32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde izlediğim Gözde Kural’ın Cinema Jazireh’i, seyirciye ilk andan itibaren rahatsız edici bir soruyu dayatıyor: “Bir Türk sinemacısı neden Afganistan’da geçen bir hikâyeye yönelir?” Bu sorunun kendisi başlı başına tuzak; çünkü insana dair dramların coğrafyası olmaz.
Ama mesele şu ki, bir yabancı bakışın oryantalizme kayıp kaymadığını sezme gücümüz sınırlı. Mustang’de işimiz kolaydı: Türkiye’yi bilenler için Deniz Gamze Ergüven’in hikâyesini kurgulamak uğruna gerçekliği sakatlaması hemen fark ediliyordu. Oysa Afganistan konusunda bilgi dağarcığımız Hollywood filmleri (Rambo 3 ile başlayan bir yolculuk) ve birkaç belgeselden ibaret. Böyle olunca, Kural’ın kamerasının açtığı boşlukta biz “gördüğümüz şeye inanmalı mıyız” ikilemine sıkışıyoruz.
Biçimin Daralttığı Bir Evren
Filmi salonun ikinci sırasında, kocaman bir perdede izledim. 4:3 oranında çekilmiş, sürekli yakın planlara saplanan kamera, diyaframı da kısarak, nefes aldırmayan bir görüntü yaratıyor. Netlik sürekli kayboluyor, ara sıra bulduğu odakla idare ediyor. Kural’ın tercih ettiği bu görsel dil, “o dünyanın kuşatıcılığını” göstermeye niyetlenirken paradoksal biçimde seyirciyi dar bir koridora hapsediyor.
Büyük perdede bu tercih özellikle yorucu, hatta bir noktadan sonra rahatsız edici bir sınav halini alıyor. Tarkovski’nin manzaraya açılan kadrajları ya da Makhmalbaf’ın geniş sokak tasvirleri akla geliyor; Kural ise bu yolu tercih etmeyip seyirciyi sürekli yüzlere, daha doğrusu yüzlerin parçalarına çakılı bırakıyor.
Paralel Akan İki Hikâyenin Çatışması
Film, birbirine paralel iki hikâye anlatıyor. Biri, savaşta kocasını kaybeden bir kadının oğlunu arayışı. Diğeri, çok daha çarpıcı olan Cinema Jazireh’in içindeki baçabaze geleneğine odaklanıyor. Bir noktada yollar kesişiyor ama dramatik yoğunluk tek bir çizgiye kanalize olamıyor. Üstelik oğlunu arayan kadının hikâyesi, filmin güçlü damarını törpülüyor. Asıl mesele olan, erkek çocukların kadın kılığına sokularak erkeklere dans ettirildiği ve ardından otellere götürüldüğü korkunç düzen, filmin yarısını gölgeye itiyor.
Buradaki dramatik alan öylesine güçlü ki, tek başına bütün filmi sırtlayabilirdi. BBC belgeselinde tanık olduklarım, Kural’ın filminde kısmen ete kemiğe bürünüyor ama derinleştirilmeden bırakılıyor. Sinema tarihini düşündüğümüzde, en iyi savaş ve travma filmleri (örneğin Elem Klimov’un Come and See’si) bir travmanın içine gözü kara bir şekilde dalarak kalıcı etki bırakır. Cinema Jazireh ise tam burada mesafeli kalmayı tercih ediyor.
Oryantalizm ile Cesaret Arasında
Bu noktada iki yönlü bir tartışma açılıyor. Bir yandan, bir Türk yönetmenin Afganistan’a dair böylesi karanlık bir pratiği perdeye taşıması cesur bir hamle. Diğer yandan, hikâyeyi ikiye bölerek hem seyirciyi hem de malzemeyi parçalamış oluyor. Film, “festival filmi” olma niyetini fazlasıyla belli ediyor: ağır estetik tercihler, yakın planlara yaslanan biçim, tematik olarak evrensel bir trajediyi yerelleştirip uluslararası dolaşıma sokma arzusu… Bunların hepsi Altın Koza’da, Berlin’de, Cannes’da ilgi çekebilir ama seyircide kalıcı bir iz bırakıp bırakmayacağı ayrı mesele.
Sonuç: Yarım Kalmış Bir Cesaret
Cinema Jazireh, hem biçimsel tercihlerinde hem de anlatısında “eksik bırakılmış” hissi uyandırıyor. Elindeki güçlü malzeme –Afgan çocukların bedel ödeyen hayatları– tek başına çok daha sarsıcı bir film yaratabilirdi. Fakat Gözde Kural, enerjisini ikiye bölerek hem karakterleri hem de seyirciyi dağıtmış. Cesaret var, risk var ama odak yok. Bu haliyle film, festival kataloğunda ilgi çekerken seyircinin zihninde yarım kalmış bir his bırakıyor.
MTŞ