Punk Doğarken: Nightclubbing (2022) ve CBGB (2013)

Punk 70’li yılların 2. yarısında bir müzik türü, yaşam biçimi ve felsefe olarak İngiltere’den dünyaya yayıldı. Gürültülü müziği, abartılı saç stilleri, kabaralı kemerleri, montları, ayakkabıları, yırtık pırtık pantolonları, tişörtleri ve anarşizm ve nihilizmden etkilenen felsefesi ile punklar ortalığın altını üstüne getirdi. Hızla yayılan punk furyası 80’li yılların başında aynı hızda ortadan kayboldu. Ortadan kayboldu derken silindiğini kastetmiyorum. İnatçı ve direngen bir kitle punk’ı bir yaşam tarzı olarak devam ettirdi. Bu elbette takdire şayan. Ama punk 1976-1979 yılları arasındaki furya döneminde yakaladığı yaygınlığı ve görünürlüğü bir daha yakalayamadı. Gene de derin izler bıraktı.

Punk en parlak, en cevval ve en gürültülü dönemini İngiltere’de yaşadı ama İngiltere’de doğmadı. 70’li yılların ortasında New York Dolls’un ve müstakbel Sex Pistols’ın menajeri olan aktivist/girişimci Malcolm McLaren’in çantasında İngiltere’ye geldi. Punk’ın nüfus cüzdanında doğum yeri olarak New York/Amerika yazılıydı. New York’ta doğmuştu. Velvet Underground ve tabi ki Lou Reed punk’ın dedesiydi. Detroit’te de kendine oldukça benzeyen The Stooges ve MC5 adında akrabaları vardı. Garage rock, underground rock ve glitter/glam rock’tan beslendi.

blank

Amerikan punk’ı dediğimiz şeyi -ki buna belki de sadece punk deyip İngiltere’deki mevkidaşı/türdeşi için “İngiliz punk’ı” ifadesini kullanmalıyız- Amerikan toplumu ve Amerikan müzik endüstrisi benimsemedi. Erken dönem punk grupları New York’un en kötü yerlerinde bulunan birkaç ikonik gece kulübü dışında sahneye çıkma imkanı bulamadı. Punk, glitter/glam rock’tan da bir ölçüde etkilense de, özellikle glitter rock’ın gösterişli ve efemine giyim tarzına tepki olarak görülebilecek yırtık pırtık tişört, pantolon ve dağınık saçlardan oluşan bir giyim tarzıyla kendini ifade etti.

Punk, Amerika’da ilk doğduğunda bir müzik türü (genre) olmasını sağlayacak teknik ve müzikal birliğe ve benzerliğe sahip değildi. Amerikan punk’ını aynı mekanlarda sahne alan ve anlayış, kader ve yaşam birliğine sahip topluluklardan oluşan bir dalga (wave) olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. Gerçekten de birbirine benzemeyen beş öncü punk grubunu dış görünüş ve müzik olarak karşılaştırdığımızda varacağımız sonuçlar bu savımı destekler: New York Dolls, heteroseksüel erkeklerden oluşmasına rağmen kadın gibi giyinen bir gruptu ve tekdüze akorlardan (üç akor sistemi) oluşan müziği ile biraz punk’a yakın dursa da daha çok klasik Amerikan rock‘n’roll’una benziyordu. Blondie, 60’lı yıllardan fırlamış gibi duran şarkıları ve vokalist Debbie Harry’nin şık giyim tarzı ile ana akım popa yakın bir gruptu. Pek sevdiğim Television, 90’lı yılları andıran zamansız giyim stili, oldukça progresif ve psychedelic müzik tarzı ve şairane şarkı sözleriyle yalnızca punk için değil genel olarak müzik dünyası için bir kazançtı. Patti Smith, cinsiyet mevhumunu belirsizleştiren giyim tarzı ile New York Dolls’un dişil  karşılığı olurken Smith’in şiirleri ile  sanatsal bir olay haline gelmişti. The Beatles’tan oldukça etkilenen Ramones ise susturulmadan çalınan üç akordan oluşan gürültülü ve hızlı İngiliz punk’ının teknik ve müzikal formülasyonunu İngilizler’den birkaç yıl önce muştularken deri mont, güneş gözlüğü, spor ayakkabı ve  kot pantolondan oluşan giyim stili ile İngiliz punkçılardan çok 80’li yılların thrash metalcilerini andırıyordu.

