HBO Max’te önüme düşen bir filmi izlerken yine o tanıdık baygınlık dalgası geldi. Festivallerde kaçmıştı, burada yakaladım diye sevinmiştim ama karşıma çıkan şey gene aynı: iyi oyuncuların elinde eriyip giden, ne duyguyu geçirebilen ne sahnenin enerjisini taşıyabilen, tuhaf biçimde körelmiş bir “okur gibi oynama” hali.
Hani sanki yönetmenin masasında yapılan ilk masa başı prova var ya, oradaki ritmin, o yarım ağız cümlenin, o bitmemiş jestlerin aynısını alıp kamera karşısına taşımışlar gibi. Bunun adına “doğal oyunculuk” diyorlar, ben de her defasında kendi kendime “bak yine seyirciyi kandırıyorlar” diye söyleniyorum.

Doğal oyunculuk diye pazarlanan şeyin içinin nasıl boşaldığını görmek için dâhi olmaya gerek yok. Oyuncu yönetimi konusunda kafası karışık genç yönetmenlerin, dümen suyuna girmeyi seven oyuncularla birlikte bulduğu en büyük bahane bu: bastırılmış duygu. Yani her şey içerde, hiçbir şey dışarıda, kameranın önünde hafifçe nefes almak bile “fazla” sayılabiliyor.
Bu meselenin dönüm noktası ise belli ki o meşhur Nuri Bilge Ceylan – Bennu Yıldırımlar videosu oldu. Hani yönetmen “duyguyu bastır, oynama, daha da oynama” diye üflüyordu ya, oradaki talimat bir tür kutsal metin gibi dolaşıma girdi. İşte o günden sonra kimse rolünü oynarken gerçekten bir şey hissetmek istemez oldu. İçine kapanmış karakter, duyguyu saklama sanatı, hele o kalın Türk arthouse kabuğuna sarılma refleksi… Herkesin bayıldığı bir oyunculuk biçimi ortaya çıktı ve genç yönetmenlerin çoğu da bunu bir tür festival anahtarı sandı.
Geldiğimiz noktada sinemamızda iki büyük uç açıldı. Birincisi dizilerdeki sakil abartı, çığlıklar, ağlamalar, salon operası gibi yürüyen bir yapaylık. İkincisi ise bu “okur gibi oynama” terörü; herkesin sahneyi sanki birazdan prova bitip eve gideceklermiş gibi oynaması. İkisi de aynı temel kusurun kıyılarından çıkıyor: yönetmenin oyuncuya ne istediğini söyleyememesi, oyuncunun karaktere girmeyi değil karakteri bastırmayı marifet sanması, seyircinin de bunu izlemeye ve alkışlamaya mecbur bırakılması.
Bu tarzın içinde çok iyi oyuncular da var. Oyuncu kişide yılların birikimi var, duyguyu içerden taşıyacak donanıma sahip, sahneyi kaldıracak birikimi mevcut ama yönetmen ona sürekli “daha az, daha az, daha da az” diyerek sahneyi öldürüyor. Oyuncu da fazla direnmek istemiyor çünkü festival kodları denen bir şey var, onun gereğini yapmak gerekiyor. Yani bazen mesele oyuncu değil, oyuncuyu kendi maharetinden şüphe ettiren yönetmen ve o yönetmenin peşinden koşan sektör iklimi.
Burada yazıya ayrı bir bölüm açıyorum çünkü “niye böyle oldu” kısmını, özellikle de festival ve jüri etkisini daha fazla açıklama ihtiyacım var.
Bugün pek çok festival, özellikle Avrupa hattındakiler, “sessiz duygu”, “bastırılmış öfke”, “donuk yüzeyin altında kaynayan iç dünya” gibi anahtar kelimeleri seviyor. Bu da yönetmenler için bir tür gizli şifreye dönüşmüş durumda. Kamera karşısında hiçbir şey yapmamak, karakterin iç dünyasını adeta mumyalanmış bir performansla temsil etmek festivallerde bir tür artistik cila sayılıyor. O yüzden genç yönetmenler bunu bir tür sihir formülü gibi görüyor. Böyle olunca da setlerdeki oyuncu yönetimi doğal olarak “oynama” cümlesine indirgeniyor.
