedim. Çekim sürecinde ve öncesinde de her düşündüğümde bu muğlaklığın üzerine düşünmek daha çok hoşuma gitti. Nitekim filmin sonunda dönüşen karakter ve Son Akşam Yemeği tablosu bu muğlaklıkla örtüşmeliydi. Filmde bir yandan okulun katı kuralları, tek bir kimliği merkeze alan anlayışı var; diğer yanda ise çocukların hayal gücüyle, oyunla, paylaşarak kurdukları çok renkli, çok sesli bir dünya. Ben bu çelişkiyi, çocuğun diliyle, yargılamadan ama hissettiren bir şekilde anlatmak istedim. Yerli dediğimiz şeyin gerçekten ne anlama geldiğini birlikte düşünelim istedim. Çünkü bazen en güçlü eleştiri, en saf yerden gelen oluyor.
Yerli malı kendi kendine yeten bir ülke olmaya da atıfta bulunan bir durum. Çocukluğumuzda okulda en keyifli geçen günlerden birisiydi. Şimdi de yapılıyor okullarda ama sanırım eski tadı yok, çünkü ülkenin kaynakları tükenmek üzere. Film önlüklerden anladığımız kadarıyla 80-90’lı (bir yerde 80 darbesi) yılların izini sürüyor, bu süreci nasıl yorumladın? Ve neden o dönem?
Yerli Malı Haftası, birçok insan için çocuklukta keyifle hatırlanan bir etkinlik. Paylaşmak, evden bir şeyler getirmek, hep birlikte bir masa etrafında olmak… O günlerde ve o yaşlarda bunu sadece renkli, neşeli bir an olarak yaşardık. Ama zamanla fark ettim ki, o etkinliğin içinde bile neyin “yerli” sayıldığına dair görünmeyen bir çerçeve vardı. Kimin getirdiği şey daha çok övgü alır, kiminki görmezden gelinir? Bu sorular, sistemin daha derinlerde nasıl işlediğini gösteriyor. Ben o dönemde çocuk olmadım ama o döneme dair çok fazla şey dinledim, izledim, okudum. Film de biraz böyle bir belleğin içinden süzülerek kuruldu. Bireysel hafızalarla toplumsal belleğin birbirine karıştığı, tanıdık ama mesafeli bir yerden… Zaman olarak belirli bir döneme sabitlenmese de, özellikle 80’ler ve 90’ların izlerini hissettirmeyi amaçladım. Araştırdığım kadarıyla o yıllar, okulun ve eğitimin bir şekil verme aracı olarak en katı haliyle var olduğu zamanlar. Filmde bu zamanı seçmemin nedeni nostaljik bir atmosfer yaratmak değil; çocukların dünyasından bakarak hem geçmişteki, hem bugündeki bazı soruları yeniden sormaktı. Belki yüksek sesle değil ama sessizce ve küçük detayların içinde…
Okul müdürünün cuma namazı için sınıflardan öğrenci toplaması kısmı ise daha çok günümüzün eğitim anlayışına denk düşüyor sanki, bu anlamda zamansal olarak biraz algı karmaşası yaşatıyor, sen ne dersin? (Tabii orada amaç diğer inançları, halkları yok saymak onu anlıyoruz ama anlattığın dönem daha seküler bir süreci kapsadığı için sordum.)
Bu algı karmaşasını Türkiye’deki sekülerlik kavramının algılanışı ve değişimi üzerinden anlamaya çalışıyorum. Geniş tarihsel bir tartışma konusu olsa da 80-90’ların sekülerliğinin kırılgan bir yapısı olduğunu ve darbe ortamıyla birlikte gelişen Türk-İslam sentezinin dinin siyasallaşmasında önemli bir eşik olduğunu düşünüyorum. Nitekim filmin hazırlık sürecinde de o döneme dair yaptığım araştırma ve görüşmelerde bu tarz uygulamaların yaygın bir biçimde tercih edildiğini gözlemledim. Cuma namazı sahnesi de bu bağlamda benim için daha çok dönemin zihinsel manzarasını yansıtan simgesel bir detaydı. Film boyunca zaten birçok farklı kimlikten, inançtan ve kültürel arka plandan izlere yer vermeye çalıştım, bu sahne de onların arasında yer alıyor. Ben o dönemin öğrencisi değildim ama çok sayıda anlatı, tanıklık ve kişisel hafıza aktarımıyla şekillendi bu film. Bu sahne de o belleğin içinden süzülerek yerini buldu. Filmde zaman da bu yüzden tekil değil. Belirli bir yıl ya da siyasi döneme sabitlenmektense, geçmişle bugünün iç içe geçtiği, belleğin katmanlı yapısını taşıyan bir zemin tercih etmeye çalıştım.
