John Wick, ilk filmden itibaren modern bir intikam hikâyesinin içine doğmuş bir karakterdir. Emekliye ayrılmış efsanevi bir tetikçi olan John, sevdiği kadının ölümünün ardından ondan geriye kalan son bağ olan köpeğinin acımasızca öldürülmesiyle tekrar yeraltı dünyasına çekilir. İlk filmde intikam arayışı, seyirciye sıradan bir “köpeğimi öldürdüler, hepsini haklayacağım” şeklinde görünse de, alt metinde John’un yas tutma ve anıları koruma temaları yatar.
Gerçekten de John Wick (2014) filmi, ana kahramanın “normal” hayattan yeraltı dünyasına inişini anlatan bir yolculuktur; eşinin ismi Helen’in, Truva Savaşı’na sebep olan Helen’e gönderme olabileceği bile belirtilmiştir.
Bu yolculuk bir bakıma mitolojiktir: Rus mafyasının John için kullandığı “Baba Yaga” lakabı, Slav folklorunda korkulan bir efsanevi varlığa atfen seçilmiştir.
Seri ilerledikçe John Wick’in karşılaştığı engeller ve ahlaki ikilemler derinleşir. John Wick: Chapter 2 (2017), John’un eski kan yemini borcu nedeniyle istemeden de olsa yeniden şiddet sarmalına girmesini konu alır. İkinci filmde John, Roma’da bir feodal lord misali davranan Santino D’Antonio’nun “imkânsız görevi”ni kabul eder; film boyunca kendisini mitolojik kahramanlarla özdeşleştiren imgeler görürüz (müzedeki Herkül heykelleri ve Greko-Romen tanrı heykelleri arasında dövüş sahnesi gibi). John Wick: Chapter 3 – Parabellum (2019), serinin temasal doruk noktalarından birine ulaşır: John, suç örgütünün koyduğu kutsal kuralları çiğneyerek Continental otelinde kan döktüğü için örgütten aforoz edilir (“excommunicado”).
Kendi cemaatinden dışlanan Wick, hayatta kalabilmek için çocukluğunun “ruhani geleneklerine” sığınır; Rus folklor masallarının içine sakladığı bir tespihten medet umarak eski bağlarına başvurur ve çölde bir hac yolculuğuna çıkar. Bu üçüncü film, John’un kişisel inancı ile örgütün katı kuralcı inancı arasındaki çatışmayı vurgular ve finalinde John’un adeta tanrılara başkaldırısını gösterir. Son olarak John Wick: Chapter 4 (2023), kahramanın özgür kalmak için giriştiği intihar misyonunu andıran bir hesaplaşmayı işler. Yönetmen Chad Stahelski’nin de belirttiği üzere dördüncü filmde John, Sisifos’u hatırlatan biçimde Paris’in Sacré-Cœur basamaklarından defalarca düşüp kalkarak “özgürlüğe giden yolda cehennemden geçmek ve nihayetinde ölüm aracılığıyla kurtuluşa ermek” şeklinde sembolik bir finale ulaşır. Böylece seri genelinde John Wick karakteri, intikam güdüsünün ötesinde, anıların kutsallığı, kayıp nedeniyle duyulan öfke, kurallar ve görev duygusu, özgür irade ve kader gibi temaları temsil eden derinlikli bir figüre evrilir.
Keanu Reeves’in Katkısı: “İsa Benzeri” Bir Anti-Kahraman
John Wick karakterinin bu denli ikonik hale gelmesinde, oyuncu Keanu Reeves’in performansı ve görünüşü büyük rol oynar. Reeves, minimal diyaloglu, durgun ve vakur oyunculuğuyla John Wick’e adeta monastik bir hava katar. Karakter çok az konuşur ama gözlerindeki acı ve beden dilindeki disiplin, seyirciye onun iç dünyasını aktarır, senaryonun pek derinlik katmadığı noktaları, filmlerin Katolik estetiği ve Reeves’in duruşu doldurur denebilir.
