III. Bölüm

MAFYA FİLMLERİ ve YENİ DALGA

90’lı yılları hatırlayın; Hollywood’un pahalı stüdyolarından b-film platolarına kadar tüm dünyada bir “suç filmleri” rüzgarı esmekteydi. Bu, 70’lerde başlayan akımın artçısıydı kimi eleştirmenlere göre. Mafya – devlet ilişkileri, polis ajanları, gizli ajanlar, fahişe görünümlü dedektifler, iyi polis – kötü polis, iyi mafya – kötü mafya çekişmeleri, uyuşturucu ya da Türkiye’deki pek eğlenceli adıyla “beyaz” trafiği, İtalyan mafyası, Sicilya mafyası, bin bir zorlukla mafya içinde yükselen bıçkın delikanlılar, girift ilişkiler ve daha niceleri arz-ı endam ediyordu beyaz perdede. Aslında bu sinema tarihine bir daha silinmeyecek şekilde kazınan The Godfather serisinin önlenemez etkisiydi. Ancak bunun yanında “kayıp kuşak” olarak bilinen 90 kuşağının bir çözümsüzlük felsefesiyle şık bir biçimde sunulan “mafya tarzı yaşam”a olan düşkünlüğü de bu filmlerin önünü açıyordu. Bu rüzgardan Amerika kıtasının uyuşturucu trafiğinin tam kalbinde yer alan Meksika da nasibini alıyordu elbette. Özellikle 80’lerden sonra (hemen hemen cine de ficheras’ın olduğu yıllarda) uyuşturucu kültürü, mafyası, kaçakçılığı üzerine büyük çoğunluğu düşük bütçeli b-filmler olan onlarca film yapıldı. Bu filmleri şimdi anmamızın nedeni ise, 90’larda yetişen bir kuşağa ve 2000’lerin sinemasına yön vermiş olmalarıdır.

“Narcofilmes”

İspanyolca’da “Narcocultura” (Narko-kültür/uyuşturucu kültürü) olarak adlandırılan oluşum, sosyal bir mesele olarak Latin Amerika’da hayatın her alanında vardır. Kimi zaman müzikte, kimi zaman türlü aktivist hareketlerde, hatta kimi zaman dinde (bazı uyuşturucu baronları kendilerini “aziz” olarak kabul ettirmiştir) kendini gösterir. Kendine has bir dili, hatta bir felsefesi vardır. Bir alt – kültür, hatta politik olmayan bir karşı – kültürdür. Zaman zaman kahramanlar yaratır; kimi baronları, satıcıları mitleştirir. Ayrıca özellikle 80’li ve 90’lı yıllar; Latin Amerika’da uyuşturucuya bağlı suçların tavan yaptığı, varoşlarda uyuşturucu baronlarının at oynattığı, sokakları çeşitli kartellerin eli silahlı adamlarının kontrol ettiği çetin yıllardı. Öyle ki polisin ve devletin giremediği mahalleler, dahil olamadığı hesaplaşmalar vardı. Yani uyuşturucu sadece farazi bir şekilde değil, bizzat hayata yön vererek yer tutuyordu Latin Amerikalıların yaşamında. Narcocultura, sinemada da kendini gösteriyordu kuşkusuz. 90’lar, ‘narcocine’nin oturuştuğu zirve yıllarıydı. Hatta bazı filmleri bizzat uyuşturucu baronlarının finanse ettiğine dair şehir efsaneleri dolanıyordu ve bu efsaneler büyük çoğunlukla gerçeğe dayanıyordu. Sinema kara para aklamak için çok uygun bir yol olabilirdi ve bu yüzden baronlar uyuşturucu trafiğini özendiren filmler yaparak bir taşla iki kuş vurabilirlerdi.