blank

Amerikan punk’ına kişiliğini veren en önemli faktörlerden biri oturduğu sınıfsal kökendi. Punk Amerika’da bir orta sınıf bunaltısı olarak doğdu ve içinden çıktığı orta sınıfa olan nefretini haykırdı. Bir kaçış çabası (escapism) idi. Bireysellik ve sanatsal duyarlılık daha ön planda idi. Amerikan punk müzisyenlerin içinde kolej eğitimi almış önemli sayıda insan vardı. Bu insanlar punk müzik yapmayı seçtikleri için punkçı olmuşlardı. İngiliz punk’ı ise işçi sınıfı kökenli müzisyenlerden oluşuyor ve burjuva sistemine olan nefretini kusuyordu. İngiliz punkçıları için punk bir kişisel seçim değil tek seçenekti. İşçi sınıfına mensup ailelerin çocuğu olarak dünyaya gelen ama okulu bitirince iş bulamayarak derin bir hayal kırıklığına kapılan ve sıkıntıdan patladığı için yoldan geçen arabaların camına tuğla fırlatarak eğlenen refah toplumunun tortusu diyebileceğimiz gençlerin sarılacağı tek ipti.

Amerikan punk’ının orta sınıf karakterini güçlü vurgulayan bir diğer emare ise köklerine olan bağlılığı idi. Amerikan punk’ı daha uzlaşmacı ve kendini var eden müzikal referanslara saygılıydı. İngiliz punk’ı ise aşağı yukarı Amerikan punk’ı ile aynı referanslardan beslenmiş olsa da bu konuda inkarcı, yıkıcı ve saldırgandı. The Beatles, YES ve Led Zeppelin gibi müzik endüstrisinin kurumsal gruplarına veryansın ediyordu.

blank

Amerikan punk’ının bir diğer özgün yanı da bu hareketin New York’un en kötü mahallelerinde bulunan CBGB ve Max’s Kansas City  adlı iki mekanda doğması, buraların sosyal çevresinden beslenmesi ve bu mekanlarla özdeşleşmesi idi. Bu iki mekanın dışında ne başka mekanlarda, ne medyada, ne de müzik endüstrisinde yer bulamadılar. İngiliz punk’ı ise İngiltere’ye sıçramasının hemen ardından görünür olmayı başardı ve tabiri caizse kanırta kanırta popüler alanda kendine yer açtı.

Amerikan punk’ı konusunda birbiri ardına izlediğim bir belgesel ve bir film punk’ın doğum yeri olan bu iki mekanı ve bu mekanlar etrafında oluşan organik ortamı oldukça iyi anlatıyor. Müsaadenizle hemen Danny Garcia’nın Nightclubbing: The Birth of Punk in NYC belgeseli ve Randall Miller’ın CBGB filmi hakkındaki kısa tanıtım yazılarıma geçmek istiyorum.

NIGHTCLUBBING: THE BIRTH OF PUNK IN NYC (2022)

blankMickey Ruskin, Max’s Kansas City adlı ikonik mekanı 1965 yılında devraldı. Başlangıçta müzik ile ilgili bir mekan değildi. Mekan Andy Warhol başta olmak üzere sanat yiyip sanat içen ve tabi ki sanat dışkılayan bir kısım avangard tayfanın takıldığı mekan olarak ünlendi. Sonrasında sanat ve müzik dünyasının bir araya geldiği nezih bir mekan haline geldi. Mick Jagger, George Harrison, Frank Zappa, ilerleyen zamanlarda da Jane Fonda ve Warren Beatty gibi Hollywood ünlülerinin buluşma noktası oldu. Mekan 1969 yılında  kapılarını o dönemde albüm yapma imkanı bulamayan, büyük salonlarda konser verme imkanına kavuşamayan müzik gruplarına açtı. Böylece mekanda canlı müzik de yapılmaya başlandı.

Max’s KC’nin kapılarını yeni gruplara açtığı yıllarda müzik endüstrisi sağlamcı bir yayın politikası uyguluyordu. Alışılmış türler, büyük köklü gruplar ve onların birinci sınıf kopyaları dışında kalan yeni ve avangard gruplarla anlaşma yapmaktan kaçınarak dinleyicilere aynı temcit pilavını satıp duruyordu. Max’s KC ve hemen akabinde CBGB böyle bir ortamda yeni gruplara hayat suyu oldu. Başta Velvet Underground, The Stooges, Alice Cooper gibi gruplar burada sahneye çıktı. 1974 yılında Ruskin kulübü borçlarından dolayı kapatarak kayıplara karıştı. Burayı devralan ve aynı isimle işletmeye başlayan Tommy Dean, müzik işine yoğunlaşarak New York Dolls, Ramones, Blondie, Wayne “Jayne” County, Suicide, Testors, Dictators, Billy Idol gibi müzisyen ve grupları Max’s KC mekanında kısıtlı bir dinleyici kitlesi ile de olsa buluşturmayı başardı. 80’li yıllara gelirken kulüp kötü duruma düşmeye başlamış. Hatta bir ara kulüpte sahte para basmak gibi illegal işler de yapılmış. 1981’de ise maddi zorluklardan dolayı Max’s KC kapılarını kapatmış.