Keanu Reeves’in uzun saçları, yüzündeki yaralar ve sakalı ile çizilen siluet, özellikle seri ilerledikçe bir İsa figürünü andırmaya başlar. Nitekim bazı sahnelerde yönetmenler bu benzerliği görsel olarak pekiştirir: Örneğin Chapter 2’da John, Central Park’ta yürürken arkasındaki melek heykeli kadrajda onun sırtına kanatlar vermiş gibi görünür; Parabellum’un tanıtım görsellerinden birinde Wick’in arkasında bir ışık halesi yerleştirilerek azizvari bir imge yaratılır.
Benzer şekilde üçüncü filmde suikastçıların toplantı sahnesi, kompozisyon olarak Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosuna gönderme yapacak şekilde düzenlenmiştir. Reeves’in yüzündeki o yorgun hüznün ve zaman zaman beliren mağrur ifadenin, birçok eleştirmen tarafından Hristiyan ikonografisindeki “acı çeken kurtarıcı” imajıyla örtüştüğü dile getirilmiştir.
Elbette John Wick karakteri etik olarak İsa’dan çok uzaktır; ancak Keanu Reeves, bu karaktere masum bir kurbanın hüznünü ve sessiz bir azizin asaletini katarak onu düz bir aksiyon figüründen bir tür “kefaret arayan aziz” katiline dönüştürüyor. Kaldı ki Reeves’in gerçek hayattaki mütevazı ve iyi insan imajı da (hayranların kendisine “internet azizi” yakıştırması yapmasına yol açmıştır) John Wick’e duyulan sempatiyi artıran meta bir katman olarak görülebilir. Seyirci, Reeves’in canlandırdığı Wick’e baktığında hem bir adam öldüren canavarı hem de acı çeken, inançla yürüyen bir “intikamcı İsa”yı aynı bedende görür hale geliyor.
Batı Sinemasında Dini Motifler ve ‘Mesih’ Figürü ile Katarsis
John Wick serisindeki dini motifler, Batı sinemasının uzun yıllardır kullandığı anlatı araçlarının modern bir yansımasıdır. Hollywood filmleri, özellikle epik aksiyon ve bilimkurgu türlerinde, sık sık “Mesih (Kurtarıcı) arketipi”nden beslenir. Örneğin Keanu Reeves’in bir diğer ikonik rolü olan Neo, Matrix serisinde “İnsanlığı Kurtaracak Seçilmiş Kişi” olarak adeta mesihvari bir yolculuğa çıkar; “The One (Bir)” olarak adlandırılan Neo’nun görevi Zion’u kurtarıp dünyayı özgürleştirmektir. Benzer şekilde, çizgi roman uyarlamalarından Superman karakteri bile modern bir “dünyaya gönderilmiş kurtarıcı” olarak resmedilir. Bu tip figürler, Hristiyan izleyicilere aşina oldukları İsa anlatısını hatırlatarak duygusal bir katarsis yaratır: İyiliğin sembolü olan kahraman büyük acılar çeker, fedakârlık yapar ve nihayetinde zaferi (ya da dirilişi) insanlığa umut olur.
Ancak John Wick gibi anti-kahramanlar söz konusu olduğunda, dini motiflerin kullanım amacı biraz daha altüst edici ve tartışmalıdır. “İsa figürünün katarsis unsuru olarak işlenmesi” ifadesi, genellikle seyircinin kahramanın çektiği çileden ve nihai zaferinden arınma duygusu yaşamasını kasteder. Wick örneğinde bu katarsis, ahlaken kusurlu bir karakter üzerinden gerçekleşir: Seyirci onun şiddetine maruz kalanları izlerken, kendi içindeki adalet arzularını tatmin eder. Psikolojik araştırmalar, bir hikâyede en çok acı çeken karaktere empati duymaya meylettiğimizi ve onu “bizden biri” görerek yaptığı aşırı eylemleri bile mazur görebildiğimizi ortaya koyuyor. Nitekim Hollywood aksiyonları, izleyiciyi anti-kahramanın yanında konumlandırmak için önce onu acı çeken, ihanete uğramış, kaybı olan bir mağdur olarak sunar. John Wick’in daha ilk filmde karısını ve köpeğini kaybeden biri olarak tanıtılması bu sebeple stratejiktir; böylece ekrandaki seri katil, ahlaki olarak bizden çok farklı olsa da, empati köprüsü kurulmuş olur.