Narcofilmes (uyuşturucu filmleri), ayrıca muhafazakar çevrelerde de kaygıyla karşılanıyordu. Legalin karşısındaki illegali kendince meşrulaştıran bir yaklaşımı vardı bu filmlerin; açıkça ya da üstü kapalı özendirilen bir uyuşturucu kültürü vardı ve Meksika’nın iyi ahlaklı orta sınıfını tehdit ediyordu. Sık sık silahlar konuşuyordu, kimse ölmekten korkmuyordu. Bu bir yaşam tarzıydı. Bir alternatif gibi sunulan “kanunsuzluğa” teslim olmanın dik başlı şarkısıydı.

blankİlk narcocine örnekleri bir narcocorrido* grubu olan Los Tigres del Norte’nin (Kuzeyin Kaplanları) şarkılarından esinlenerek çevrilmiştir; Contrabando y Traición (1976 – Kaçak Mal ve İhanet) ve Mataron a Camelia Texana (1976 – Texaslı Camelia’yı öldürdüler). Her iki film de bu türün efsane isimlerinden olan Arturo Martinez tarafından yönetilmiştir.

Latin Amerika kültürü üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan gazeteci – yazar Alexander Prieto Osorno, bir makalesinde “narcocine” (uyuşturucu sineması) hakkında şu tespitlerde bulunuyor:

Bundan sonra narcocine, hükümetten yardım alamayan ve filmlere erotik bir ton katan küçük sinema şirketleri için altın yumurtlayan tavuk haline geldi. Başlarda bu sinemanın adı “sınır sineması” idi. Çünkü tüm filmler ABD ve Meksika arasındaki sınırda cereyan eden kanunsuz hayatı konu alıyordu. Bu bölgede uyuşturucu kaçakçılığının hızlı yayılımı, narcocorridos’un çıkışına katkı sağladı. Narcocine’yi karakterize etmek için bir kimlik sağladı. Ama bu durum entelektüeller ve seçkin eleştirmenlerce küçük görülen, aşağılanan  bir durumdu. Çünkü onlar uyuşturucu trafiğinin ülke sinemasına bir şey katamayacağını düşünüyordu.

Seçkin eleştirmenlerin narco sinemaya soğuk bakmasının sebebi, narco sinemanın bizdeki anlamıyla Meksika’nın “arabesk” kültürünün bir parçası olmasıydı. Ancak o seçkin eleştirmenlerin yanıldığı çok geçmeden ortaya çıktı. Narcocorridos ve narcocine ülkeye azımsanamayacak bir katkı sağlıyordu. Ülkenin kültürü üzerinde hafife alınamayacak etkileri vardı. Bu etkilerin iyi mi kötü mü olduğu elbette tartışılabilirdi, ancak varlığını reddetmek kör olmakla eş değerdi. Kim ne derse desin Meksika sinemasını Amores Perros’a götüren bu hafife alınan narcofilmes’dir.

Narcocine’nin en büyük kahramanlarından biri oyuncu, yönetmen ve aynı zamanda yapımcı olan Jorge Reynoso. Reynoso Meksika’da “El Señor de las Pistolas” (tabancaların efendisi) lakabıyla tanınıyor ve genellikle gerçek ‘kötü adam’ı oynuyor. blankReynoso’nun en önemli filmlerinden biri, Meksika’daki mafya babalarından olan Guadalajara kartelinin kurucusu Rafael Caro Quintero hakkındaki “La Mafia Tiembla”dır (1986/Mafya Titriyor). Oyuncu filmin 1989’da çevrilen devamı “La Mafia Tiemble II”de de rol almıştır. “Operación Marihuana” (1985/Marihuana Operasyonu) da Caro Quintero’nun ilk dönemlerini anlatan bir başka “gerçek mafya babası” filmidir.

Reynoso’nun dikkat çeken filmleri arasında köpek dövüşleri etrafında dönen film “El Perro más Perro” (Köpekten daha Köpek), eskiden dedektif olan Bulldog’un maceralarının anlatıldığı “Bulldog” (1993), 2 gemi dolusu uyuşturucuyu yerine teslim etmeye çalışan uyuşturucu kaçakçıları ve polis arasındaki mücadelenin anlatıldığı “Los Dos Toneladas” (1998/İki Ton), La Fuga del Rojo (1985/Kırmızının Uçuşu), La Carcel de Laredo (1985/Laredo Hapishanesi) gibi filmler var. Reynoso bu güne kadar 250’den fazla filmde rol almış bir oyuncu.

