Sinema salonlarında tuhaf şeyler oluyor. Bazı eleştirmen dostlar dikkat çekmişler; yıl 2025 ama sanki 70’lerin vizyonu, Apocalypse Now’lar, Godfather’lar, Alien’lar gösterimde! Hani bazen felaket tellalığı yapıp “sinema bitti” diyorum ya, işte o kehanetim gerçekleşmek üzere. Salonlar yeni filmlerle seyirci çekemeyince nostaljiden medet umuyor ve bu durum sadece nostaljiyle açıklanacak gibi değil.
80’lerde 1950’lerin filmlerini gösteren bir salon hatırlıyor musunuz? Hatırlayamazsınız çünkü yok! Seyircisiz festival filmleri ve ergenlere çekilmiş süper kahraman filmleri bizi bugüne getirdi. Düzgün bir hikaye anlatımı, CGI’a boğulmamış güçlü bir görsellik istiyorsanız adres 70’ler sineması! Bunu önce festivaller akıl etti. Seçkilerine eski klasikleri koydular ve hayretler içinde en çok bu filmlere bilet sattıklarını gördüler. Bilmem kaç festivalden ödülle dönmüş bir film kimsenin umurunda değilken 50 yıl önce çekilmiş filme bilet bulunamaz oldu. 70’lerin sırrı ne? En basit özetiyle yazayım; büyük stüdyo bütçesi + dahi yönetmen sanatı. Yönetmenin filmin sahibi olduğu zamanlarda büyük stüdyo bütçesine erişebilmesinin ürünleri bunlar. Hollywood’un “sakallıları” o dönemin mimarlarıdır. Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, Steven Spielberg, George Lucas, Brian De Palma…
Şimdi, dilerseniz bu konuyu biraz daha açalım ve neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayalım. Diyeceksiniz ki, “ne var bunda, eski kuşak sinemaseverler gençlik yıllarının filmlerini tekrar beyazperdede izlemek üzere akın ederken, genç izleyiciler de dijital platformlarda keşfedip hayran oldukları kült filmleri ilk kez sinema ortamında deneyimliyor.” Durum bundan ibaret olsa keşke ama çok daha karanlık bir tablo ile karşı karşıyayız.
Yıllardır sinema köyünün delisi gibi dile getirdiğim “sinema öldü” kehanetim, bugünkü tabloyu anlamamızda anahtar olabilir. Evet, rahat bir okuma köşesi bulduysanız başlıyorum. 1970’lerin Hollywood film yapma modelinden başlayarak günümüz sinema endüstrisinin geçirdiği dönüşümü ve özellikle 70’ler sinemasına yönelen yoğun ilginin ardındaki gerçek nedenleri bir inceleyelim bakalım!
70’ler Hollywood’u: Büyük Bütçeler ve Yaratıcı Özgürlük!
70’ler Hollywood’u, pek çok sinefil tarafından Amerikan sinemasının altın çağı olarak anılır. Bu dönemde stüdyolar, gişede risk alarak yaratıcı yönetmenlere büyük projeler emanet ettiler. Klasik stüdyo sisteminin çöküşü ve 60’ların sonunda izleyici alışkanlıklarındaki değişim, Hollywood’u yeni bir yola zorlamıştı. Eski tarz epik müzikaller, tarihi destanlar, izleyiciyi salonlara çekemez olmuş; televizyonun rekabeti de artmıştı. Genç kuşağın gerçekçi, sarsıcı öykülere aç olduğu bir atmosferde, stüdyo yöneticileri çareyi kontrolü “Yeni Hollywood” denilen genç yönetmenlere bırakmakta buldu. Sonuç mu? Benzersiz bir yaratıcı patlama: Hollywood kısa süreliğine yönetmenlerin oyun alanına dönüştü ve bu serbestlik, tarihe geçmiş sayısız başyapıt ortaya çıkardı.