Batı kültüründe anti-kahraman figürleri aynı zamanda bir toplumsal rahatlama supabı işlevi de görür. Geleneksel değerlerin sarsıldığı, hukukun veya kurumların adaleti sağlayamadığı düşünülen zamanlarda, halk kitleleri kendi adaletini kendi sağlayan karanlık figürlere yönelir. Western filmlerinin “yalnız kovboy”u ya da film noir’ın sert dedektifleri, hep sistem dışı adalet dağıtıcılarıdır. John Wick, bu geleneğin günümüzdeki popüler tezahürüdür. İzleyiciler, John Wick gibi bir anti-kahraman aracılığıyla günlük hayatta imkânsız olan şeyleri -kuralları çiğneyip cezalandırılmamak, mutlak güçle sorunları çözmek- güvenli bir biçimde deneyimler. Bir eleştirmenin ifadesiyle, “Anti-kahramanlar izleyiciye toplum kurallarını cezasız biçimde yıkma fırsatı verir; bu yönleriyle bir çeşit katarsis sağlarlar.” Bu yüzden Walter White (Breaking Bad) veya Tony Soprano gibi karakterler de geniş kitlelerce sevilir: Onların karanlık tarafına hayran olurken, kendi bastırdığımız dürtülerimizi vekâleten yaşamış oluruz. John Wick de bir bakıma seyircinin gölgesidir; intikam arzularımızı estetik bir şiddet baleosu içinde gerçekleştirirken, bize içsel bir arınma sunar.
Şiddet Estetiği: Kurşunlar ve Kutsal Göndermeler
John Wick filmlerinin en dikkat çekici yönlerinden biri, stilize edilmiş şiddet estetiğidir. Yönetmen Chad Stahelski ve ekibi, dövüş ve çatışma sahnelerini adeta birer koreografiye dönüştürerek, şiddeti çiğ bir gerçeklikten çıkarıp sanatsal bir üst düzleme taşırlar. Bu stilizasyonun önemli bir parçası, filmin dünyasına sinmiş dini ve mitolojik motiflerdir. John Wick evreninde şiddet, belli ritüellere ve kurallara tabidir: Örneğin suikastçıların sığınağı olan Continental Oteli, Orta Çağ kiliselerindeki iltica hakkını andırırcasına, “kutsal sayılan” bir güvenli bölgedir ve içinde kimse öldürülemez. Bu kural öylesine ciddidir ki bozulması durumunda mekanın “kutsiyeti” kaldırılarak (deconsecrate) kan dökülebilir -nitekim ikinci filmde Roma’daki Continental’in yöneticisi Santino, kendi çıkarı için bu kutsallığı bozmayı göze alır. Aynı şekilde tetikçiler arasındaki kan yemini anlaşmaları, kanla mühürlenen “markalar”, antik çağlardan kalma kutsal ahitleri veya “kutsal emanet”leri çağrıştırır.
Filmlerdeki görsel tasarım da şiddet ile dini göndermeleri bütünleştirir. Özellikle Chapter 3 – Parabellum bu konuda zengin örneklerle doludur: John’un Rus bir tarikat tarafından verilen “bilet” olarak kullandığı haç şeklindeki tespih, Hristiyan anlamından koparılıp suç dünyasında bir geçiş hakkına dönüşmüştür. Yine üçüncü filmde John, çölde Elder (İhtiyar) denilen, örgütün tepesindeki “tanrı” figürüne ulaşmak için bir tür çilekeş yolculuğa çıkar; susuz ve bitap düşene dek kızgın kumlarda yürür, adeta İsa’nın çölde 40 gün geçirmesi veya Musa’nın Sina Dağı’nda Tanrı’yı araması gibi bir imtihandan geçer. Nihayetinde Elder’ın huzuruna vardığında, onun affını kazanmak ve canını bağışlatmak için yüzüğünü (eşinin hatırası) feda edip yüzük parmağını kestirir -bu sahne açıkça bir bedel ödeme (kefaret) ritüelidir. Şiddetin böylesine ritüelleştirilmesi, John Wick evrenine mistik bir hava katar: Silahlar ve bıçaklar rastgele patlayan öfke araçları değil, belirli kurallar çerçevesinde kullanılan ve her kullanıldığında sonuçları (örneğin “excommunicado” ilanı) neredeyse dini bir hükümle belirlenen araçlar haline gelir.