Narcocine türünün en bilinen örneklerinden örnek vermek gerekirse, La Camioneta Gris (1990/Gri Kamyonet-Tigres del Norte’nin de aynı adlı bir şarkısı mevcut), Los Tres Gallos (1991/Üç Horoz- Tigres del Norte’nin de aynı adlı bir şarkısı mevcut), Tres Veces Mojado (1989/Üç Kez Batmış), Camino al İnfierno (1987/Cehenneme Giden Yol) sayılabilir.

Uyuşturucu; uyuşturucu baronları, karteller, kaçakçılık var oldukça, ABD Latin Amerika’nın uyuşturucu konusunda en iştahlı müşterisi olmayı sürdürdükçe Meksika’nın ve tüm Latin Amerika’nın kültüründe yer etmeyi sürdürecek, buna şüphe yok. Hal böyle olunca da uyuşturucuyu konu alan filmlerin populeritesini koruyacağı da bir gerçek. Ancak kültür ve sanat her zaman dönüşebilen değerlerdir. Ve önemli olan malzemenin nasıl yorumlandığıdır. Zaten bilindiği üzere sanat akımlarını birbirinden ayıran da bu ince çizgidir; bakış farkı. Nitekim uyuşturucunun sinemadaki yorumu ‘yeni dalga’nın ferah etkisi geldikten sonra, 2000’lerden itibaren değişmeye başladı. Ya da en azından şöyle söylenebilir; yeni dalga bu mevzuya başka bakış açıları da kazandırdı…

blank

(*Narcocorridos: Uyuşturucu temalı şarkılar. Daha çok kendilerine has bir tarzları olan “norteños” denen kuzeyliler tarafından söylenir. Uyuşturucuyu, uyuşturucu ticaretini, illegal işleri, kanunsuzluğu öven sözleri vardır. Kimi zaman gerçek çatışmalar, büyük uyuşturucu transferleri gibi yaşanmış olaylardan esinlenir.)

Yeni Dalga

90’lara giriliyordu. Carlos Salinas de Gortari hükümeti devlet ve sinema arasında 50 yılı aşkın süredir devam eden stabil ilişkiyi değiştirdi. Sinemanın kontrolünü CONACULTURA’ya (Consejo Nacional para la Cultura y las Artes/Ulusal Sanat ve Kültür Konseyi-ülkedeki müzeleri kontrol eden, görsel sanatları, müziği, dansı, sinemayı, tiyatroyu, radyo ve televizyonu koruyan ve geliştiren bir kurum) devretti. Bunun ilk etkisi de sinemanın daha çok politikleşmesi ya da en azından “sanat”a daha yakın durması olarak kendini gösterdi. Sinemanın Fransa, İspanya, Arjantin gibi ülkelerde olduğu gibi toplumsal kültürün gerçek bir parçası olması hedefleniyordu. Bu değişiklik Meksika Hükümetinin resmi politikasıydı ve 1988’den itibaren uygulamaya konuldu.

Yeni Dalga Meksika Sinemasının en belirgin ilk örneği 1992 yapımı Alfonso Arau imzalı Como Agua Para Chocolate’dır (Su Gibi Çukulata İçin/Latin Amerika ülkelerinde sıcak çukulata bazen sütle değil su ile kaynatılır ve bu kalıp kullanılır.blank Como Agua Para Chocolate aynı zamanda ‘cinsel istek’ belirten bir değimdir. Yani çifte anlam taşır). İzleyenler bilirler, filmde yoğun olarak hissedilen bir “realismo mágico” (büyülü gerçekçilik/Latin Amerika’nın en yaygın sanat akımı) etkisi vardır. Zaman ve mekan Meksika Devrimi yıllarıdır. Düşle gerçek, umutla büyülü Meksika kültürü birbirine girer. Fonda da büyük bir aşk hikayesi vardır ve benim de en sevdiğim yeni dalga filmlerinden biridir. Como Agua Para Chocolate aynı zamanda ABD’de en yüksek gişe yapan Meksika filmidir. Bu da aslında yeni dalganın önünün daha da açılmasına neden olur. Ve gerçekten önemli yönetmenlerin, dünya sineması içinde de kayda değer filmlerin geçişi başlar.