Bu yapısal modelin kilit noktaları yüksek bütçelerle desteklenen yaratıcı özgürlük ve yönetmen odaklı üretim idi. Gerçekten de “Yeni Hollywood” döneminde filmlerin asıl auteur’ü stüdyo değil, yönetmendi. Genç ve cesur yönetmenler -Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, Steven Spielberg, George Lucas, Brian De Palma, William Friedkin gibi isimler- büyük stüdyolardan finansman alıp kendi vizyonlarını perdeye yansıttılar. Örneğin Coppola’nın The Godfather (Baba) serisi veya Apocalypse Now’ı, Lucas’ın Star Wars’u, Spielberg’ün Jaws’ı hep bu formülün ürünüdür. Stüdyolar o güne dek alıştıkları kalıpların dışına çıkan bu filmlere güvenerek risk aldı ve karşılığında muazzam gişe başarılarıyla ödüllendirildiler. Bu dönemde büyük ticari kazanç ile sanatsal değerin ender görülen bir uyumu yakalandı. Sonuçta 1970’lerin Hollywood’u, sonraki nesillerin nostaljiyle yad ettiği bir efsane haline geldi. Önceki yazılarımda vurguladığım üzere, bu çağ “yönetmenin krallığı” idi ve Hollywood bir daha o kadar cesur olamadı.
Peki neden 2025 yılında seyirci yeni filmler yerine 40-50 yıllık klasiklere bu kadar ilgi gösteriyor? İlk akla gelen neden elbette nostalji. Özellikle orta yaş ve üzeri kuşak, gençliğinde izlediği filmleri yeniden büyük perdede görme fikrine sıcak bakıyor. Ancak konu sadece geçmiş özleminden ibaret değil. Sosyokültürel ve endüstriyel dinamikler, klasik filmlerin yeniden parlamasında önemli rol oynuyor.
Birincisi, günümüzün yeni film içerikleri birçok izleyici için heyecan verici değil. Büyük stüdyoların artık neredeyse sadece süper kahraman serilerine, bitmek bilmeyen yeniden çevrimlere ve garanti formüllere yatırım yapması, sinemaseverleri yaratıcı yenilikten mahrum bıraktı. Üstelik bu süper kahraman filmleri çizgi romandaki asıllarından o kadar uzaklaştı ki, süper kahraman filmi izlemeyi reddeden ama çizgi romanlarına düşkün genç bir nesil ortaya çıkmak üzere.
Orijinal senaryoya sahip, orta ölçekli dramlar veya yenilikçi sanat filmleri vizyonda neredeyse yok denecek kadar azaldı. Bu durumda izleyici, daha önce defalarca övgüye mazhar olmuş “kaliteli” klasiklere yönelmeye başladı. Çünkü bu filmler zamanın testinden geçmiş ve güven veriyor. Nitekim ABD’de artan “repertuvar sineması” olgusuna bakılırsa, sinemalar da bu talebi görüyor. The Ringer’da yayınlanan bir analize göre, birçok salon değişen manzaraya uyum sağlamak için çareyi geçmişin filmlerine yönelmekte buldu -repertuvar ve yeniden gösterim seansları adeta geleceğin kurtarıcısı gibi sunuluyor. Evde birkaç tıkla her şeye ulaşabildiğimiz bir çağda, sinema perdelerinde en çok yükselen şey “dünün filmleri” haline geldi.
Bu trendin yalnızca butik sanat sinemalarıyla sınırlı kalmadığını, devasa zincir sinemalara da sıçradığını görüyoruz. Artık büyük multiplex salonlarının programlarında bile eski filmler için hatırı sayılır yer ayrılıyor. Üstelik gişe getirileri de iştah kabartıyor: Örneğin 15 yıllık stop-motion animasyon Coraline, 2024’te iki haftalık sınırlı gösterimde 25 milyon dolar gibi dikkat çekici bir hasılat elde etti; Disney’in 1999 yapımı Yıldız Savaşları: Gizli Tehlike’nin 3D yeniden gösterimi dünya genelinde 19,4 milyon dolar kazandı. Yine 2000’ler korku sinemasının kült yapımı Babadook, on yıl sonra sınırlı vizyonla ilk çıkışındaki gişesini katlayarak yeni bir nesil hayrana ulaştı. Fathom Events’in verilerine göre klasik film gösterimlerine ilgi 2023-24 döneminde önceki yıla kıyasla %75 artmış durumda -inanılması güç bir yükseliş. Kısacası sinema sektörü, yeni içerik sıkıntısını aşmak için dünün filmlerine yöneliyor ve izleyici de bu hamleye karşılık veriyor.
