Sinema İşletmeleri Türk Sinemasına Karşı

1 Ocak 2019

Büyük gişe getirisi bekleyen yapımcılarla sinema işletmeleri arasında, elde edilen kazancın paylaşımı konusunda çıkan anlaşmazlık 2018 yılının son günlerinde tartışmalara neden oldu. İşletme tekelinin kazancından vazgeçmeyeceğini ve bunu da güya halkın yararına yaptığını söylemesi, gişe komedyenlerinin ise kazancı daha eşit paylaşmak isterken bunu halk için yapıyormuş izlenimi vermeye çalışmasına tanık olduk. Ama bunlar, yapımcılar ve sinema işletmeleri arasındaki ilişkiyle ilgili asıl sorunu örtmemeli. Bu sorun, büyük gişe getirisi olan komedyenler dışında kalan bağımsız film yapımcılarının, sinema işletmeleriyle kazanç paylaşımı tartışmasını bırakın, filmlerinin birkaç salonda gösterilmesi için bile savaş vermek zorunda olmalarıdır.

Türkiye’de çok az sayıda sinemada gösterilebilen, bazen hiç salon bulamayan bir sürü film var. Trajik olan ise bu sorunun nerdeyse 80 yıldır sürüyor olması. Ara ara geçici olarak ortadan kalkmış gibi gözükse de Türk filmlerinin salon bulamaması, sinemaların büyük yıldızlar barındırmadıkça yerli filmlere burun kıvırması sürekli bir sorun olarak varlığını korumuştur.

blank

Önemli sayıda film üretilmeye başlandığı 1950’lerin başında Türkiye’deki çoğu sinema Türk filmleri göstermiyor, yalnızca yabancı filmleri programına almayı tercih ediyordu. 1953’te Taksim’de yerli film gösteren tek sinema Taksim sinemasıydı ve yapımcılar bu salonun da otel yapılacağını duyunca paniğe kapılmışlardı. Bu karamsar tabloya rağmen halkın yerli film izleme talebi Türk Sinemasının yabancı film işgaline son vermesini sağlamıştı.

Hemen ertesi yıl yapılan bir değerlendirmede, ithal edilen filmlerde önemli bir azalma görülüyordu. Bir zaman Türkiye’yi istila etmiş olan Mısır filmleri artık tamamen silinmişti, İngiliz ve Fransız filmleri de yok denecek kadar azalmıştı. Türk filmleri utanılacak bir olguyken artık ithalci şirketler kendileri yerli film yapmaya karar veriyor, yerli filmlerle ilgili sinema dergileri çıkıyordu. “Türk sineması emperyalizme karşı verdiği savaşı kazanmıştır!” deniyordu. Ama bu savaşlar, kazanınca hemen bitmiyor, aynı azimle çabalamayı sürdürmek gerekiyor. Bunun için de birleşmek ve belirlenen temel ilkeler ve stratejiler doğrultusunda mücadele etmek zorunlu. Yapımcıların o dönem hiç de ilerisini düşünmeden hareket etmesi bugünkü sorun ve tartışmaların kökenlerini oluşturmuştur.

Sinemacıların başta keyifleri yerinde gibiydi ama istenen yine tam olarak bu değildi. Halen büyük şehirlerde yerli film yeterince popüler olmamıştı. Orhan Elmas 1955 yılında yazdığı bir yazıda her sinemaya yıl içinde en az 5 yerli film gösterme zorunluluğu getirilmesini istediklerini belirtiyordu. Bu istek 3 yıl sonra, sinemacılar bir sinema kanunu çıkarılması isteklerini ve bu kanun hakkındaki önerilerini bir broşüre bastırıp milletvekillerine dağıttıklarında da yinelenmişti. O yıllarda uzun süre dile getirilse de bu talep asla bir karşılık bulmadı.

1950’lerde ve sonrasında da sinemacı ve sinema işletmecileri arasındaki çekişmelerde hiçbir zaman sinemacılar isteklerini elde edemediler. Tüm bunlara karşılık salonlarda gösterilmeyen, küçümsenen, dalga geçilen Türk filmleri 1959’a gelindiğinde dünyada üretim ve gösterim açısından 8. sıraya yükselmeyi başarmıştı ama hala pek çok film salon bulamıyordu. Türkiye çapında sinema sayısı 800’ü aşmıştı, yine de 1961 yılında çekilen 150 filmin yarıya yakını o sezon içinde gösterilememişti. İşte bugün hala aynı şeylerin yaşanıyor olması bizi asıl düşündürmesi ve kahretmesi gereken durumdur.

