Tüketimin İnşaat Seti: Lego Filmlerinin Anatomisi

Hafta sonunu kız arkadaşımın yedi yaşındaki yeğeniyle birlikte geçirdik. Cin gibi çocuk, çok meraklı, dakikada 41 soru sorarak Macaulay Culkin’in, Uncle Buck’taki rekorunu (dakikada 38 soru) tarihe gömüyor.

Bu haylaz sakinleştiğinde Youtube’da Lego videoları izliyor, Disney+’da Lego filmleri izliyor. Evlerinde bir lego dağı var, kutular, figürler, minik sarı suratlar… Zemin adeta plastik bir savaş alanı. Bu Lego evreni koca bir reklam, ama o farkında değil. Bir kuşağın hayal gücünü inşa eden şey, bir diğerinin zihinsel tüketim alışkanlığına dönüşmüş durumda.

blank

Çocukken ben de Lego severdim ama çok pahalı diye (pek de bulunmuyordu zaten) daha çok yerli benzerlerinden yürümüştük. Bir tutkum yoktur ama oyalayıcı şeylerdi. Pilsan’ın ürettiği Mini Mekanik serisinde Kuzey Kalesi mi ne vardı, onunla çok oynardım.

Yani kısacası, Lego’ya karşı bir nefretim yok, hatta saygım var. Ama bu Lego filmlerinden… işte onlardan hiç hazzetmiyorum! Çünkü bu filmler, çocukların hayal gücünü değil, tüketim refleksini büyütüyor. O çocuğun yüzündeki heyecanı görünce seviniyorum; ama aynı anda içimde bir sıkıntı beliriyor. Çünkü o artık oyun oynamıyor, bir markayla ilişki kuruyor.

Bir zamanlar sinema hayal kurduran bir fabrikaydı. Şimdi çocuklara hangi ürünü satın alacaklarını öğretiyor. Lego filmleri, bu dönüşümün en kusursuz örneği. “Yaratıcılığın” ve “oyunun” maskesi altında, tarihin en pahalı reklam kampanyalarından birini izliyoruz. Ve insanlar bu şeylere “film” demeye devam ediyor.

Lego Batman, Lego Star Wars, Lego Ninjago… Hepsi aynı formülün kopyası: sevilen bir markayı alın, “meta” esprilerle süsleyin, hızlı kurgu ve nostaljiyle boğun, sonra da “çocuklar için değil aslında büyükler için de eğlenceli” diye pazarlayın.

Bu filmler ne çocuklar için saf bir eğlence, ne de yetişkinler için zekice bir hiciv. Bunlar katalog sayfalarının sinemaya uyarlanmış hali. Her karakter bir ürün, her sahne bir raf düzeni, her duygusal an satış stratejisi.

blankLego filmlerinin temelinde “anlatı” değil, “envanter yönetimi” var. Hikâye, yalnızca ürün entegrasyonunun bahanesi. Tamam, bu on yıllar önce keşfedilmiş ve daha 70’lerin sonunda Star Wars filmleri ile uygulanmaya koyulmuş bir şey. Çocukluğumdaki çizgi filmler, He-Man, Ghostbusters, Scooby Doo falan hep oyuncak satma bahanesi ama hiçbiri bunu Lego filmleri kadar arsızca yapmadı. (Belki Star Wars yapmış olabilir!).

Çocukluğumuzun masum-zeki Lego’su ile bugünkü açgözlü sistem arasındaki fark ne? Bu aslında krizi fırsata çevirmenin şahane bir örneği. Şöyle ki, Lego 2000’lerin başında batmanın eşiğine gelmişti. Dijital oyunlar, PlayStation ve Pokémon gibi yeni kültür ikonları, klasik oyuncak pazarını yok ediyordu. 1998–2003 arası şirket 400 milyon dolar zarar etti. Ürün çeşitliliği patlamış, markanın kimliği silikleşmişti. “Lego’nun ruhu neydi?” sorusunun cevabını kimse bilmiyordu.

blankLego’nun sinemaya uzanan hikâyesi, Warner Bros’la değil Lucasfilm’le başladı. 1999 yılında yapılan Lego–Lucasfilm anlaşması, markanın tarihinde bir dönüm noktasıydı: bu, Lego’nun ilk lisans ortaklığıydı. Daha önce sadece kendi temalarıyla (City, Castle, Space, Technic gibi) ilerleyen marka, ilk kez dış bir evrenin kapısını aralıyordu. O da öyle küçük bir evren değil — Star Wars! Bu işbirliği tam anlamıyla altın yumurtlayan tavuk çıktı: o yıl Lego satışları yüzde 35 artış gösterdi, şirket iflasın eşiğinden döndü. Ama aynı anda ruhunu da sattı. Çünkü o andan sonra Lego’nun hedefi çocuklara hayal kurdurmak değil, başka markaların hayal dünyalarına oyuncak üretmek oldu.