Dünya nereye, biz oraya!
Türkiye’de de benzer bir manzara söz konusu. Pandemi sonrası dönemde yerli sinemada yeni film üretimi yavaşlayınca, bazı salon işletmecileri çareyi geçmişte başarı kazanmış filmleri yeniden vizyona sokmakta buldu. Örneğin, 2023’te ülkemizde Tenet (2020) ve Sevginin Gücü (Leon, 1994) gibi ödüllü yabancı filmler yeniden gösterime çıkarıldı. Ne var ki 132 salonda gösterilen Tenet’i sadece 6.006 kişi, 65 salonda oynayan Leon’u ise 3.452 kişi izledi -toplam gişenin neredeyse yarısı tek başına bir çocuk filmi olan Minecraft uyarlamasına aitti. Yani eski filmleri oynatmak da tek başına seyirci kaybına çare olamamış görünüyor. Bu önemli bir gösterge: Demek ki mesele salt nostaljik filmleri vizyona sürmekle bitmiyor; seyircinin salona gitmekteki hevesinin neden azaldığını çözmek gerekiyor.
Bugünün izleyicisi, belki de bilinçaltında, 1970’ler filmlerinde bulduğu samimiyet, cesaret ve yenilik hissini arıyor. 70’lerdeki filmler, dönemin toplumsal çalkantılarına cesurca dokunabilen, kalıpları kıran işlerdi. Oysa günümüz gişe filmlerinin birçoğu güvenli sularda yüzen, risk almayan, formülvari yapımlar. Yeni kuşak izleyiciler bile 70’lerin “tılsımına” kapılıyorsa, burada nostaljiden öte bir kalite açlığı söz konusudur. Bir salon işletmecisinin dediği gibi: “Bu repertuvar salonlarının hayatta kalma nedeni basit: iyi film gösteriyorlar”. Hatta repertuvar sinemalarının müdavimleri arasında genç kitlenin giderek arttığı, klasik film gösterimlerinde salonların dolduğu gözleniyor. New York’ta Lincoln Center’ın Pasolini’nin Salo gösteriminde, eskiden birkaç yaşlı sinefilin bulunduğu salonun tıka basa gençlerle dolu olması buna güzel bir örnek. Genç izleyici için bu klasikler yeni bir deneyim; Marvel evreninde büyümüş bir sinemasever, ilk kez Taxi Driver izlediğinde belki de hayatında görmediği türde bir filmle karşılaşıyor. Bu keşif duygusu, klişelerden bıkmış bünyelere adeta ilaç gibi geliyor.
Özetle, eski filmlerin rağbet görmesi “yeni”lerin yetersizliğinin aynasıdır. Bu ilgi patlamasını sadece “eskiye özlem” ile açıklamak eksik kalır. Asıl mesaj şudur: Seyirci iyi film görmek istiyor. Ve eğer yeni filmler bunu sunamazsa, insanlar garantili kaliteli geçmiş yapımlara yönelir. Bu durum, sinema salonlarının bir eğlence merkezi olmaktan çıkıp adeta sinema müzelerine dönüşmesi tehlikesini doğuruyor. Yıllardır sorduğum “Nerede o eski filmler?” sorusunun yanıtını bugünün gişe listelerinde buluyoruz.
