Casino Royale (2006) yeni bir James Bond’la bizi tanıştıran en iyi “giriş filmi” olabilir. Açılışından finaline dek makine gibi tıkır tıkır işleyen bir film ve ilk bakışta fark edilemeyecek kadar çok nüansla örülü. Mesela bir tanesini ele alayım. Karadağ’daki Texas Hold’em oyununun finalinde aslında kesin kazanan ele sahip olduğu için (o açık kartlarla başka biri “floş royal” ya da daha iyi bir “sıralı floş” yapamayacağından dolayı) nezaketen James Bond’un önce açması gerekiyordu. Niye? Böylece diğer oyuncuların düşünme biçimleri (yoğurt yeme şekilleri) ve taktikleri faş edilmemiş olur, her poker oyuncusu bu “centilmenlik” kuralını bilir: Tartışmasız kazanan (kazandığı belli olur olmaz), önce açar. Ama pis herif diğerlerinin önce açmasını bekledi çünkü elinde kare olan biri falan varsa, onun kısa süreliğine umutlanmasını istedi, sırf itliğine (kare as bile sıralı floşu yenemez!). James Bond romanlarını okuyan herkes bilir ki, Bond işte böyle kibirli ve habis bir ruha sahiptir. Kazandıktan hemen sonra Bond’un ne yaptığını gördünüz mü, dikkatinizden kaçmış olabilir. Roberto Baggio’ya benzeyen krupiye abimize tam 500.000 dolarlık fişi bahşiş olarak verdi. Yarım milyon dolar! Üstelik “kamu malı”! Babanın parası mı ulan? Ama Bond budur! Hastasıyım bu filmin.

Neal Purvis, Paul Haggis ve Robert Wade, Ian Fleming’in Casino Royale romanını uyarlarken hem ana çatıyı ve birçok karakteri korumuşlar, hem de hikâyeyi günümüze ustaca taşımışlar. Senaristler belli ki bu filmi çok daha büyük bir hikâye örüntüsünün (ahtapotun kolları gibi yayılan “SPECTRE”) girizgâhı olarak yazmaları gerektiğini biliyorlardı. Felix, M, Bay White ve Mathis karakterlerini merak uyandırıcı bir şekilde resmetmişler, senaryoya sonraki bölümlerin hikâye akslarında kullanılacak küçük izler (Bond’un öksüz ve yetim olması, M ile James arasındaki ilişki vs.) serpiştirmişler. Ama asıl başarıları, artı ve eksileriyle kendine has bir James Bond ortaya koymuş olmaları. Ben bu filmi sinemada seyretmiştim ama şimdi anlatacağım şeyleri sonraki izlemelerimde fark ettim.

blank

Giriş sahnesi ve final sahnesi hariç, James Bond bu filmde görevinin gerektirdiği hiçbir şeyi doğru dürüst yapamıyor. Bombacıları canlı yakalayamıyor, Madagascar’daki bir büyükelçiliği havaya uçurarak ve oradaki güvenlik görevlilerinin ölümüne yol açarak diplomatik krize neden oluyor, Dimitrios’u canlı yakalayamıyor, Le Chiffre’yi canlı yakalayamıyor (MI6 bildikleri karşılığında ona kucak açmayı düşünüyordu), yani konuşturmayı başaramıyor, hatta Le Chiffre’yi, sevgilisini ve sağ kolunu Bay White öldürüyor, Bond değil. Bu kadarla kalsa iyi. Bond o okyanus gibi engin egosuna yenik düşüp 10 milyon doları poker masasında kaybediyor, Felix Leiter olmasa operasyon yattıydı. Bitmedi. Vesper Lynd konusunda tufaya geliyor ve yanlış muhakemesi yüzünden (ve Le Chiffre’nin tuzağına düştüğü için) o masum Rene Mathis’i işkenceli sorguya ve hapse gönderiyor. Lynd’i zamanında durduramadığı için 100 küsur milyon doları gizli örgüt Quantum’a (isim hakkı alındıktan sonra S.P.E.C.T.R.E.’ye evrilecek) kaptırıyor. Üstelik iki Bond kızı Solange ve Vesper aslında 007 yüzünden ölüyor. Tam bir fiyasko! Zehirlendiğinde kalbine zamanında elektroşok vermeyi de başaramıyor Bond. Evet, Bay White’ı sonunda yakalıyor ama bir sonraki filmin (Quantum of Solace) açılış sahnesinde onu da ellerinden kaçıracaklar. Yani James Bond Casino Royale’de bir sürü insan öldürmüş olmasına rağmen dişe dokunur konumdaki hiç kimseyi öldürmediği gibi, Vesper Lynd’i kandıran çifte ajan Yusef Kabira’yı da öldürmüyor. 007’nin çok fazla hata yaptığı, beklenmedik kavisler çizen şaşırtıcı bir Bond filmi.