Ayrıca seri boyunca mekan seçimleri ve sanat yönetimi, şiddetin görkemini vurgular. Kilise mahzenlerini andıran mermi kasaları, ikonografik tabloların sergilendiği müzelerdeki çatışmalar, neon haçların aydınlattığı gece kulüplerinde geçen ölüm kalım mücadeleleri -tüm bunlar “şiddetin katedralleri” olarak görülebilir. Yönetmen Stahelski’nin dile getirdiği gibi John Wick filmleri gerçekçi olmaktan ziyade “abartılı bir kamp ateşi hikâyesi” gibidir; burada anlatılanlar, günlük hayatın mantığından ziyade mitolojinin ve rüyanın mantığına tabidir. Bu nedenle seyirci bir yandan gerçeküstü bir dünyanın büyüsüne kapılırken diğer yandan ekrandaki şiddeti bir tılsım gibi izler -safi kan dökümünden ziyade bir tür günah çıkarma ayini gibi. John’un her kurşun sıkışında, her yara alışında, Hristiyanlıkta sıkça görülen “acı çekerek arınma” teması, neon ışıklar ve operatik müzik eşliğinde yeniden sahnelenir.
Çile ve Kefaret: Wick’in Bitmeyen İmtihanı
John Wick karakterini derinlemesine incelerken, onun hikâyesinin temelinde iki büyük Hristiyan motifinin yattığını görürüz: Çile çekme ve kefaret ödeme. İsa peygamberin “Tutku” (Passion) adı verilen çilesi nasıl çarmıha gerilmeden önceki işkencelerle dolu bir yolculuksa, John Wick’in de her filmde biraz daha artan fiziksel ve ruhsal işkenceler yaşaması benzer bir yapı izler. İlk filmde görece “hafif” yaralar alan John, ikinci filmde bıçaklanır, üçüncü filmde sayısız dövüşte paramparça olur ve filmin sonunda yüksek bir binadan düşer; dördüncü film ise John’u neredeyse mezara koyarak sona erer. Her seferinde inanılmaz acılar çeken bu adamın her defasında tekrar ayağa kalkması, Hristiyanlıktaki direniş ve yeniden doğuş inancını akla getirir. Stahelski bu döngüyü Yunan mitolojisinden Sisifos’un bitmeyen işkencesine de benzetmiştir ancak seri boyunca John’un yaralarını sarıp mücadeleye devam edişi, bir bakıma İsa’nın çarmıhını sırtlanıp Golgota tepesine dek taşıması ile yankılanır.
Bu çile aslında John için boş bir acı çekme değildir; bir kefaret tarafı vardır. John, geçmişinde sayısız can almış bir katil olarak, bir yandan normal bir hayat sürmeyi hak etmediğine inanır gibidir. Chapter 2’da Gianna D’Antonio’nun kendini öldürmeden önce John’a sorduğu “Cehenneme inanmaktan korkuyor musun John?” sorusuna onun duraksamadan “Evet.” diye cevap vermesi manidardır.
John Wick, yaptığı onca şiddetin onu manevi bir bedelle karşı karşıya bıraktığının farkındadır ve ruhunun akıbetinden endişe duyar. Bu nedenle serinin alt metninde John’un bitmek bilmeyen mücadelesi, bir anlamda kendi günahlarının bedelini ödeme çabası olarak okunabilir. John’un tüm motivasyonu ölen eşinin anısına sadık kalmak ve yaptığı kötü işlerin bedelini ödemektir; karısının sevgisi onu katliamlardan uzaklaştırıp kurtarmıştı, şimdi ise onun hatırası için direnmek zorundadır. Serinin özellikle üçüncü filmi, John Wick’in bir çeşit tövbekâr kimliğine büründüğünü açıkça gösterir: Kendi suç örgütü kilisesi tarafından afaroz edilen John, bağışlanmak için önce eski “ailesi” Ruska Roma’dan damgalı rosary (tespih) ile yardım ister, sonra çöl ortasında “İhtiyar”ın huzuruna çıkarak parmağını kesip kurallara riayet edeceğine dair yemin eder. Bu sahne, bir Hristiyan için epey güçlü çağrışımlar içerir: “Eğer gözün günah işliyorsa onu çıkarıp at” öğüdünü anımsatan bir kendini feda ediş ve İbrahim’in Tanrı’ya oğlunu kurban etmek üzereyken sunduğu itaat gibi, John da en değerli sembolünü (nikâh yüzüğü ve parmağı) kurban eder. Fakat ne ironiktir ki, John’un bağlılık yemini kabul görmez ve yine ölüm fermanı çıkarılır -bu da bize Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerilmesi öncesi verdiği tüm mesajların dönemin dini otoritelerince reddedilişini hatırlatır.