Star Wars’tan sonra kapılar ardına kadar açıldı: Harry Potter (2001), Spider-Man (2002), Indiana Jones (2008), Pirates of the Caribbean, Batman ve Marvel işbirlikleri geldi. Lego artık bir oyuncak markası değil, Hollywood’un lisans servisi olmuştu. Her yeni blockbuster, Lego için yeni bir raf alanı anlamına geliyordu.

Lego’nun Warner Bros’la yaptığı film anlaşması çok daha sonra geldi ama o zamana kadar Lego zaten çoktan lisans bağımlısı olmuştu. Warner Bros sadece bu bağımlılığı sinemalaştırdı. Lego filmleri, birer yaratıcı deneme değil, uzun yıllardır süren lisans sömürüsünün sinemadaki zirvesi. Bugün raflarda gördüğümüz o devasa uzay gemileri, Hogwarts kaleleri ve Gotham şehirleri, Lego’nun değil, Hollywood’un çocuklara sattığı “hayal kopyaları.”

Lego markasının özü neydi? Hayal gücü. Elindeki parçalarla kendi dünyanı kurmak. Lego filmleri ise tam tersini yapıyor: “hazır hayal” satıyorlar. Oynayabileceğin olasılıkları değil, oynaman gereken biçimi dikte ediyorlar. Bu, tüketim kültürünün en sinsi hali — sana hayal kurdurmuyor, hayal kurmanın da satın alınabilir bir hizmet olduğunu öğretiyor.

Bu filmlerin en ironik yanı ise “özgün ol, farklı ol” mesajı vermeleri ama kendileri kadar kalıplara hapsolmuş başka bir yapım tarzı yok. Her film, aynı mizah temposuna, aynı dijital parlaklığa, aynı sinir bozucu “pozitiflik” dozuna sahip. Bu filmler, Pixar’ın ruhu olmadan, DreamWorks’ün sinizmiyle üretilmiş algoritmik gürültüler.

Lego filmleri sadece oyuncak değil aynı zamanda bir ideolojiyi satıyor: markaların hikâyelerin önüne geçebileceği fikrini. Bu, sinemanın en tehlikeli kırılma noktası. Çünkü artık “karakter” değil “IP (Intellectual Property)” yazılıyor senaryolara. Batman bile artık bir karakter değil, bir “ürün platformu”. Lego Batman bunun zirvesi — karakterin psikolojisiyle değil, lisans haklarıyla ilgilenen bir film.

blank

Lego filmleriyle yetinmediler elbette; çünkü Hollywood’da hiçbir “başarı” kendi halinde bırakılmaz. Lego, sinemadaki ticari mucizesini küçük ekrana taşıdı ve orada neredeyse kendi paralel evrenini kurdu. Lego Ninjago: Masters of Spinjitzu, Lego City Adventures, Lego Friends, Lego Star Wars: The Freemaker Adventures… Bitmek bilmeyen bir liste. Her biri aynı formülün kopyası: satış odaklı mizah, duygusuz diyaloglar ve yeni çıkan oyuncak setine denk düşen bölümler. Artık hikâye, ürüne hizmet ediyor. Yeni set çıkarsa yeni sezon da başlıyor, çünkü Lego’nun takvimi hikâye gelişimine değil, katalog baskısına göre işliyor.

Lego filmlerine duyduğum nefretin nedeni sadece “reklam filmi” olmaları değil; hayal gücünü sistematik olarak gasp etmeleri. Bu filmler, çocuklara yaratıcılığın değil, uyumun yüceltilmesi gerektiğini öğretiyor. Ve bu, korku filminlerindekinden bile daha korkunç bir fikir.

Belki de çözüm, Lego’yu tekrar çocukların eline bırakmakta ama bu kez film değil, gerçekten “oyun” oynamalarına izin vererek. Parçaları birleştirirken kendi hikayelerini kursunlar, markanınkini değil. Çünkü eğer her hikaye bir ürüne dönüşürse, bir gün hiçbir şey anlatacak halimiz kalmayacak.

MTŞ

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Türk Sinemasının Eleştirisine Katkı (1)

Ertan Tunç, Türk Sinemasının Eleştirisine Katkı yazı dizisinin ilk bölümünde
blank

Karanlık ve Siyah: Sun Ra’s Space is the Place

Space is The Place siyahi insanı konumlandırırken, popüler kültürün içindeki