Sinema, doğası gereği bir illüzyondur, saniyede 24 kare yalan söyler ancak bazı filmler bu yalanı öyle bir ustalıkla söyler ki, gerçeklik algımızla oynar, bizi bildiğimiz tarihten şüpheye düşürür. Aleksey Fedorchenko’nun 2005 yapımı filmi “Pervye na Lune” (First on the Moon / Ay’daki İlkler), işte tam olarak böyle bir sinemasal sihirbazlık örneği.
Sinema tarihinin tozlu raflarında keşif yapmayı seven, ana akımın dışında kalan cevherlerin peşine düşen sinefiller için “Pervye na Lune” gerçek bir hazine. Film, “sahte belgesel” (mockumentary) türünün, sinema tarihindeki en başarılı örneklerinden biri olarak selamlanmayı hak ediyor. Woody Allen’ın “Zelig”indeki teknik ustalığı, Peter Jackson’ın “Forgotten Silver”ındaki muzip tarih yaratımını ve Sovyet montaj sinemasının estetiğini bir araya getiren bir yapıtla karşı karşıyayız.
Filmin iddiası cüretkar: Sovyetler Birliği, 1930’larda, yani ABD’nin Apollo programından on yıllar önce, Ay’a insanlı bir araç göndermeyi başarmıştır. Ancak bu tarihi başarı, bir felaketle sonuçlanmış ve Stalin rejimi tarafından tarihin derinliklerine gömülmüştür. Fedorchenko, bu alternatif tarih kurgusunu o kadar titiz ve inandırıcı bir şekilde işliyor ki, izlerken “Acaba?” sorusu zihninizin bir köşesinde sürekli asılı kalıyor.
Yönetmenin en büyük başarısı, yarattığı görsel doku. “Pervye na Lune”, sadece siyah-beyaz çekilmiş yeni bir film değil; 1930’ların Sovyet sinemasının kayıp bir parçası gibi görünüyor. Eisenstein veya Vertov’un filmlerinden fırlamış gibi duran grenli görüntüler, ustaca eskitilmiş film şeritleri, dönemin ruhunu yansıtan kostümler ve mekan tasarımları… Fedorchenko, sadece bir hikaye anlatmıyor, aynı zamanda bir dönemin sinemasal estetiğini yeniden inşa ediyor.
Film, bu görsel aldatmacayı, ustaca hazırlanmış arşiv kayıtları, dönemin tanıklarıyla yapılan röportajlar ve sahte haber bültenleriyle destekliyor. Kozmonot adaylarının eğitim süreçleri, devasa ve grotesk roket tasarımları, gizli yeraltı tesisleri… Her detay, bu büyük yalanı desteklemek için özenle yerleştirilmiş bir tuğla gibi. Özellikle roketin fırlatılış sahnesindeki o ilkel ama görkemli sinematografi, izleyiciyi o anın gerçekliğine ikna etme konusunda inanılmaz bir başarı sergiliyor.
“Pervye na Lune”, sadece başarılı bir şakadan ibaret değil. Film, yüzeydeki bu eğlenceli alternatif tarih kurgusunun altında, Sovyet döneminin propaganda mekanizmasına, rejimin gizlilik saplantısına ve kahramanlık mitlerinin nasıl inşa edildiğine (ve gerektiğinde nasıl yok edildiğine) dair zekice ve keskin bir taşlama barındırıyor.
Filmin trajikomik kahramanı Ivan Harlamov’un hikayesi, bireyin totaliter bir sistem içindeki kayboluşunun bir metaforu haline geliyor. Bir kahraman olarak göklere çıkarılan, ardından bir sır olarak karanlığa gömülen ve sonunda bir sirk ucubesi olarak yeniden keşfedilen Harlamov’un kaderi, resmi tarihin acımasızlığını gözler önüne seriyor. Film, tarihin kazananlar (veya bu durumda, gerçeği saklayanlar) tarafından nasıl manipüle edilebileceğini gösteren güçlü bir alegori.
“Pervye na Lune”, sinemanın gerçekliği manipüle etme gücüne dair düşündürücü bir deneme. Bize gösterilen her görüntüye, anlatılan her resmi hikayeye şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini hatırlatıyor. Post-truth (hakikat sonrası) çağında yaşadığımız şu günlerde, Fedorchenko’nun filmi belki de 2005’te olduğundan daha da anlamlı.
Sonuç olarak; eğer sinemada zeka pırıltıları arıyorsanız, tarihin “eğer şöyle olsaydı” sorusuyla ilgileniyorsanız ve bir filmin sizi ustaca kandırmasından keyif alıyorsanız, “Pervye na Lune”u kaçırmayın. Bu film, sadece Ay’a yapılan hayali bir yolculuğun hikayesi değil, aynı zamanda sinemanın kendi büyülü dünyasına yapılan bir yolculuk.