John Wick’in çilesi sadece fiziksel değildir; psikolojik ve duygusal bir boyutu da vardır. Eşinin kaybının getirdiği derin keder, John’un ruhunda asla iyileşmeyen bir yaradır. Hatta İhtiyar’ın çadırında diz çöküp niçin yaşamak istediğini açıkladığı sahnede anlarız ki John’un hayata tutunma sebebi, ölen karısının anısını yaşatmak ve onu unutturmayacak son kişi olmaktır. Bu, onun inancı haline gelmiştir. Ancak bu inanç uğruna ödemesi gereken bedel, sonsuza dek sürecek bir şiddet döngüsüne hapsolmak olabilir. Adeta tanrılar John’u cezalandırmaktadır: Ne zaman huzura ermeye yaklaşsa, geçmişi onu yakalayıp tekrar silaha sarılmaya zorlar. Bu döngü kırılmadıkça John’un çektiği çile de bitmeyecektir. İntikamcı İsa metaforu işte burada daha da anlam kazanır: İsa, Hristiyan inancına göre, insanlığın günahları için acı çekip kendini feda ederek kefareti ödemiştir. John ise kendi günahlarının ve belki de içinde bulunduğu günahkâr dünyanın bedelini, ölünceye dek savaşarak ödemeye çalışır gibidir. Son filmde (JW4) John Wick’in düelloya çıkarak canını ortaya koyması ve sonunda huzura ermişçesine gözlerini yumması, bu çilenin bir nebze olsun sonlandığını ve karakterin bir çeşit kurtuluşa ulaştığını ima eder. Nitekim yönetmenin ifadesiyle John en sonunda “Wick” personasını öldürerek ya gerçekten ölmüş ya da bu lanetli kimlikten kaçmıştır.
“İntikamcı İsa” ve Batı Kültüründe Anti-Kahraman İhtiyacı
John Wick gibi bir karakterin özellikle Batı kültüründe böylesine benimsenmesi, modern toplumun kahraman anlayışındaki değişimin bir göstergesidir. Geleneksel kahramanlar -örneğin bir John McClane (Zor Ölüm) ya da Ethan Hunt (Görevimiz Tehlike)- kötüleri alt ederken vicdanen rahattır çünkü onları iyi adam olarak görürüz. Oysa John Wick ve benzeri anti-kahramanlar, ahlaki gri bölgede dolaşır: Yaptıkları korkunç şeyler vardır, ancak seyirci onları destekler. Bunun arkasında yatan sosyolojik sebeplerden biri, modern izleyicinin “kusursuz iyilik” söylemine dair inancını yitirmesidir. Düzenin kendisine güven azalınca, düzen dışı adalet dağıtıcılarına ilgi artar. ABD örneğinde, 20. yüzyıl ortalarında klasik western ve polisiyelerde şiddeti kullanarak düzeni sağlayan John Wayne tipi karakterlerden, 21. yüzyılda John Wick gibi karakterlere geçiş tam da böyle bir psikolojik boşluğu doldurur. İzleyiciler kendilerini güçsüz ve tehdit altında hissettiklerinde, onları koruyacak kadar güçlü -ve öldürmeye istekli- figürlere hayranlık duyarlar. Bu durum, yapılan anketlerde insanların kendilerini koruyan polis ya da asker gibi “öldürme yetkisi” olan kurumlara yüksek güven beslemesinde de görülür.