Bu estetik, kurumsal olarak festival dünyasında o kadar normalleşti ki, bir oyuncunun sahnede güçlü bir duyguyu geçirmesi “fazla ticari”, biraz beden dili kullanması “fazla popüler”, jestlerinin belirginleşmesi “klasik oyunculuk” olarak etiketleniyor. Festivaller, kendi seçkilerinde görmek istedikleri tonu öyle belirlemişler ki, yönetmenlerin büyük bölümü bir noktadan sonra filmi seyirci için değil festival için çekmeye başlıyor.
Bu atmosferde yetişen genç yönetmen elbette gidip de oyuncusuna bir duygu talimatı veremiyor. Oyuncu bir şey hissederse film halkla iletişim kuracak diye ödleri kopuyor. O yüzden kamera karşısında sessizlik, sırf göze bakarak konuşulan uzun planlar, kelimeleri taneler gibi döken pasif karakterler bir anda “sanatsal ifade” diye marka haline geliyor. Halbuki bunların çoğu, yönetmenin kendi yönetimsizliğini saklamanın bir yolu.
Bir de işin festival jürisi tarafı var ki orası daha da komik. Jüriler artık filmin ne anlattığından çok, hangi siyasi çerçevede tartışıldığına bakıyorlar. Oyunculuk orada devreye hiç girmiyor bile. O yüzden oyuncunun performansı, duygusu, jesti jüride bir etki yaratmayınca yönetmen de o alanı tamamen boşlayıp, oyuncuyu adeta filmin içindeki dekor gibi kullanmaya başlıyor. Elbette oyuncu da buna göre davranıyor. Herkes o okuma provasındaki hafiflikte kalıyor, çünkü oradan yukarı çıkınca “fazla teatral” diye kenara atılacaklarını düşünüyorlar.
Sinemanın seyirciyle bağını koparan şey tam da bu. Festival için çekilen ama seyirciyi görmezden gelen filmler, kendi estetik konfor alanlarını öyle sert çizdiler ki, artık yeni bir şey denemek isteyen oyuncu bile “ya festivalde olmazsa” korkusuyla sıkışıp kalıyor. Yönetmenler kendilerini bir tür ideolojik muhafız gibi konumlandırdıkları için, oyuncunun sahneye hayat katmasına izin vermiyorlar.
Bütün bu dayatmanın tersine, Türk sineması tıpkı kendi insanı gibi canlı, gürültücü, aceleci ve fırsatçı olmak zorunda çünkü bu topraklarda hayat sessiz akmaz, kimse iç dünyasını sabit bir yüz ifadesine gömerek gezmez, insanlar kahvehanede bile üç saniyede kavga edip beş saniyede barışır, en basit meselede bile mimiklerin, bedenin, sesin yüksekliği devreye girer. Sen böyle bir toplumun sinemasını alıp da neredeyse klinik sterilitede bir duygu rejimine hapsedersen ortaya çıkan şey bu oluyor; kendi ruhundan arındırılmış filmler, oyuncuların yüzünde gezinen o donuk, renksiz ifade, seyircinin de koltukta kalakalması.
Yani hayatın bu kadar taşkın aktığı bir ülkede sinemayı suyu kaynatılmamış bir oda ısısına çekersen, film de bakış da karakter de buzdolabına dönüşüyor. Bizim sinemamız doğal olarak gürültüden, hızdan, fırsatın göz kırptığı anda yakalanmasından beslenirken, festival estetiği bunu törpüleyip içimize dert etmiş durumda.
Neyse, artık bitireyim; Arada parlayan birkaç usta yönetmen hâlâ var, neye ihtiyacı olduğunu bilen, sahnenin ritmini kurabilen, oyuncudan duyguyu çıkarırken karakteri diri tutabilen. Fakat bunlar istisna artık.
Sektörde genel olarak bir “fazla oynarsam ayıplanırım, az oynarsam derin zannedilirim” matematiği dolaşıyor. Bir de buna festival jürilerinin içi giderek boşalan standartları eklenince ortaya bu garip, tatsız, renksiz, kokusuz oyunculuk çıkıyor. Birileri okur ve “biz ne yapıyoruz” der umarım.
MTŞ