Arturo Ripstein, yeni dalganın en kayda değer yönetmenlerinden biridir. Sanat hayatına Meksikalı büyük sürrealist yönetmen Luis Buñuel Portolés’in asistanı olarak başlar. Zaten pek çoklarına göre tarzları çok benzemektedir. Ripstein’in sinemasında Buñuel’in etkisi her zaman görülür. La Mujer del Puerto (1991/Liman Kadını) uluslararası başarı sağlayan ilk filmidir. 1991 Cannes Film Festivalinde “Un Certain Regard” ile ödüllendirilir. Ama Ripstein’in asıl klasiği Profunda Carmesi’dir (1996/Koyu Kırmızı). Başta Hollywood olmak üzere pek çok sinemaya ilham vermiş olan bu yarı kara mizah yarı kara film, sekse düşkün tombul bir kadınla kadınları kandıran bir dolandırıcının tuhaf ve kanlı aşk hikayesini anlatıyor. Ağır ve yoğun bir atmosferi var ve büyülü bir kanunsuzlar hikayesi.

Alfonso Arau, Como Agua Para Chocolate’ı çektikten sonra A Walk in the Clouds (1995) ile Hollywood’a transfer olmayı denese de pek başarılı olamaz. O pek çokları için sadece Como Agua Para Chocolate’ın yönetmenidir sadece.

ABD’de en çok Great Expectations’ın (1998) ve Children of Men’in (2006) yönetmeni olarak tanınan Alfonso Cuarón, Meksika yeni dalgası için önemli yönetmenlerden biri. Çünkü Y Tu Mamá También (2001/Ananı da), Meksika  sinemasının gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden. Ayrıca Sólo Con Tu Pareja (1991/Sadece Senin Partnerinle) es geçilmemesi gereken bir film.

Guillermo del Toro, sadece yeni dalga içinde değil kuşkusuz tüm Meksika (ve hatta dünya) sineması içinde ayrı bir yere konmalı. Fantastik sinema ile Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğini böylesine “büyüleyici” bir tarzda birleştiren bir başka yönetmen tanımıyoruz ne de olsa. Mexico City’de geçen Cronos (1993) bunun ilk örneği. Ardından ABD’de çektiği Mimic (1997) geliyor ki en güzel “fantastik bilim kurgu” filmlerinden biri sayılabilir. El Espinazo del Diablo (2001/Şeytanın Belkemiği), İspanya İç Savaşı sırasında geçen ve gene büyülü gerçekçilikten beslenen muhteşem bir hayalet hikayesi. Ancak Toro’nun en güzel iç savaş filmi El Laberinto del Fauno (2006/Pan’ın labirenti). Film, bana sorarsanız beyazperdeye aktarılmış en güzel peri masallarından biri.

blank

Alejandro González Iñárritu ve ölüm üçlemesi (Amores Perros, 21 Gramos, Babel), ama özellikle de Amores Perros (2000/Aşklar ve Köpekler) sinemasal bir milattır Meksika’da. Bu tarihten sonra Meksika sineması bir süredir yastık altında beklettiği suç, uyuşturucu gibi “kanunsuzluk” meselesine yeniden giriş yapacaktır…

Ayrıca Sexo, Pudor y Lágrimas (1999/Seks, Utanç, Gözyaşları), La Ley de Herodes (1999/Heredod Kanunu), El Otra Conquista (2000/Başka bir Fetih), El Crimen del Padre Amaro (2002/Padre Amaro’nun Suçu) yeni dalgadan diğer öne çıkan örnekler.