Bir diğer sebep de anti-kahramanların insani zaaflar taşıması ve bu yönleriyle seyirciye daha yakın gelmesidir. John Wick’in zaafı sevgidir -eşine duyduğu sevgi ve hatırasına bağlılık. Bu sevgi, onun hem en büyük motivasyonu hem de Aşil topuğudur. Seyirci, Wick’in intikamını onaylarken aslında altında yatan bu sevgiye ve sadakate saygı duyar. Batı kültüründe kurtarıcı figürü ile canavar figürü sıklıkla iç içe geçmiştir; Orta Çağ’ın “kutsal savaşçı aziz” anlatılarından, modern zamanların “dünyayı kurtaran ama yöntemleri tartışmalı süper kahraman”larına kadar bu ikilik sürer. John Wick bu geleneği yeni bir doruk noktasına taşır: O hem kurtarıcı (yeraltı dünyasını sarsan ve kötücül düzeni yıkan biri) hem de canavar (önüne geleni öldüren biri) olarak, izleyicide hayranlık ve dehşeti aynı anda uyandırır. Bazı yazarlar, Hristiyan izleyicilerin bile İsa yerine John Wick gibi figürlere ilgi duymasının nedenini, İsa’nın temsil ettiği merhamet ve affetme ideallerinin gerçek dünyada “zayıf” bulunup, yerine Wick gibi “hesap soran, kötüyü cezalandıran bir mesih” arayışına girilmesi olarak açıklıyor. Elbette bu bakış açısı tartışmalıdır, ancak şu gerçek ki John Wick fenomeni, yalnızca aksiyon sahnelerinin mükemmelliğiyle açıklanamaz; içinde barındırdığı mitolojik kurtarıcı motifleri ve izleyici psikolojisine hitap eden unsurlar ile bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Seyircinin bir anti-kahramana bağlanmasının arkasındaki psikoloji incelendiğinde, empati ve özdeşim kurma kilit rol oynar. John Wick acı çeker, ihanete uğrar ve sürekli hayatta kalma mücadelesi verirken izleyici onun yanında uzun vakit geçirir; sonuç olarak bir noktadan sonra John ne yaparsa yapsın onu destekler hale geliriz. Bu durum, ahlaki yargılarımızın yerini duygusal bağlılığın almasına yol açar. Ayrıca anti-kahraman, karanlık tarafımızla yüzleşmemizi de sağlar. Toplum içinde kabul görmeyen öfke, intikam arzusu, şiddet dürtüsü gibi duygular, John Wick gibi bir karakter üzerinden sembolik olarak dışa vurulur. İzleyici kendi hayatında asla onaylamayacağı yöntemleri ekranda “haklı” bulurken, aslında içindeki bastırılmış duygularla da yüzleşir. Bu yüzleşme, sonunda karakterin akıbetiyle birlikte bir değerlendirmeye tabi tutulur: Hikâye bittiğinde “Ben yine de doğru olanı yapmalıyım” diyerek gerçek hayata döneriz, ancak dönerken o katartik deneyim bize eşlik eder. John Wick’in hikâyesi de dördüncü filmle birlikte bir tür hesaplaşmaya varır: Yaptığı onca şiddetin dünyayı daha iyi bir yer yapmadığını kendisi de görür ve nihai olarak bedelini kendi hayatıyla öder. Bu, izleyiciye hem bir doyum (kötüler cezalandırıldı, düzen sarsıldı) hem de bir uyarı (şiddetin sonu yoktur, bedeli ağırdır) sunar.
Wick Evreninin Mitolojisi
John Wick evreninin başarısının ardında, sıradan bir aksiyon filminden çok daha fazlasını sunabilmesi yatar. İlkin, serinin stilize şiddet anlayışı aksiyon sinemasında çığır açıcı bulunmuştur. Yönetmen Stahelski, film kareografisini bir sanat formuna dönüştürerek dövüş sahnelerini izleyici için unutulmaz anlara çevirir. Gun-fu olarak adlandırılan yakın mesafe silahlı dövüş tekniği, Hong Kong aksiyon sinemasının estetiğiyle Hollywood’un yüksek prodüksiyon değerlerini bir araya getirir. Sonuç, şiddetin gerçeküstü bir akıcılık ve zerafet kazandığı sahnelerdir: John Wick, düşmanlarını neredeyse dans eder gibi etkisiz hale getirirken, izleyici bunun kurgusal bir fantezi olduğunun bilincinde güvenli bir haz duyar. Bu koreografik yaklaşım, şiddetin etkisini seyirci için estetik bir deneyime dönüştürürken, filmin içerdiği dini ve mitolojik alt metni de destekler niteliktedir. Zira böylesi abartılı ve kuralcı bir şiddet tasviri, gerçek dünyadan kopuk, masalsı bir ton yaratır -bu da John Wick evreninin inandırıcılığını zedelemek yerine, kendi mitolojisini kurmasına olanak tanır.
