Gündüz Apollon Gece Athena… Bu filmi Adana Altın Koza Film Festivali’nde dün izledim. İşlerimin yoğunluğu yüzünden İstanbul Film Festivali’indeki gösterimini kaçırmıştım.
Başrolde yıllarca Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası oyunlarında birlikte sahne aldığım arkadaşım Ezgi Çelik var. Diğer önemli rolleri de Barış Gönenen, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Deniz Türkali, Lale Mansur, Neyra Kayabaşı ve Melih Düzenli üstlenmiş. Epey güven veren bir kadro.
Filmi, yapımcı ve senarist olarak çok ciddiye aldığım Emine Yıldırım yönetmiş. Bu onun ilk uzun metraj yönetmenliği, 2023 yılında çektiği “Kadıköy’ün En İyi Falcısı” filminin devamı niteliğinde bir eser ve ortaya usta işi bir oyuncu yönetimi ve reji koymayı başarmış.
Gündüz Apollon Gece Athena beni en çok hikayesiyle etkiledi. Nakış gibi işlenmiş bir senaryo… Ve bu iyi yazılmışlık, seyirciyi içine alan bir filme dönüşmesine çok yardım ediyor. Film, klasik yol anlatısı yapısını (otobüs yolculuğuyla başlayıp episodik karşılaşmalarla ilerleyen) politik bir hafıza kurgusuna dönüştürüyor. Her hayalet, yeni bir travma katmanı açıyor. Bu açıdan film, Kurosawa’nın Rashomon’undaki çoklu anlatı tekniğini çağrıştırsa da, daha çok Latin Amerika’nın politik “hayalet sineması” (ör. Patricio Guzmán’ın belgeselleri, Lucrecia Martel’in Zama’sı) ile akraba görünüyor. Görüntü estetiği, mekânı yalnızca arka plan değil, travmanın taşıyıcısı kılıyor. Antik yapılar, Anadolu coğrafyası, yolculuk mekânları: Hepsi belleğin katmanlarını işlevselleştiriyor.
Yetimhanede büyüyen Defne (Ezgi Çelik) hayaletleri görebilen ve onlarla iletişimde olan biri. Bu yeteneğini annesinin hayaletine! ulaşabilmak için kullanıyor. Ona kalan tek yadigar ise annesinin antik bir kentte, bir ağacın altında çekip beşiğine bıraktığı fotoğraf. Defne’nin hayaletlerle iletişim kurabilme yetisi, ilk bakışta bireysel bir dramatik özellik gibi görünse de aslında toplumsal belleğin yeniden üretildiği bir sahne. Ezgi Çelik’in bu karakterdeki mesafeli oyunculuğu ve finale giderken karakterin yaşadığı değişimle gelen anlayışlı ifade biçimi fevkalade. Kontrollü bir oyunculukla başladığı rolünü, finale doğru yüzeysel olmayan bir dönüşümle tamamlıyor.
Defne’nin annesinin hayaletine ulaşma arzusu, “kişisel kayıp” üzerinden şekillense de, onun karşısına çıkan karakterler —solcu Hüseyin, pavyon şarkıcısı Nazife, bir tapınak rahibesi— bireysel kaybın politik bağlamını açığa çıkarıyor.
Emine Yıldırım, senaryosunda Derrida’nın “hauntology” kavramına yaklaşmış: Hayalet, geri dönülmez bir kaybın değil, sürekli ertelenen bir yüzleşmenin işareti. Defne’nin yolculuğu da tamamlanmamış bir yas süreci; ölülerin geri dönüşü, toplumsal belleğin bastırılmış katmanlarının yeniden görünür kılınması. Yine, Maurice Halbwachs’ın kolektif bellek teorisi, filmin yapısında güçlü bir şekilde hissediliyor. Bu teoride bellek, sadece bireysel bir zihinsel süreç değil; toplumsal gruplar tarafından şekillendirilen, mekânlara, ritüellere ve anlatılara bağlı bir olgu.
Filmde antik kentin mekânı, bireysel kaybın toplumsal bellekle buluştuğu bir yer haline geliyor. Defne’nin ağacı arayışı, sadece kişisel bir anne figürüne ulaşma çabası değil; kolektif belleğin mekânsal işaretini bulma süreci. Bu, Gezi Parkı’ndan Dersim’e, bu topraklarda ağacın, taşın ve mekânın nasıl bir bellek taşıyıcısı olduğunun sinemasal ifadesi.