Dijital Platformlar ve Seyirci Alışkanlıklarının Dönüşümü
Yeni filmlerin izleyiciyle buluşamamasının bir diğer boyutu da dijital platformların yükselişi ile ilgili. Netflix, Disney+, Max, Amazon Prime Video gibi platformlar, son birkaç yılda sinema alışkanlıklarını kökten sarstı. İzleyiciler artık binlerce film ve diziye anında erişebiliyor; üstelik büyük ekranda izleme ihtiyacı hissetmeden, evlerinin konforunda tüketebiliyorlar. Daha da kötüsü bir sürü insanın evinde çok büyük ekran TV’ler ve projeksiyon sistemleri var. Bunlardan biri de benim. Bu durum sinema salonları için çetin bir rekabet ortamı yaratıyor.
Dijital platformların içerik üretim politikaları sinema sektörünün dengelerini değiştirdi. Eskiden orta ölçekli dram, komedi veya gerilim filmleri vizyona girip orta halli gişeler yapar ve kendine ait bir seyirci dilimi bulurdu. Bugün bu tür filmlerin çoğu ya hiç yapılamıyor ya da doğrudan dijital platformlara gidiyor. Hollywood stüdyoları “ya dev bütçeli, küresel gişe adayı blockbuster yap veya hiç yapma” mantığına kaydı. Orta bütçeli filmler adeta nesli tükenmekte olan bir tür muamelesi görüyor. 2022’de yapılan bir analiz, stüdyoların günümüzün sayısız eğlence alternatifi (platform, sosyal medya vs.) karşısında izleyiciyi ancak “olay” haline gelecek filmlerle çekebileceğini düşündüğünü ortaya koyuyor; bu nedenle de çizgi roman uyarlamaları gibi hazır fan kitlesi olan işlere yüklü yatırımlar yapıp, daha küçük hikâyeleri göz ardı ediyorlar. Marvel ve DC filmlerinin arka arkaya gişe rekorları kırması bu stratejiyi pekiştirdi fakat bunun bedeli, farklı tür ve ölçeklerdeki filmlerin salonlardan silinmesi oldu.
Dijital platformlar da bu boşluğu doldururken kendince bir politikayla içerik üretiyor: Algoritmaların belirlediği ilgi alanlarına göre, yüksek hacimde ve düzenli aralıklarla yeni içerik sunmak. Netflix örneğin, her hafta yeni bir film ya da dizi eklemeyi amaçlayan bir kütüphane stratejisi izliyor. Bu ise içerik kalitesinde tutarsızlığa ve formül tekrarına yol açabiliyor. İzleyici, platformlarda sayısız seçenek arasında hızlı ve tüketim odaklı bir izleme alışkanlığı ediniyor. 2 saatlik bir filmi dikkatle izlemek yerine, çok bölümlü dizileri parçalı şekilde izlemeye alışan, aynı anda telefonuna bakıp sosyal medyada dolaşan bir seyirci profili oluştu. Bu da sinemada film izlemenin konsantrasyon ve sabır gerektiren deneyimine ters düşüyor. Kısacası dijital dünya, film izleme kültürünü daha hızlı tüketim ve dikkat dağınıklığına müsait bir yöne çekti.
Ayrıca, platformların içerik politikaları gereği pek çok film vizyona çıkmadan evde izlenebilir hale geliyor. 2021’de bazı büyük stüdyolar filmlerini aynı anda platformda yayınlayarak sinema salonu zincirlerini kızdırmışlardı. Bizde de bunun bir örneği yaşandı. Organize İşler 2 filmi Netflix’te gösterilirken aynı zamanda sinema salonlarında bilet satıyordu. Bu durum, saloncularla yapımcılar arasında büyük bir kavgaya yol açtı ve sakat doğmuş bir sinema yasasını başımıza bela etti.