Serinin mitoloji oluşturma becerisi ise özellikle senarist Derek Kolstad ve Chad Stahelski’nin vizyonuyla şekillenmiştir. İlk filmden itibaren karşımıza çıkan alt detaylar (altın madeni paralar, Kan Mührü anlaşmaları, Yüksek Şura’nın gizemi, Continental kuralları vb.), her filmde genişletilerek adeta yaşayan bir dünya yaratılmıştır. Örneğin, ölümcül tetikçilerin kullandığı altın paralar sadece birer ödeme aracı değil, bu yeraltı cemiyetinin ortak dili ve kültürü haline gelir; Charon isimli konsiyerj, adıyla bile mitolojik referanslar taşır (Yeraltı dünyasında ölülerin kayıkçısı Kharon’la aynı isimdedir). Yüksek Şura’nın (High Table) otoritesi, yarı ilahi bir mertebe olarak sunulur; o denli ki, Şura üyeleri “tanrılar”, John Wick gibi asi figürler ise onlara başkaldıran Prometheuslar gibidir. Nitekim üçüncü filmin sonunda John’un yarı-ilahi düzene isyanı, adeta Olimpos’taki tanrılara savaş açan bir kahramanın duruşunu andırır. Dördüncü filmde bu isyan teması doruğa çıkar ve John ile yeraltı dünyasının “Tanrıları” arasında eski usul bir düello yaşanır. Bu düello mekanı olarak Paris’te Sacré-Cœur Bazilikası’nın seçilmesi de tesadüf değildir: Bir yanda kutsal bir kilise, diğer yanda ölümcül silahlar -John Wick evreni kutsal ile profanı çarpıştırarak kendi mitolojisini yazmaktadır.
Filmlerin görsel dili ve müzikleri de bu mitolojik atmosferi destekler. Barok ve gotik mimariler, yağmurlu karanlık sokaklar, neon ışıklar altında parıldayan haçlar ve ikonlar, Wick evrenini gerçek dünyanın ötesine taşır. Tyler Bates ve Joel J. Richard’ın müzikleri, bazen elektronik ritimler bazen de klasik tınılarla sahneleri adeta bir opera havasına büründürür. Bu yönüyle John Wick filmleri, izleyiciye sadece bir aksiyon değil, bir atmosfer ve ritüel tecrübesi de sunar. Her suikast, her dövüş, bu atmosfer içinde bir tören gibidir -sanki seyirci, modern zamanların bir efsanesini izlemek üzere sinema salonunda toplanmış bir cemaattir.
Sonuç olarak John Wick serisi, yüzeyde bir aksiyon serisi olsa da, alt metninde zengin semboller ve temalar barındırır. İntikamcı İsa benzetmesi, bu seriyi okumak için güçlü bir mercek sunar: John Wick karakteri, bağrında hem Hristiyan mesih anlatısının unsurlarını (acı, fedakârlık, “ölerek kurtuluşa erme”) hem de modern toplumun anti-kahraman özlemlerini taşır. Öteki Sinema’nın takipçileri için bu seri, stilize şiddetin ötesinde, felsefi ve sosyolojik olarak da incelenmeye değerdir. John Wick neden bu kadar sevildi sorusunun yanıtı belki de şudur: O, bizim karanlık yanımızla aydın ideallerimizin kesişiminde duran, günahkâr bir azizdir. Hem cehennemin hem kurtuluşun izlerini taşıyan bu karakter, beyazperdede modern bir mit yaratmıştır. Çilesi ve kefaretiyle, seyircinin ruhunda bir katarsis bırakması da tam olarak bundandır.
- Kaynaklar ve Referanslar