Veysel Ayvazoğlu son filmi Bu Bir Kültür Ürünüdür ile bana ulaştığında sektörde fısıltı halinde dolaşan bir konunun ete kemiğe bürünmüş haliyle karşılaştım, yönetmen sanatın estetik ve ifade arayışından çok bir kimlik sunumuna dönüştüğünü söylüyor ve filminde de bu konuya ağırlık veriyor. Festival süreci yeni başlayan filmin ileride nasıl tepkiler alacağını kestirmek zor. Kendisine sorularımı yönelttim o da samimiyetle yanıtladı. İyi okumalar.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Veysel, seni biraz tanıyalım mı?
Merhaba, ben Veysel. 2000 yılında Almanya’nın Nürnberg şehrinde doğdum, aslen Gümüşhane Kelkitliyim. İlkokulu Almanya’da tamamladıktan sonra ailemle birlikte Türkiye’ye döndük. Orta öğrenimimi İstanbul’da tamamladım, ardından lise eğitimi için Kelkit’e gittim. 2019 yılında Kelkit Anadolu Lisesi’nden mezun oldum ve aynı yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’nü kazandım. Kısa film çekmeye 2015 yılında başladım. 2019’dan itibaren hem ulusal hem uluslararası festivallere katıldım, bazı ödül ve dereceler kazandım.
Film çekme motivasyonun nedir?
Film çekmek benim için çoğu zaman bir şeyleri anlatma isteğinden çok, bir şeyleri saklama ya da utancımı yönetme biçimi gibi. Kendimle ya da çevremle ilgili bir şeyi doğrudan söyleyemediğimde, onu bir karakterin içine, bir sahnenin kenarına bırakıyorum. Bunu yaparken kendimi de çevremi de biraz daha anlamaya çalışıyorum. Bazen sadece bir histen, bazen bir sessizlikten yola çıkıyorum. Ne yaptığımı her zaman tam olarak bilmiyorum ama yaparken bir şeylere yaklaştığımı hissediyorum.
Son filmin Bu Bir Kültür ürünüdür sinemanın belli türüne, kültür sanat için üretim yapan kişilere bir eleştiri, taşlama niteliğinde. Bu fikrin altyapısı nasıl oluştu? Büyük bir tepkinin dışavurumu gibi olmuş.
Açıkçası bugün kültür adı altında sergilenen pek çok şey artık bir estetik ya da ifade arayışı değil, bir kimlik sunumuna dönüştüğünü düşünüyorum. Bence sanat, bir tür temsil biçimine evrildi; özellikle de auteur çabasıyla kişisel bir markaya dönüşme alanına. Üreten kişiyle, üretimin kendisi arasındaki sınır bulanıklaştı. Bildiğim kadarıyla eskiden festivaller, var olan sinema yapısına bir tür tepkiydi. Sistem dışında durarak sinema üretme motivasyonuyla hareket ediliyordu. 1960’larda Fransa’da Cahiers du Cinema çevresinde toplanan Bazin ve arkadaşları, en azından bu dürtüyle yola çıkmıştı. Sinema hem düşünsel bir eylem, hem de politik bir karşı duruştu. Ama bugün geldiğimiz noktada, kendini “duyarlı” gösteren işler, sistemin içinde en iyi konumlanan yapımlar haline geldi. Ve tarih, zamanla kendi varlıklarını meşrulaştırmak için kullanılan birer referansa dönüştü, amacından uzaklaştı. Gerçeklik temsil edilmekten çok, artık taklit ediliyor; yerine imgeler inşa ediliyor. Kısacası evet, körler sağırlar birbirini ağırlıyor… ama önce selfielerini çekiyorlar.
Ben arkamı sağlam yere dayadım diyor ya belgeselci, fotoğrafçı arkadaş. Onu biraz açabilir miyiz, nereye dayanıyor bu arkalar, sırtlar ve orada neler yaşanıyor?
“Ben arkamı sağlam yere dayadım” lafı bence çoğu zaman bir samimiyet göstergesi değil, bir sistem bilgisi göstergesi. Kimin nerede, nasıl durduğunu, hangi söylemlerle kabul gördüğünü bilen biri bunu rahatlıkla söyleyebiliyor artık. Kültür üretimi yapan kişiler arasında da bu güven hissi genellikle kişisel yaratıcılıktan değil, ait olunan çevreden, destek alınan kurumlardan, belli kodları bilmekten geliyor.
Sırtını dayadığın yer bazen bir vakıf oluyor, bazen bir jürideki ilişki, bazen de hâkim estetik anlayışın içinde bir pozisyon. Ve bu pozisyon seni görünür kılıyor ama aynı zamanda seni dönüştürüyor da. O yüzden o “sağlam yer” dediğimiz şey çoğu zaman biraz konforlu, biraz da hesaplı bir alan. Benim için bu cümledeki esas sorun, bir tür kolektif dayanışmadan değil, kişisel pazarlıkların rahatlığından bahsediyor gibi oluşu. Sırtın neye dayalıysa, yüzün de ona benzemeye başlıyor çünkü.