Çocukların Süryani, Arap, Kürt olarak arkadaş olmaları ya da halkların kardeşliği kurumlar bazında çok da ifade bulmayan bir şey… Gabriel şarabı keşfediyor, diğer çocuklar da bu anlamda absürt bir şeyler bulabilir miydi?
Gabro’nun kendi yerlisi olan üzüm suyunu etiketleyip getirmesi, sadece Süryani kimliğine değil, kültürel hafızaya da bir gönderme aslında. Bu sahne, ilk bakışta yerli malı haftasına katılım gibi görünse de, “yerli” kavramını yeniden düşünmeye davet eden bir hikaye. Diğer çocukların “absürt” tepkiler vermemesi bilinçli bir eksiltme değil, çünkü zaten kendi mutfaklarından, evlerinden getirdikleri şeylerle aslında onlar da bir çeşitlilik ortaya koyuyor. Belirttiğiniz şekilde kurumsal bir ifade bulamayan bu durumu, tam da bu nedenle, Mardin özelinde halkların bir aradalığını gündelik yaşamda vurgulayarak sistemle aralarındaki çelişkiyi naif bir dille anlatmaya çalıştım. Filmde asıl odaklandığım şey, “yerli” kavramının kendisi: Yerliliği kim tanımlar? Kime göre, nasıl yerli sayılırız? Bu sorular üzerinden aslında her kültürün doğal bir var olma biçimi geliştirdiğini göstermeye çalıştım.
Filmin sonunun “Son Akşam Yemeği” tablosuna bağlanmasının sebebi? Klasik ve sık kullanılan bir gösterge olduğu için soruyorum.
Filmin açılış ve son sahnesinde yer alan “Son Akşam Yemeği” karesi, bir dönüşümün ilk adımlarını omuzluyor diyebilirim. Bazı izleyiciler bu sahneye aşina olabilir tabi, benim için ise bu tablo karakterlerin duygusal yolculuğunu destekleyen, sistemin kimleri “iyi”, kimleri “kötü” olarak tanımladığına dair bir sorgulamanın parçası. Leonardo da Vinci’nin bu tabloyu yaparken yaşadığına inanılan bir hikaye vardır; İsa’nın yüzünü çizerken kullandığı model ile yıllar sonra Yahuda’nın yüzü için bulduğu adamın aynı kişi olduğu ortaya çıkar. Bu benim için çok etkileyici. Çünkü bu hikayede iyi ile kötü arasındaki çizgi zamanla iç içe geçer. Gerek toplumsal koşullar, gerekse baskılar, yok sayılmalar, bir yüzü dönüştürebilir. Filmde Gabro’nun sessizliği ve cezalandırılması da bu dönüşüme alan açıyor ve görüyoruz ki, sistem bir çocuğu bile dönüştürebiliyor.
Filmin çekilme koşullarını sormak isterim, oyuncular, dönem duygusu, çocuk oyuncuların yönetimi ve maddi koşullar açısından vs. nasıl geçti?