Latin Amerika Sinemasında bir milat: Amores Perros

Amores Perros’u izlediğim günü hatırlıyorum. Yağmurlu bir İstanbul akşamıydı, kıştı. Fakültedeki birinci yılımdı ve ben İspanyolcayı çat pat anlayabiliyordum henüz. Beyoğlu Sineması’nda izlemiştim. İçimden “yılın en önemli filmlerinden birini izliyorum her halde” diye geçirmiştim. Ancak şimdi 2010’dan geriye bakıldığında 2000 yapımı Amores Perros’un (Aşklar ve Köpekler/daha doğru bir tercümeyle “Kancık Aşklar”) Latin Amerika ve de hatta dünya sineması için çok önemli bir milat olduğu görülüyor. Arkasından gelen sinemayı nasıl dönüştürdüğü ve etkilediği bir gerçek. Amores Perros, Latin Amerika’nın Matrix’idir. Zira Amores Perros’tan sonra Latin Amerika’da sinema anlayışında köklü değişiklikler oldu.

blankAmores Perros’un en önemli başarısı; Latin Amerika’da artık kangrene dönen “kanunsuzluk” müessesesine getirdiği yeni ve pırıl pırıl varoluşçu yaklaşım. Sokaklara attığı cesur ve gerçekçi bakış. Böylesine sert bir filmde barındırdığı yoğun ve naif şiirsellik. Muhteşem metaforlar (filmdeki en önemli metafor bizzat adıdır. Pek çok farklı çevirisi yapılabilmekte, pek çok farklı ifadeye denk düşmektedir). Bunlar öyle metaforlardır ki neredeyse Borges’in hikayelerinde, Marquez’in romanlarında görmeye alıştığımız büyüleyiciliktedirler. Öte yandan zaman algısı üzerinde yarattığı etkiyi es geçmemek lazım. Tüm bunlar birleşince ortaya henüz girmiş olan yeni milenyumun en önemli sanat olaylarından biri çıkmış oluyordu. Bu çiçeği burnunda başkalaşım, tüm Latin Amerika’da saygıyla karşılandı.

Meksika ve Latin Amerika sinemasında suç kavramı narcocine’lerdeki halinden uzaklaşıyordu böylece. Filmler daha varoluşçu, “sorumluluk sahibi”, daha mesafeliydi. Avrupa sinemasının o soğuk ruhunun etkilerini de görmek mümkündü hatta. Zira Amores Perros’un açtığı o başka yoldan gidiliyordu. Yol üzerinde onlarca sapak vardı. Narcocine’nin arabesk halinden uzaklaşılmış, o arabesk temel baz alınarak caz yapılıyordu. Ama hiç de fena edilmiyordu.

2000’den sonra

Milenyumdan sonra gelen 10 yıl, Meksika sinemasına daha bağımsız bir bakış getirdi. Daha kişisel perspektifler ve özellikle Avrupa sinemasına has olan o “yönetmen filmi” yaklaşımını getirdi. Yeni dalgayla oluşmaya başlayan varlığını sağlamlaştırdı. Sokak kültürüne, sokak sanatına yaklaştı. Rap’i kadraja aldı. Kalın kalın sarılmış marihuanaları gözümüze soktu. Ve en çok iki yönetmeni öne çıkardı: Amat Escalante ve Carlos Reyendas.

blankAmat Escalante, ekşi sözlük’e sorarsanız İstanbul’da yaşıyor. Kendisi Meksika sinemasının Haneke’si. Yönetmenin en sevdiğim filmi olan Los Bastardos (2008/Piçler) bence serbest bir Funny Games  uyarlaması ve Funny Games kadar önemli. Ama Funny Games’e göre ters köşeye yatırıyor. Dünya sineması içinde şiir okuyormuş gibi izlenen filmlerden biri. Keza Sangre (2005/Kan) de öyle. Toplumsal hayatla ilgili yıkıcı ve sarsıcı bir metin. Escalante, sınıfsal farkları, toplumsal faşizmi, toplumsal cinsiyeti tereyağdan kıl çeker gibi aktarabiliyor beyazperdeye. Bunu yaparken acıtmayı da bir borç biliyor.