Günümüzde de vizyon-dijital arasındaki bekleme süresi çok kısaldı. İzleyiciler birçok film için “Nasıl olsa bir ay sonra evde izlerim” diyor. Bu durum özellikle orta karar filmler için salonlara gitmeme tercihlerini artırdı. Yüksek bilet fiyatları ve evde izleme rahatlığı birleşince, genel izleyici ancak gerçekten görsel açıdan devasa veya sosyal açıdan “olay” haline gelmiş filmler için sinemaya gitmeye değer görüyor. Yapılan bir ankette, evde platformdan izlemeyi tercih edenlerin %62’si en büyük etkenin maliyet (yüksek bilet fiyatları), %59’u ise zaman ve esneklik olduğunu belirtmiş. Yani insanlar sinemaya gitmemeyi tercih ederken en çok “pahalı” buldukları için ve istedikleri zaman durdurup oynatabildikleri ev konforunu sevdikleri için tercih ediyorlar.
Ancak işin ironik yanı, dijital platformlar sinemayı öldürmek bir yana doğru kullanılırsa can simidi de olabilir. Roku ve NRG’nin 2024 başında yaptığı kapsamlı bir araştırma şunu gösterdi: Aslında platform izleyicisinin çoğu aynı zamanda aktif sinema seyircisi. Online ankete katılan ve haftada en az 1 saat platform içeriği tüketen binlerce kişiden %74’ü son 6 ayda en az iki kez sinemaya gittiğini söylemiş. Yani televizyon çıktığında, video kaset furyasında “sinema öldü” denmesi ne kadar erken ve yanlış idiyse, platform işi için de aynı temkinli yaklaşım geçerli. Nitekim geçmişte televizyon ilk yaygınlaştığında ve 80’lerde video patladığında da benzer felaket senaryoları çizilmiş, “artık kimse sinemaya gitmez” denilmişti ama sinema dönüşerek yoluna devam etti. Burada kritik olan, dijital çağda sinemanın nasıl bir dönüşüm geçireceği.
Dijital platformlar, içerik çeşitliliği ve özgün yapımlar konusunda aslında bir fırsat penceresi de açtı. Büyük stüdyoların şans vermediği düşük veya orta bütçeli bazı filmler Netflix ve türevlerinde hayat buldu. Örneğin 2021’de Oscar yarışında olan The Power of the Dog veya David Fincher’ın yönettiği Mank gibi filmler, pandemi koşullarının da etkisiyle doğrudan Netflix’te yayınlandı. Bu yapımlar sinemada vizyona girseler belki gişede zorlanacaklardı, fakat streaming sayesinde geniş kitlelere ulaştılar. Yani platformlar bir bakıma bu filmleri kurtardı denebilir. Fakat öte yandan, bu durum uzun vadede sinemada çeşitliliğin azalması sonucunu doğuruyor: İzleyici bu filmleri evde izlemeye alışırken, salonlara da sadece dev efektli aksiyonlar veya animasyonlar için gider hale geliyor.
Yine de dijital ile salonun birlikte çalışabileceğini gösteren işaretler de var. Verilere göre platform izleyicilerinin yarıya yakını, “Bazı filmler var ki büyük perdede görülmesi şart” diyor; çoğu ayrıca sinemaya gitmek için sosyal ortamı, arkadaşlarla buluşmayı, patlamış mısır keyfini önemli motivasyon olarak belirtiyor. Yani insanlar aslında deneyim için sinemaya gidiyor. 2023 yazında yaşanan “Barbenheimer” çılgınlığı bunun iyi bir örneğiydi: İki zıt kutup film -biri pembe dünyasıyla Barbie, diğeri ciddi tarihi dram Oppenheimer- aynı gün vizyona girince, sosyal medyada alaycı bir şekilde başlayan “Barbenheimer” akımı bir anda gerçek bir gişe olayına dönüştü. Pandemi sonrası salonsuzlaşan sinema sektörüne adeta can suyu olan bu iki film, ilk haftalarında toplamda yarım milyar doları aşan hasılatıyla “sinema öldü” diyenlere güçlü bir cevap verdi. Üstelik demografik olarak da farklı kitleleri (genç kadınlar vs. yetişkin erkekler) aynı anda salonlara çekmeyi başardılar. Bu, dijital çağda bile insanların doğru içerik ve doğru atmosfer olunca sinemaya koştuğunu gösteriyor.