Mesela sinemacıların sıradan insanları, engelli, tacize uğramış, itilmiş kakılmış insanları çekmesini istemiyorsun ya, mesela ne çekmelerini öneriyorsun, neler olmalı?
Aslında bu konuların sinemada işleniyor olmasıyla ilgili doğrudan bir sorunum yok. Filmim, mağduriyet temalarının kendisinden ziyade, bu tür mağduriyetleri kişisel bir kimlik inşasına malzeme olarak kullanan yaklaşıma eleştiri getiriyor. Yani sanatçıyla eseri arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin samimiyetini sorguluyorum.
Gerçekten bu filmleri çekenler kim? Woody Allen? Polanski? Bunlar sadece “sorunları görünür kılan” sanatçılar mı, yoksa kendi sorunlarını estetikle maskeleyen insanlar mı? Kadın meselesini işleyen heteroseksüel bir erkek yönetmenin, kendi komplekslerini bu duyarlılık üzerinden aklaması bana artık inandırıcı gelmiyor.
Abbas Kiarostami’nin Ten filminde yaşanan süreç buna çarpıcı bir örnek. Film, bir İranlı kadının yaşadığı gündelik baskılara dair son derece politik ve duyarlı bir hikâye sunuyormuş gibi duruyor. Ancak arka planda, bu hikâyeyi doğrudan yaşayan kadının -Mani Haghighi’nin annesi, oyuncu Mania Akbari’nin- hem emeğinin görmezden gelinmesi, hem de kamera üzerindeki kontrolün erkek bir otorite tarafından sürdürülmesi, anlatının bütün dengesini bozuyor. Hatta sonrasında Akbari’nin Kiarostami’yi eleştirmesi ve bu üretim sürecini ifşa etmesiyle birlikte, o filmle kurulmuş tüm o “duyarlı anlatıcı” imajı çöküyor.
Yani filmle pratiği arasındaki uçurum, çoğu zaman o hassasiyetin ne kadar sahte ya da çıkar odaklı olduğunu gözler önüne seriyor. Samimiyet, sadece anlatmakla değil; konuşma hakkını kime verdiğinle ilgili bir şey. Ve bu konuda “anlatıcı olmak” yerine, bazen yalnızca “alan açan biri” olmak bana çok daha sahici geliyor. Çünkü mesele yalnızca neyin anlatıldığı değil, kimin anlattığı ve o anlatıyı nasıl bir güç ilişkisi içinde kurduğu. İtiraf edeyim, bu tür örnekleri gördükçe İran sinemasından midem bulanıyor. Evet, belki anlatı açısından incelikli ama bazen de o inceliğin içinden neyin süzüldüğüne bakmak gerekiyor.
Önceki filmlerinde sektörel olarak nasıl bir tepki aldın, ilgi gördü mü, festivaller nasıl yaklaştı, bunu da bizlerle paylaşır mısın?
Son filmim Dosta Yakışır Bir Davranış ile Adana Altın Koza’ya gitme fırsatım oldu. Bunun dışında birkaç festivale daha seçilme şansı yakaladım. Sektörel anlamda bu alanlarda bulunsam da, jüriyle doğrudan bir temasım olmadı; o yüzden filmin nasıl bir karşılık gördüğünü tam olarak kestiremiyorum. Zaten seçilmediği festivallerde de genellikle herhangi bir gerekçe belirtilmiyor.
Buna rağmen, bir festival sonrasında jüri üyelerinden birinin özel olarak filmi bulup yorumlarını paylaşması beni gerçekten motive etti. Gördüğüm kadarıyla bu işler çok değişken; birileri filmi çok beğenirken, bir başkası hiçbir bağ kuramayabiliyor. Artık “ölçüt neydi” gibi sorulara fazla takılmamaya çalışıyorum. Seyir zevki çok kişisel bir alan; buna saygı duyuyorum. Sinemayı, birbirine benzeyen karakterlerin bir şekilde buluştuğu bir alan gibi görüyorum. Ben de elimden geldiğince o buluşmalara yetişmeye çalışıyorum.
Bu filmin yolculuğu yeni başladı ama nasıl tepkiler alıyor, ya da nasıl tepkiler alacak?
Bu Bir Kültür Ürünüdür filminin şu ana kadar iki özel gösterimini yaptık. Seyirciden genel olarak samimi ve olumlu tepkiler aldım. Geri bildirimler doğrudandı, gösterişsizdi; bu da beni mutlu etti.
Festival süreci daha çok yeni. Birkaç yere gönderdim, yanıtları bekliyorum. O yüzden şu an sektörel anlamda nasıl bir karşılık bulacağını ben de kestiremiyorum.