Casino Royale’in sevdiğim bir diğer özelliği, Bond ile Vesper’ın ilişkisinin yavaş yavaş derinleşmesi. Bu, finaldeki ters köşenin yararına çalışıyor. Önce birbirine sürekli laf sokan iki zeki insan görüyoruz, oteldeki çifte cinayetten sonra Vesper zihnen çöküyor, Bond odaya gittiğinde Vesper’ı duşun altında buluyor. Oyunun oturumları 4 saat sürdüğüne göre, Vesper’ın saatlerdir suyun altında olduğu anlaşılıyor. Bir Bond filmindeki en dramatik çift sahnelerinden birini seyrediyoruz. Akan suyun altında birlikte oturuyorlar, sessizliğiyle bile çok şey anlatan müthiş bir çerçeve. Bu arada, henüz ikili bir çift değil. Solange, Bond’la sevişemeden öl(dürül)müştü, acaba Vesper ne olacak diye düşünmeye başlıyoruz. Bond, banka hesabındaki paranın aktarımı için gerekli şifreyi söyleyene kadar Vesper’ın aklında soru işareti vardı (kolyesini hiç çıkarmamıştı), orada bir kırılmaya şahit oluyoruz. İşin kötüsü, Vesper eski erkek arkadaşı Kabira’nın akıbetini öğrenemeden ölüyor. Solange da ne olup bittiğini anlamadan işkenceye uğrayıp katledilmişti.

blank

Casino Royale’de en sevdiğim sahne Madagascar’daki kovalamaca sahnesi, hatta bu benim tüm James Bond serisi içinde en beğendiğim takip sahnesidir, kaç defa seyrettim, bilmiyorum. Bariz bir koreografisi olan, çok iyi tasarlanmış nefes kesici bir sahne. Serbest koşunun mucidi, Parkur’un kurucu figürlerinden Sebastien Foucan tek kelimeyle harikalar yaratıyor. Ama bu sahnenin asıl önemi bize yeni Bond’u tanıtmasında yatıyor. Onun gücünü, dayanıklılığını, pratik zekâsını, pervasızlığını, kurnazlığını ve gaddarlığını bize tek kelime etmeden gösteren olağanüstü bir kovalamaca bu. Başka herhangi bir Bond filminde tek bir sahnenin bu kadar çok kişisel özelliği dışavurduğunu hatırlamıyorum. Bize sadece çok zeki değil, kuvvetli, kararlı ve gözüpek bir 007 vadeden bir sahne. Bununla da bitmiyor tabii… Bond tuvalet sahnesindeki dövüşte, yangın merdiveni sahnesinde, işkenceye uğradığında ve finaldeki Venedik kapışmasında fiziksel gücünü, süratini ve dayanıklılığını tekrar tekrar ortaya koyuyor, Spectre’ye (2015) kadar ona fiziksel üstünlük sağlayabilen bir rakiple karşılaşmıyor.

Casino Royale’in 31. dakikasında denizden çıkan James Bond figürüyle birlikte yeni bir seks ilahının doğuşuna tanıklık ediyoruz. Çok kaslı, geniş omuzlu ve mavi gözlü bir Bond. Tüm James Bond’lara smokin çok yakışır ama bu filmde normal hayatta da müthiş giyinen bir Bond var. İki ayrı deniz sahnesindeki mayolarından otel sahnelerindeki kılık kıyafetine kadar, ceket, gömlek ve aksesuarlarıyla jilet gibi giyinen çok yakışıklı ve karizmatik bir Bond olmuş Daniel Craig. Serinin sonraki bölümleri bunun tesadüf olmadığını bize gösteriyor.

Mads Mikkelsen Le Chiffre rolünde ilginç bir kötü adam (villain) portresi çiziyor; zeki, kurnaz ama kırılgan bir figür. James Bond külliyatının en tüyler ürpertici işkencelerinden birine imza atan Le Chiffre klasik bir kötü adam değil, daha ziyade bir paravan. Ahtapotu andıran bir organizasyonun finansal işlerine bakan kolu. Filmin son perdesinin bu denli etkileyici olmasının bir sebebi de Le Chiffre, kız arkadaşı ve baş korumasının kim olduğunu anlayamadığımız bir suikastçı tarafından birkaç saniye içinde infaz edilmesi. Klasik bir James Bond macerasında bu üçünden en az ikisi James Bond tarafından öldürülürdü.

Tabii geç bulup erken kaybetsek de Vesper Lynd’i anmadan geçmek olmaz. Eva Green daha ilk göründüğü sahneden itibaren Bond’la aşık atabilecek çapta olduğunu kanıtlıyor, onun bütün replikleri iyi yazılmış, Green de harika oynamış. Vesper Lynd çok ama çok akıllı bir kız, muhtemelen bir dâhi, öyle olmasa, 23 yaşındayken astronomik bir meblağın emanet edildiği bir Hazine yetkilisi olamazdı. Eva Green canlandırdığı karakterin karanlık noktalarını ustaca gizlemeyi başarıyor, eğer rolüne büyük bir inandırıcılık ve gizem katmamış olsaydı ne Vesper’ın ihaneti ne de bile isteye ölüme gidişi bu denli anlamlı olmaz, James’te bu kadar derin bir yara açamazdı.

Daniel Craig’i yeni Bond olarak tanıtan Casino Royale (2006) benim tüm James Bond külliyatı içinde en sevdiğim filmlerden biri. Q ve onun akıllara seza icatları olmadan, Moneypenny olmadan ve başkötüyü (main villain) Bond’a öldürtmeden de sağlam bir 007 filmi ortaya konabileceğini gösteren, iyi yazılmış, iyi oynanmış bir şaheser. Sadece bu filmle kalmış olsaydı dahi, Daniel Craig en sevdiğim Bond’lardan biri olurdu ama şanslıyız, bu karakteri dört defa daha canlandırdı. Quantum of Solace (2008) ile devam edeceğiz.

blank

Ertan Tunc

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Dream House / Korku Evi (2011)

Mutlu, mesut bir Amerikan ailesini odağına alan Dream House, ailenin
blank

Paradise Murdered (2007)

Paradise Murdered aklınızı başınızdan alacak bir başyapıt değil belki ama