Djital platformların etkisini şöyle özetleyebiliriz: Kolaylık ve bolluk, sıradan filmlerin değerini düşürdü ama özel deneyim sunan filmlere talep bitmedi. İzleyici, platformlar sayesinde ortalama filmleri evde tüketip geçiyor ama gerçekten çarpıcı, konuşulacak bir yapım çıktığında hâlâ salonda buluşmayı seviyor. Burada görev, hem yapımcılara hem salon sahiplerine düşüyor: İzleyiciyi tekrar heyecanlandıracak, “bunu sinemada görmeliyim” dedirtecek işler üretmek ve bunları sunmak. “Sinema öldü” tezim tam da bu noktada anlam kazanıyor: Eğer sinema sektörü bir araya gelip seyirciyi yeniden büyüleyecek adımları atmazsa, evet sinema öldü sayılabilir; ama atarsa, her zamanki gibi küllerinden doğabilir.
2010’larda kaleme aldığım cesur yazılarımda dijitalleşme ve tekdüze gişe filmleri arasında sıkışan sektörü gözlemleyerek “Sinema ölmeye yüz tuttu” şeklinde provokatif bir iddia ortaya atmıştım. O zamanlar bu ifade abartılı bulunsa da 2020’lerin ortasına geldiğimizde, sinema salonlarının durumuna bakınca bu kehaneti ciddiye almak gerektiği anlaşılıyor. Yeni filmlerin birbiri ardına hayal kırıklığı yaratıp gişede çakıldığı, salonların çareyi eski klasiklerle günü kurtarmakta aradığı bir ortamdayız.
Aslında “sinema öldü” ifadesi, sadece gişe gelirleri veya salonların boş kalmasıyla ilgili değil; sinemanın kültürel etkisinin gerilemesi anlamına da geliyor. 20. yüzyılda yeni bir film vizyona girdiğinde haftalarca manşetleri süsler, herkesin diline düşerdi. Bugün ise pek çok film, vizyona girip dijital platforma düşene kadar hafızalarda yer etmiyor. İzleyici üzerinde kalıcı iz bırakan yapımlar azalıyor. Bu da kastettiğim “ölüm”ün bir boyutu: Sinema kültürel bir kolektif etkinlik olma özelliğini yitiriyor. İnsanlar artık filmleri birer ortak deneyim, üzerinde tartışılan sanat eserleri olarak değil de tüketilip unutulan içerikler olarak görmeye başladıysa, burada sanat formunun canlılığından söz etmek güçleşir.
Öte yandan, sinemanın öldüğünü söylemek belki de sinema tarihine haksızlık. Yukarıda tartıştığımız gibi, sinema defalarca “ölüm” ilanlarından sağ çıkmış bir mecra. Televizyon geldi “bitti” dediler, sonra renkli TV çıktı yine dediler, video kaset, DVD, internet hep benzer laflar… Her seferinde sinema biçim değiştirerek, yeni bir şeylere evrilerek var olmayı başardı. Belki bugün de benzer bir eşik dönemindeyiz.
Sinema ölmedi ama yoğun bakımda! Salonlar nefes almak için eski anıları (klasikleri) oksijen maskesi gibi kullanıyor. Yeni filmler ise ya yüksek bütçeli “makine yapımı” işler ya da hiç gün yüzü göremeyen festival yetimleri… Bu tablo sürdürülebilir değil. Eğer hiçbir şey değişmezse, bir süre sonra gerçekten de sinema salonları zincirleme kapanacak, sinema deneyimi nostaljik bir anıya dönüşecek. Yani kehanet kendi kendini gerçekleştirmiş olacak. Fakat eğer sektör kendine gelip radikal değişikliklere giderse, sinema sanatının daha önce defalarca yaptığı gibi yeniden doğuşuna tanık olabiliriz. Nasıl ki 1970’lerde eski düzen yıkılıp yepyeni bir sinema dili ortaya çıktıysa, belki 2020’lerin krizinden de bambaşka bir sinemasal atılım doğacak.
