Kültür, yalnızca korunması gereken bir miras değil, aynı zamanda yeniden üretilecek bir süreçtir. Urla’daki Uluslararası Gastronomi Film Festivali de tam olarak bu anlayışın somut bir tezahürü olarak öne çıkıyor. Tematik derinliği, mekânsal seçimi ve disiplinlerarası yaklaşımıyla bu festival, kültür politikaları açısından Türkiye’de benzeri az rastlanır bir model sunuyor.
Kentsel kimliğin kültürel üretimle yeniden tanımlandığı bir çağda, Urla’da yeni bir adım atıldı: Uluslararası Urla Gastronomi Film Festivali. Bu yıl ilk kez “Sofradan Beyaz Perdeye” temasıyla gerçekleştirilen festival, yalnızca bir etkinlik değil; kent hafızasını sinema ve gastronomiyle yeniden kurgulayan bir kültür politikasının ürünü olarak dikkat çekti. Mekân olarak Urladam’ın tercih edilmesi de bu perspektifin somut bir göstergesi. Bana göre Urladam yalnızca fiziksel bir alan değil; kentin belleğinde kültür ve sanatın çağdaş bir karşılığı.
Urla’nın tarihsel birikimi, binlerce yılın sofra geleneğiyle şekillendi. Klazomenai’nin zeytinyağından bugünün butik restoranlarına uzanan bu gastronomik süreklilik, sinemanın anlatı gücüyle buluşarak yeni bir mecra kazanıyor. Urladam, bu buluşmanın mekânsal temsili haline gelirken, Urla’nın kentsel imajını da yeniden tanımlıyor: Geçmişin izlerini taşıyan ama geleceğe dönük bir kültürel yerleşke.
Urladam, kentin kenarında değil, tam merkezinde konumlanan bir kültür laboratuvarı işlevi görüyor. Eski bir kıyı yerleşkesinin çağdaş bir sanat yerleşkesine dönüşümünde, yalnızca yapı değil, anlam da dönüşmekte. Bu açıdan bakıldığında, festivalin burada gerçekleşmesi sembolik değil bilinçli bir tercih. Yapının fiziksel varlığı kadar düşünsel ağırlığı da Urla’nın dönüşen kültürel haritasında önemli bir yer tutuyor.
Gelelim festivale… Festivalin açılış filmi “Ölümsüz Z”, gösterimin ardından düzenlenen söyleşiyle sinemanın öngörü kapasitesini ve belleğe katkısını gözler önüne serdi. Yönetmen Nilgün Yanık Emiroğlu, filmin zamansal esnekliğine dikkat çekerek, sinemanın gündelik gerçeklikle kurduğu bağı vurguladı.
Kısa film seçkilerinde “Enginar Zamanı”, “Sinema ve Mutfak Kültürü”, “Toprağına Renk Katanlar” gibi yapımlar yalnızca yemekle ilgili değil; mekân, hafıza, kimlik ve doğayla kurulan çok katmanlı ilişkileri de perdeye taşıdı. Bu yaklaşım, gastronomiyi yalnızca lezzet değil; anlatı değeri olan kültürel bir bileşen olarak konumlandırıyor.
“Esnaf Lokantaları Hikayeleri” etkinliğinde Ezel Akay ve diğer katılımcılar, esnaf lokantalarını bir tür yaşayan arşiv olarak tanımladı. Burada söz konusu olan yalnızca yemek değil; bir üretim biçiminin, bir kamusal alan kültürünün sürdürülebilirliği.
Festivalin öne çıkan oturumlarından biri olan “Oyuncunun Felsefesi” etkinliğinde, Nazan Kesal’ın sinema emekçiliğini gündelik emek süreçleriyle eşdeğer tutması, festivalin düşünsel derinliğine katkı sağlıyor. Şu cümleleri mutlaka not almalı; “Bizim işimiz tuhaf bir biçimde ekran önünde olduğu için seyirciyle aramızda bir açık ara mesafe bırakıyor. Ulaşılmaz yapıyor bizi. Aslında o büyük, çok büyük bir tehlike oyuncu için. Çünkü Aslında ulaşılmaz değiliz. Benim mesela kendim için oyunculuk nedir desem ben çorap işçisinden bir farkım yok benim. Fabrikada çalışan ya da şurada bizim enginar tarlalarında çalışan kadınlarımızdan benim ne farkım var? O tarlada çalışıyor, ben de ekranlarında çalışıyorum. Böyle kodladığın zaman felsefesini böyle oturttuğun zaman artistlik tarafı seyirciye kalıyor. Ama işçilik ve emekçilik tarafını ben üstlenmiş oluyorum. Dolayısıyla burada özne olan özne olan önce kendi benimle, kendi kişiliğime, kendi oyuncu adaylığımı beslemek, büyütmek, yukarı çekmek.”