Reyendas ise, Escalante’ye göre daha çok tanınıyor dünyada ve daha çok ödül sahibi. Yönetmenin üç filmi de Japón (2002/Japon), Batalla en el Cielo (2005/Cennette Savaş) ve Luz Silenciosa (2007/Sessiz Işık) dünyanın entelektüel çevrelerinde tanınıyor. Escalante’den farklı olarak bireysel çıkışsızlıklara daha çok odaklanıyor. Ruhsal sıkışmışlıkları aktarıyor. Sınıfsal farklılıklara en az Escalante kadar önem veriyor, ancak aktarırken ön plana aldığı bu olmuyor.

2000’lerin dikkate değer diğer filmlerinden de bahsetmek gerek. Nicotina (2003/Nikotin), Meksika – Arjantin ortak yapımı mafya filmi. Seis Dias en la Oscuridad (2002/Karanlıkta Altı Gün), zengin sınıfa yöneltilen bir eleştiri. Voces İnnocentes (2004/Masum Sesler), El Salvador iç savaşına ışık tutmaya çalışan bir film. Temporada de Patos (2004/ABD: Duck Season/Ördek Mevsimi), harika işlenmiş ve siyah beyaz çekilmiş bir komedi. Matando Cabos (2004/Cabos’u Öldürmek), büyük bütçeli bir suç filmi. El Violin’de (2005/Keman), askeri baskıların bir direnişi sonlandırmaya çalıştığı bir coğrafyada bir kemanla kontrol noktalarını geçemeye çalışan bir aile anlatılıyor. Morirse en Domingo (2006/ABD: Never on a Sunday/Pazar Günü Ölmek), organ mafyasıyla ilgili bir kara komedi. Déficit (2007), Gael García Bernal’ın yönetmenlik denemesi. Malos Hábitos (2007/Kötü Alışkanlıklar), anoreksiyayı da kapsayan bir film ve La Jornada’ya göre döneminin en önemli yapımlarından. Norteado (2009/Kuzeyli), ABD – Meksika sınırındaki kaçak göçmelik üzerine bir “clandestino” (kanunsuz) filmi. Sin Nombre (2009/İsimsiz), bir başka sınır geçme hikayesi.

blank

Birkaç ay sonra 2011’e gireceğiz. Yeni bir on yıllık dönem başlamış olacak. Meksika sineması piramidin kaçıncı katına çıkacak, çıkabilecek mi göreceğiz.

Öteki Sinema için yazan Ezgi Aksoy

Meksika Sineması I. Bölüm

Meksika Sineması II. Bölüm

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

3 Comments

  1. Kaynak niteliğinde bir çalışma olmuş tebrikler. Amores perros’u ilk izlediğimde hombrelerin için avrupa ruhu kaçmış demiştim ☺

    Etkisi gerçekten çok önemli. Ben bunun nedenini Amerikada o dönemlerde başlayan hispanik hoşnutsuzluğunun neticesinde kendilerine yönelen bir öz eleştiri dalgasının meyvesi gibi görüyorum. Kendini yeniden tanımlama ihtiyacı.
    “arabesk temel baz alınarak caz yapılıyordu. Ama hiç de fena edilmiyordu.”

    böyle bir ele alış burdan kaynaklı sanırım.

  2. İyi günler. Yazınızı büyük bir zevkle okudum. Sizden bir ricam var. 1996 yılında Cine 5’te bir film izlemiştim. Film ABD- Meksika sınırında geçiyordu ve bir ailenin çeteler sonucunda başına gelenleri anlatıyordu. O filmi daha sonra yıllardır aramama rağmen isminin hatırlayamadığım için bulamadım. Yardımcı olursanız çok sevinirim.

  3. teşekkürler. böyle sorunca ben de çıkaramadım. ama araştırmaya çalışırım.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Sinema Denemeleri 5: RoboCop Macbeth’i Öldürebilir Mi?

Karşı karşıya gelseler RoboCop Macbeth’i öldürebilir mi? Saçma ve cevabı
blank

Metin Erksan’ın Hicran Yarası

Murat Kirisci, 4 Eylül 1973 gece yarısı, Türk Sineması Film