Barış Gönenen’in oynadığı Hüseyin karakteri, yakın tarihsel bağlamda Türkiye’nin politik şiddet mağdurlarını temsil ediyor. Mizahi tonuyla sahnede yer alsa da, varlığı esasen “unutulmayan bir kayıp”ın altını çiziyor. Barış Gönenen’in oyunculuğu, bu karakteri karikatürize etmeden, hem politik hem insani boyutuyla sahneye taşımış. Hüseyin, mizahi yönüyle Gramsci’nin “halk kahramanı” figürünü çağrıştırıyor; kaybolmuş ama unutulmayı reddeden bir karakter. Barış’ın bu karakteri oynayışına bayıldım. Filmin başında Defne’yle aynı şeyleri hissetmemize ve ondan sıkılmamıza yol açan ama finalde -eğer mümkün olsaydı- sarılmak istediğimiz bir performans.
Nazife karakteri (Selen Uçer), toplumsal cinsiyet temsili açısından filmin en kritik figürlerinden biri. Kocasını öldürmek zorunda kalan, bebeğini göremeyen Nazife’nin hayaleti, kadınların tarih boyunca süregelen şiddet deneyimlerini hem bireysel hem de kolektif düzeyde görünür kılıyor. Defne’nin annesine ulaşma arzusu ile Nazife’nin kızına ulaşma arzusu, “annelik” üzerinden iki yönlü bir bellek hattı kurmuş. Bu karşıtlık, kadın kimliğinin toplumsal travma içindeki kırılgan ama dirençli varlığını temsil ediyor ancak film onu melodramatik bir kurban olarak değil, kendi geçmişiyle yüzleşen ve hâlâ talepte bulunan bir özne olarak resmediyor. Bu anlamda, film hem politik hem de feminist bir söylem üretiyor. Selen Uçer burada da, her zaman olduğu gibi, oyunculuk dersi veriyor. Filmdeki varlığı büyük değer katıyor.
Ve filmden aklımda kalan bir sürü detay. Antik Hanım’ın, Defne’yi bir kitabı okutarak sınaması ve finalde bunun onun hikayesine bağlanma şekli… Yarattığı dramatik etki çok güçlü ve senaryonun rastlantıdan ya da esinlenmeden ibaret olmayan bilinçli bir yazım olduğunun ispatı.
Ya da Nazife’nin kızının söylediği “benim sadık yarim kara topraktır” türküsü… Hem çok Anadolu, hem de antik zamanların tınısı. Bana bir yağmacı değil de kadim bir kültürün mirasçısı/emanetçisi olduğumu hatırlatan şeyler ama burada mitoloji (80’ler Yeşilçam melodramlarındaki gibi) sadece süsleyici bir dekor olarak değil, tarihsel sürekliliğin sinemasal göstergesi olarak işlev görüyor. Antik çağdan günümüze dek süren erkek egemen şiddet, filmde hem alegorik hem de doğrudan bir anlatımla sahneye taşınmış. En hoşuma giden şey ise gidemeyip de bu dünyada dolanan hayaletlerin dönüş biçimi oldu. Umarım benim son yolculuğum da böyle olur. Ege’nin ya da Akdeniz’in rahmine karışarak.
Gündüz Apollon Gece Athena, 1980 sonrası “travma sineması”nın bir devamı sayılabilir; ancak mitolojik öğeleri aktif biçimde kullanması, filmi klasik politik sinema çizgisinden ayırıyor. Yaşadığımız ülkedeki politik hafıza aynı zamanda acı hafızamız. Onlardan gayrı bir şey anlatmak çok mümkün değil. Gözaltında kaybolanlar, Gezi direnişi ve film bunu öyle güzel yapıyor ki.
Emine Yıldırım’ın filmi, Türkiye’de politik hafızanın bastırılmasına karşı sinemanın işlevini hatırlatan, her düzeyde tartışılmayı hak eden bir yapıt. Şanslısınız, bu hafta Adana’da yarışan film birkaç gün sonra vizyona giriyor. Bu yılın en görülmesi gereken filmlerinden biri olduğunu düşünerek gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Yalnız bırakmayın.
MTŞ