Tarkovski sevdası ve ilhamı da nasibini alıyor bu mekanizmadan? Herkesin bir Tarkovskisi var kendine göre?
Tarkovski benim için gerçekten bir birikim. Ondan da, onun gibilerden de etkilendim. Ama bu etki, çoğu zaman sanıldığı gibi biçimsel ya da kutsal bir ilham değil. Daha çok düşünsel bir alan açtı bana. Ama şunu da düşünüyorum; bugünün kültür ortamında bazı figürler, gerçekten ilham verici oldukları için değil, prestijli bir poz sundukları için referans veriliyor. Tarkovski de bundan nasibini aldı tabii. Herkesin kendine göre bir Tarkovskisi var artık; kimininki sadece Instagram bio’sunda duruyor, kimininki festival dosyasında.
Bu filmi nerede ve hangi imkanlarla çektin, şöyle bakınca çok fazla prodüksiyon yok gibi duruyor ama, ne dersin?
Filmi bir kamera ve bir yaka mikrofonuyla çektik. Görsel anlamda büyük bir prodüksiyon yok belki ama Eskişehir’de birlikte sanat alanında kolektif üretimler yaptığımız bir ekibimiz var. Aslında filmi mümkün kılan şey, elimizdeki imkânlardan çok, birlikte üretiyor olma haliydi diyebilirim.
Bundan sonra neler çekmek istiyorsun?
Bundan sonra ne yapacağımı açıkçası tam olarak bilmiyorum. Ama bu sefer daha sade, daha sıradan bir anlatı kurmak istiyorum. Hikâyeyi büyük laflarla değil, küçük anlarla taşıyan bir şey. Belki kameranın hiç hareket etmediği, estetik bir eğilim göstermeyen, içeriğe daha çok odaklanan bir şey. Gündelik olanın içindeki o hafif tuhaflık üzerine küçücük, ufacık bir şey.
Çok fazla festival var ve festivalleri dolaşan filmler. Çoğu politik olarak aynı yerden bakmasa da bir araya geliyor bu filmler ve festivaller. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misin? Film üretenler bu konuda ne yapmalı, seçici mi olmalı yoksa görünürlük adına devam mı edilmeli?
Festivallerin kendi içinde oluşan bir dil ve dolaşım yapısı var. Filmler politik olarak aynı şeyleri söylemeseler bile, çoğu zaman benzer biçimsel tercihlerde ve temsillerde buluşuyor. Bu da zamanla ortak bir estetik-kültürel alan yaratıyor. Bu alan, bir yandan farklı seslerin bir araya gelebileceği bir zemin sunarken, diğer yandan bazı ifade biçimlerini daha görünür, bazılarını daha görünmez kılabiliyor. Temsil, yalnızca ne anlatıldığıyla değil, nasıl anlatıldığıyla da ilişkilendiriliyor.
Bu durum, film üreticileri için çeşitli soruları beraberinde getiriyor: Görünürlük uğruna estetik seçimler ne kadar değişiyor? Biçimsel tercihler, içerikten ne kadar bağımsız? Bir filmin festivale uygunluğu, onun politik ağırlığını nasıl etkiliyor? Bunlar kesin cevapları olan sorular değil belki ama üretim sürecinde farkında olunması gereken yerler. Çünkü sinema sadece bir anlatım aracı değil bence, aynı zamanda temsilin nerede ve nasıl kurulduğuna dair bir önerme de taşıyor.
Son olarak neler söylemek istersin?
Son olarak ne diyebilirim, bilmiyorum. Zaten bu noktada büyük ihtimalle baş başa kaldık Banu Hocam. Röportajın ortalarında bırakanlar çoktan gitti. Belki bir iki kişi vardır hâlâ, aşağı kaydırıp “bakalım sonunda ne demiş?” diye göz atan. İnsanlar sonlarda bir ağırlık arıyor. Ortaokuldan kalan bir tür alışkanlık sanırım. Türkçe sınavlarında 25 puanlık paragrafta anlam sorusunun cevabına hep paragrafın son cümlesini okur ve yazardım. Bu röportajın sonu da şu şekilde bitsin o halde
Ben bazen film yaparken de, konuşurken de bir şeyleri netleştirmekten çok, biraz daha karıştırmaya çalışıyorum. Çünkü artık her şey çok çabuk anlam kazanıyor; çok hızlı etiketleniyor. Duyarlı, eleştirel, kişisel, politik… Herkes bir yere oturmak, bir şey temsil etmek zorundaymış gibi. Ben ise çoğu zaman kendimi o temsilin dışında bir yerde buluyorum. Artık neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu da bilmiyorum. Ne içten, ne performatif… her şey biraz bulanık. Sinemayı da, bu röportajı da, hatta bu cümleleri de biraz öyle kuruyorum. Tam oturmayan, biraz sallanan ama içten bir yerden gelen şeyler.