Burada iyimser olmak için bir sebep, genç kuşağın sinemaya olan bitmeyen merakı. Sosyal medyada dahi klasik film repliklerinin, sahnelerinin viral olması, üniversite kampüslerinde film kulüplerinin dolup taşması gibi olgular, aslında “sinemanın ölmediğinin” işaretleri. Sinema bir şekilde hayatlarımızda yer buluyor ama biçim değiştiriyor. Artık “ölüm” kehanetimi “değişime zorlanan sinema” şeklinde okumayı tercih ediyorum. Evet, eski metodlarla, eski bakış açılarıyla sinema yapmak öldü ama belki de yeni bir sinema doğuyor. Yine de bu doğumun sağlıklı olması için bazı adımların atılması şart… ki bu adımları atma sorumluluğu da hem salon sahiplerinde hem de yapımcılarda.
Festival Filmleri Neden Seyirciyle Buluşamıyor?
Sektördeki bir başka çarpıklık da festival filmlerinin geniş kitlelere ulaşamaması. Her yıl ulusal ve uluslararası festivallerde ödüller alan, eleştirmenlerin övgü yağmuruna tuttuğu nice film, ne yazık ki genel izleyiciyle buluşamadan arada kayboluyor. Bu sorunun temelinde yine hem arz hem talep yönlü etkenler var.
Öncelikle, Türkiye’den somut bir örnek verelim: 2024 yılındaki Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan filmlerin 12’sinden 7’si ve Adana Altın Koza Festivali’nde yarışan 11 filmden 4’ü, aradan geçen 7-8 aya rağmen hala vizyona çıkmadı. Bu filmlerin bazıları dijital platformlarda gösterim şansı buldu, ancak sinema salonlarında tek bir seans bile oynamadı. Halbuki aynı dönemde salonlar yeni film kıtlığı yaşadıkları için eski filmleri, hatta 3-5 yıllık yapımları bile yeniden programlamak zorunda kalmışlardı. Aklımıza şu soru geliyor: “Madem gösterilecek yeni film sıkıntısı var, ödüllü festival filmlerini neden vizyon takvimine almıyorsunuz?” Maalesef sektörün cevabı, bu filmlerin gişede iş yapmayacağı yönünde. Yani bir bakıma kendi kendini doğrulayan bir önyargı var: “Festival filmi izlenmez” diye salon vermiyorlar; salon bulamadığı için film izleyiciye ulaşamıyor; izleyici görmediği için de izlenmez algısı pekişiyor.
Sorunun arz tarafında dağıtım meseleleri de rol oynuyor. Festival çevresinde ilgi gören çoğu filmin arkasında büyük dağıtımcılar olmadığı için vizyon şansı bulamıyorlar. Ticari sinema salonu işletmecileri, elde sınırlı sayıda salon varken, gişe potansiyeli düşük gördüğü bir “ağır sanat filmi”ne seans ayırmak istemiyor. Hele aynı tarihlerde bir Marvel filmi, bir yerli komedi veya devam filmi varsa, festival kökenli filmler tamamen gözden düşüyor. Bu ticari gerçekler elbette anlaşılıyor; sinema salonu da sonuçta ayakta kalmak için gelirini düşünmek zorunda. Fakat bugün geldiğimiz noktada, gişe matematiği de festival dengesi de yeniden düşünülmeli. Zira sadece “çok satan” güvencesiyle salonları doldurmak, uzun vadede seyirci alışkanlığını tek tipleştiriyor ve sektörü kısırlaştırıyor.