Biraz zamansız yakalandık diyebilirim, filmin öyküsüne ikna olduktan hemen sonra CultureCivic fon açmıştı ve senaryo oluşmadan fona başvuruda bulundum. Projemin seçildiğini öğrendikten sonra Bilal Korkut ile beraber senaryoyu yazmaya başladık. Eylül ayında açıklanan proje ile birlikte biz Şubat tatiline kadar teknik ekip, oyuncular, mekanlar, kostüm ve bir setin ihtiyaç duyacağı her adımı tamamlamak zorundaydık. Pre-prodüksiyon aşaması bu yüzden fazlasıyla yorucuydu ki ağlayacağım anlarda bile şu an buna zamanın yok diyerek yol almaya devam ediyordum. Dönem filmi olması, okul sahnelerinin ve birden fazla mekanların olmasından kaynaklı destek aldığım bütçenin yetmesine imkan yoktu. Ortak yapımcı, sponsorlar ve öz kaynakla maddi açığı kapatmaya çalıştık. Şahane bir ekiple beraber Mardin soğuğunda bile oyuncular dahil herkesin projeye inanmış olması sanırım en büyük şansımdı. Çocuk oyunculara gelince de Diyarbakır’da bulunan Zarok Ma Müzik Merkezi’nde eğitim alan öğrencilerdi, sık sık görüşmeye gittik. Onların heyecan ve istikrarları sonucunda beraber çalışmaya karar verdik. Güçlü bir iletişim dili yakaladığımız için de onlarla çalışmak büyük bir keyifti benim için ama tabi kalabalık sınıf sahnesi için bunu söylemek biraz zor. Sanat kısmında da beraber çalıştık ve daha önce de belirttiğim gibi o dönemlerde öğretmenlik yapan değerli hocalarımın arşivlerinde yer alan fotoğraflar olsun, okulların arşivleri olsun sürekli bir tarama yaptığımız için ve okul depolarını sürekli kurcaladığımız için elimizden geleni kemik bir ekiple tamamlamaya çalıştık. İlk film için bu kadar meşakkatli bir projeyle başlamam doğru muydu emin değilim hala. Şaka bir yana büyük ölçüde filmden ve filmde beraber yol aldığım tüm arkadaşlarımdan memnunum. Buradan da bir kere daha bana ve projeye inandıkları için teşekkür ederim.
Filmin festival yolculuğu nasıl geçti, seyircilerden nasıl tepkiler aldı? Genel olarak film festivallerini nasıl buluyorsun?
Festival sürecine başlayalı çok olmadı, yine de şimdiye dek Türkiye ve pek çok uluslararası festivalde gösterildi. İlk gösterimin yapıldığı yer Duhok Uluslararası Film Festivali’ydi ve burada çok iyi geri dönüşler olmuş ve jüri özel ödülü ile dönmüştüm. Bu hikayenin izleyicilere geçtiği, seyircilerin hisleriyle temas kurduğu anlar benim için çok kıymetliydi, her seyircili gösterimde tarifsiz bir heyecan yaşıyorum. Film süresince yaşanan sessizlikte herkesin kendinden bir şeyler hissederek sessizleştiği duygusunu daha sonra onlardan duymak bir garip hissettiriyor tabi. Türkiye’de prömiyerini yaptığı Kaş Film Festivali sonrasında da seyircilerin tebrik ve kendi yaşadıkları deneyimleri duymak (tabi bunu kısık sesle anlatmaları) hüzünlendirdiği kadar, iyi ki kısacık bir ses olabilmişim de dedirtiyor. Festival ortamlarını da çok önemsiyorum çünkü filmin bir yolculuğu varsa, o yolların kavşağı biraz da festivaller oluyor. Festivallerin bir araya gelme, tanışma ve tartışabilme gibi temel meselelere daha çok eğilmesi ve bu etkiyi daha çok önemsemeleri gerektiğini düşünüyorum.
Bundan sonra üzerinden çalıştığın projeler ne olacak, uzun metraj olacak mı mesela?
Şu anda Yerli Malı’nın festival sürecini yönetiyorum. Bir yandan da Kasım ayında çekmeyi planladığımız yeni bir kısa film projesine hazırlanıyorum. Şimdilik daha çok kısa filmle üretmeye devam ediyorum çünkü hem anlatmak istediğim şeyler bu formda kendini daha açık gösteriyor, hem de koşullar bunu mümkün kılıyor. Kimlik ve hafıza gibi temalar bana çok şey söyleyen ve söylemem gerektiğini düşündüren konular. Uzun metraj, zihnimin bir köşesinde hep var ama açıkçası şu an hem maddi hem manevi olarak o gücü tam olarak kendimde hissetmiyorum. Neticede üretmenin her geçen gün daha da zorlaştığı bir dönemde yaşıyoruz.
Son olarak neler söylemek istersin?
Eğer bu film bir şeye hizmet edecekse, bunun birbirimizi biraz daha dikkatle dinleyebilmek ve anlamaya çabalamak olmasını isterim. Ve eğer bu film izleyende küçük bir duraksama yaratabiliyorsa, bir yerinden dokunabiliyorsa galiba anlatmak istediğim şeye yaklaşmışım demektir. Bu filmi izleyen, üzerine düşünen, sorgulayan herkese ve bu röportaj için sizlere teşekkür ederim.