Kazanç paylaşımının eşitliği tabii ki sağlanmalıdır. 1961’de yapılan bir söyleşide Sadri Alışık, yapımcının filmden elde edilen kazancın %40’ını aldığını geri kalan %60’ın ise salon sahibine kaldığını haber veriyordu. Bu durum yapımcıların yeterli sermaye birikimi yapmasını önleyen ve filmlerin hep olanaksızlıklar içinde yapılmasına neden olan etkenlerden biriydi. Günümüzde de belli bir gişe geliri garanti olan skeç filmleri dışında, Türk sinemasını yüceltecek, büyük kitleler tarafından ilk başta çok önemsenmese bile sinema sanatı adına içerdiği çaba görülmeye ve gösterilmeye değer olan filmlerin de eşit muamele görmesi gerekiyor ve eşit kazanç asıl bu yapımlar için gereklidir.

Türk Sinemasına ekonomik olarak yön verenlerin, sektördeki diğer yapımcılar ve bağımsız sinemacılarla bir araya gelip kendi filmlerinin kârlarıyla olduğu kadar bu sorunlarla da ilgilenmeleri, çözümleri için kafa yormaları ve etkin çaba göstermelerini beklemek herhalde saflık olacak. Sinema işletmelerine de sinemaseverleri yolunacak kaz olarak görmeyin, onlara şu seçenekleri de sunun dense bir kulaklarından girip ötekinden çıkacak. Sonuçta sinema salonları sinema sanatına yalnızca ticari olarak bağlı olan, parasal kazanç amaçlayan işletmelerdir ve çok para kazandıracak filmleri tercih eder. Yabancı filme çok talep varsa yerli filmin yüzüne bakmaz, yerli film bir gelişme gösterince yine talebe göre bu filmleri göstermeye başlamıştır. Ayrıca yerli film içinden de yine en çok para getirecek olanları seçmeye çalışır. Bu durumda yıldız oyuncusu, bilindik yüzleri olmayan filmlere doğru dürüst şans verilmez ve hep az sayıda salonlara mahkûm bırakılır. O filmler de artık bir şekilde gişeden toplayabildiğini toplayıp sahneden çekilir. Oysa sinemacılar kadar salon sahiplerinin de geçmişte yaşananları asla unutmaması gerekiyor.

60’lı yıllarda, yerli sinemanın sağlam temeller üzerine oturmadığına dair yapılan uyarılara kulak asmayanlar 1973 yılında bunalım kesin olarak kendini gösterdiğinde boğuluyoruz diye can çekişmeye başladılar. Televizyon sinemanın tahtını sallayıverdi, sinema seyircisi bir sonraki yıl %40 azalmıştı. 10 yıl önce setten sete koşan yıldızlar evde oturuyordu. Türkan Şoray 1975’te yalnızca bir filmde oynamış o da bitirilememişti. Diğer yıldızlar da ancak kendileri şirket kurup film yaparak birkaç filmde var olabildiler ama bu da yetmedi. Filiz Akın gibi hemen hepsi şarkıcılık yapmaya başladılar. Türker İnanoğlu için “sinemadan kaçanlara o da eklendi” deniyor, karısı Gülşen Bubikoğlu adına Nişantaşı’nda kafe açması eleştiriliyordu. 80’lerin sonunda artık sinema salonları bir bir kapanıyor, başka işyerlerine, depolara, otopark veya apartmanlara dönüştürülüyordu. Kalan sinema salonlarını besleyen yalnızca Arabesk filmleriydi.

Televizyonun ve videonun o zaman yaptığını internet yayıncılığı çok daha etkili şekilde bugün yapmak üzere. Amerikan sinemasında bile en bilinen yıldızlar Netflix gibi yayınlar için filmler yapıyor ve çok daha fazla seyirciye ulaşmanın avantajını kullanıyorlar. Netflix filmlerinin sinema filmleriyle eş sayılmaması, önemli yarışma ve festivallere katılamaması gibi önlemler almaya çalışan bir kısım umutsuz sinemacı ise çığı durdurabilecek gibi gözükmüyor.

Sami Şekeroğlu ta 1973’teki bir söyleşide yerinde bir öngörüyle, 21. yüzyılda sinema salonlarının artık ortadan kalkacağını, filmlerin kişiye özel platformlarda ve zamansız olarak izlenebileceğini ve belki çok daha farklı teknolojiler geliştirileceğini söylemişti. O günler geldi çattı. Sinemacıların ve işletmecilerin bu gerçekleri görerek geleceğe hazırlanması ve güç birliği etmesi, bağımsız sinemacıların bu hayhuy içinde kaybolup gitmesinin önlenmesi için her türlü önlemin alınması gerekir. Sinemamızı ayakta tutan gişe komedyenlerinin filmleri olsa bile onu geliştiren, itibar verenin diğer yapımlar olduğu unutulmamalıdır.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci

blank

Murat Kirisci

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV bölümünden mezun. 2013’ten beri Öteki Sinema’da yazar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Top 10: Afişlerdeki En Sıkı Popolar

Öteki Sinema'nın femme fatale yazarı Semra Doll, bu kez film

Bir PR Faaliyeti Olarak Blogların Etinden, Sütünden Faydalanmak

Bülten göndermeye gelince bloglara ilgili yaklaşan PR çalışanları, iş festivale