Talep tarafına gelirsek: Genel izleyicinin festival filmlerine mesafeli oluşu da bir gerçek. Bu filmler çoğunlukla daha “sanatsal” bir dil kullanıyor, popüler sinemanın kolay hazmedilir formüllerine uzak duruyor, bazen politik veya varoluşsal konulara eğiliyor. Dolayısıyla ortalama bir izleyicinin kafasını dağıtmak için gittiği bir eğlencelik film ihtiyacına cevap vermiyorlar. Üstelik festival filmlerinin etrafında bir “ağır ve sıkıcı” algısı oluşmuş durumda. Bu algının haklı olduğu örnekler de elbette vardır; her festival filmi şaheser değil, bazısı gerçekten de kapalı bir sanat çevresi dışında kimseye hitap etmeyen denemeler olabiliyor ancak içlerinde geniş kitlelerin de sevebileceği, düşündürücü olduğu kadar sürükleyici filmler de var. Bunlar fırsat bulamadığı için izleyici tarafından keşfedilemiyor.
Aslında doğru sunum ve sürdürülebilir vizyon imkânı sağlandığında, festival filmlerinin de izleyici bulduğuna dair örnekler mevcut. Türkiye’de bağımsız filmlerin yıl boyu gösterimde kalmasını amaçlayan Başka Sinema girişimi bunun en güzel kanıtlarından biri. 2013’te başlayan Başka Sinema, büyük dağıtımcı bulamayan yerli-yabancı pek çok festival filmini anlaşmalı salonlarda aylar boyu gösterime soktu. Sonuç? “Festival filmleri izlenmiyor” genellemesinin aksine, bu filmlere seyirci bilet bulmakta zorlandı, salonlar doldu. İstanbul ve Ankara’da belirli salonlarda art house filmlerin sürekli programda yer aldığı bu model, kendi sadık izleyici kitlesini oluşturdu. Demek ki süreklilik ve doğru pazarlamayla aslında seyirci bu filmlere gelebiliyor. Avrupa’da da benzer şekilde, Fransa’nın bağımsız sinema salonları veya İskandinav ülkelerindeki sanat filmleri network’leri, festival filmlerini izleyiciyle buluşturma konusunda başarılı sayılır.
Buradan öğrenilecek ders, izleyicinin her kesimini aynı kefeye koymamak gerektiği. Evet, geniş kitle Marvel istiyor, popüler komedi istiyor ama her izleyici popüler zevklere tabi değil. Az sayıda da olsa, belli bir entelektüel birikimi olan, farklı tatlar arayan ve sinemayı bir sanat olarak gören bir kitle de mevcut. Bu kitleyi ihmal etmek, sinema sanatının ilerlemesi açısından yanlış. Çünkü yarının ustaları, bugün o festival filmlerini izleyip ilham alan sinemaseverlerin içinden çıkacak. Eğer her yerde sadece aynı tür gişe filmleri gösterilir, “azınlık beğenisi”nde işler hiç salon bulamazsa, sinemanın geleceği için bir kısır döngü yaratılır.
Son tahlilde, yeniden sormak gerekirse: Sahi, sinema öldü mü? Yoksa ölmekte olan, eski bir iş modeli ve yaratıcılıktan uzak bir düzen mi? Bunca sorunun, çelişkinin içinde net olan bir şey var: Sinemanın ruhu, perdenin ışığı sönmesin diye mücadeleye değer. 1970’lerin özgür ruhu bugün dijital çağın karmaşasında yeniden hatırlanıyor; belki de 70’lere duyulan özlem, sinemayı kurtaracak ilhamın anahtarıdır. Nostalji elbette güzel ama sırf geçmişe takılı kalmak çare değil -önemli olan geçmişin vizyoner cesaretini alıp bugünün koşullarına uygulamak.
Salon sahipleri, yapımcılar, yönetmenler ve izleyiciler el ele verip sinema deneyimini günümüz dünyasında yeniden tanımlarsa sinema yaşar. Aksi halde, sinema salonları 70’lerin filmleriyle avunan bir avuç tutkunun mabedine dönüşür ve ana akım sinema, ruhsuz bir içerik fabrikası olarak yoluna devam eder. Tercih bizim: Sinemayı nostaljik bir hayalet olmaktan kurtarıp geleceğe taşımak mı, kehaneti gerçekleştirmek mi?