Aynı bağlamda, Digesting Sustainability belgeseli üzerinden yapılan tartışmalarda gastronominin doğayla ve etikle kurduğu ilişki çok boyutlu olarak ele alındı.
İsmail Ertürk, Blanca Del Noval de Montenegro, Jale İncekol gibi isimlerin katkılarıyla yemek üretimi, yalnızca bir şef pratiği değil; aynı zamanda ekolojik, sosyolojik ve ekonomik bir eylem olarak yeniden tanımlandı. Şef Serkan Anavatan ve Şef Osman Sezener, tabak estetiğinin ötesine geçen sunumlarıyla, yemek yapma pratiğinin kültürel aktarım boyutuna işaret ettiler. Sezener’in mesleki geçmişine dair anlattıkları, gastronomi alanında süreklilik ve istikrarın emekle kurulan ilişkisine güçlü bir vurgu niteliğinde.
Kemal Varol ve Nihat Özdal’ın yer aldığı “Sözcükler, Tatlar ve Görüntüler” paneli, yemek ve edebiyat arasındaki anlatı düzlemlerini tartışmaya açtı. Bu etkinlikte yemek tarifleriyle hikâyelerin benzer yapısal formüllere sahip olduğu; zamanlama, denge ve ölçü kavramları üzerinden ortaklık kurduğu vurgulandı.
Ercan Kesal’ın yer aldığı “Yeryüzü Sofraları” etkinliği ise paylaşımın bir etik tavır, hatta bir yaşam biçimi olduğuna dair etkileyici bir çerçeve sundu. Kesal’ın paylaştığı kişisel anlatılar, festivalin duygusal ve felsefi derinliğini artırdı.
“Denizlerden Sofralara” etkinliğinde Şef Osman Serdanoğlu, iklim değişikliğinin mutfaklara etkisini somut örneklerle anlattı. Aynı şekilde, Valentin Marcus Andersen ve Pere Albero gibi yönetmenlerin katkılarıyla kültürel sürdürülebilirlik kavramı sinema üzerinden de tartışmaya açıldı.
Festivalin çoklu duyulara hitap eden etkinliği “Tasty Cinema” ve müzikle lezzeti buluşturan “Şarkılarla Memleket Sofraları” kapanış etkinliği, sinema deneyimini klasik biçimlerin ötesine taşıdı.
Festivalde bulunduğum süre zarfında gözlemlediğim şu oldu. Uluslararası Urla Gastronomi Film Festivali, Türkiye’deki tematik festivallerin formatını sorgulayan ve yeniden inşa eden özgün bir model sunuyor. Festivalin, Sinemayı bir anlatı aracı olarak gastronomiyle buluşturması, yalnızca içeriksel değil; yapısal olarak da dönüştürücü bir yaklaşımı temsil ediyor.
Bugün birçok tematik festival, içeriği ve mekânı bir araya getirmektense paralel yürütür; oysa Urla Gastronomi Film Festivali, sinema gösterimlerinden panel yapılarına, atölyelerden duyusal deneyimlere kadar her katmanı mekânla ilişkilendirerek bütüncül bir kültürel deneyim sunmayı başarıyor. Bu, sadece bir festival organizasyonu değil; kültür-sanatın yeni üretim ve tüketim biçimlerine dair cesur bir öneri.
Urladam gibi çok işlevli ve disiplinlerarası üretimlere olanak tanıyan bir kültürel yerleşkede gerçekleşmiş olması, festivalin geleceğe dair kurduğu iddianın mekânsal karşılığını da perçinliyor. Urla’nın yeni kimliği, artık sadece coğrafi güzelliğiyle değil, bu tür kültürel atılımlarıyla da tanımlanıyor.
Yenisinde de olmak, anlamı büyütmek dileğiyle.