Danny Garcia’nın yazıp yönettiği belgesel, Max’s Kansas City’nin hikayesini düz kronolojik bir kurgu ile izleyiciye aktarıyor. Anlatım işini de o dönemin Max’s KC’de sahneye çıkan müzisyenlerine ve müdavimlerine yaptırıyor. Zaman zaman benim hiç sevmediğim animasyonlu görselleştirmelere de başvursa da belgesel akıp gidiyor ve meramını zahmetsiz bir biçimde izleyiciye anlatıyor. Beğendim, çok şey öğrendim.

Bu tarz belgesellerde eksik kalan şey bu belgeselde de yok. Ne oldu da punk Amerika’da doğdu, ne oldu da gençlik yıllarını İngiltere’de çılgınlar gibi yaşadı, bunun cevabı yok. Maalesef işin sosyolojik ve ekonomi-politik analizini hakkıyla veren bir müzik belgeseli izleyemeden ömrümü dolduracağım. Herkes olguları ipe dizip belirli bir sıra ile anlatma konusunda mahir fakat olguların yorumlarını yapabilen ve birbiriyle ilişkilerini hakkı ile anlatabilen yok. “Vakanüvis” çok, analizci pek az.

CBGB (2013)

blankMüzik endüstrisinin kapılarını yeni fikirlere, yeni seslere kapattığı bir dönemde yeni ve avangard gruplara kucak açan bir başka ve belki de en önemli mekan da CBGB & OMFUG. 1973 yılında New York’un en kötü semtlerinden Bowery’de Hillel “Hilly” Kristal tarafından Hilly’s adıyla açılan mekan motosikletçi ve şoför tayfasının takıldığı bir mekanmış. Hilly ikinci bir bar açınca Hilly’s’i kapatmak zorunda kalmış. İflas bağımlısı Hilly ikinci barını da batırmayı başarınca kös kös Hilly’s’e geri dönmüş ve CBGB (Country, Blue Grass, Blues) adıyla yeniden açmış. Country tutkunu olan Hily’nin bar işletmeciliği maceraları öncesinde bir dönem şarkıcılıkla hayatını kazandığını da belirtelim. CBGB geleneksel müzik türlerine atıf yaparak açılsa da bu türlerde yeni ve heyecan verici bir gelişme olmadığı için Hilly fikir değiştirerek barın adının yanına OMFUG (Other Music For Uplifting Gourmandizers: Oburların iştahını kabartacak sair müzikler) ibaresini ekleyerek kapısını o sırada henüz albüm yapmamış olan ve (CBGB olmasa yapamayacak olan) Television ve Ramones gibi gruplara açmış. Patti Smith, Blondie, Talking Heads, Dead Boys, Richard Hell & Voidoids, The Police gibi gruplar CBGB’de ünlü olmuş.

1976 yılında “Punk” adlı fanzini çıkararak türün isim babası olan John Holmstorm da bu barın müdavimi imiş. Aslında Max’s Kansas City müdavimi olan Malcolm McLaren, kancayı takıp İngiltere’ye götürmek isteyeceği Richard Hell’i ilk defa, CBGB’nin 1975 yılında düzenlediği bir haftalık konser dizisinde izleme fırsatı bulmuş. Punk dönemi sonrasında İngiliz punk’ının Amerika’ya geri gelip daha sertleşmiş, hızlanmış ama daha apolitik , sağcı ve maçolaşmış bir versiyonu olan hardcore devri geldiğinde Agnostic Front, Bad Brains, Cro-Mags gibi gruplar CBGB sahnesinde arz-ı endam eylemiş. CBGB, Max’s Kansas City’nin aksine gayet uzun ömürlü bir mekan olmuş. 2006 yılında bir kira anlaşmazlığı sonucunda kapanana kadar -dile kolay tam 33 yıl!- 30 binden fazla gruba ev sahipliği yapmış. Bu rakamı biraz abartılı bulsam da CBGB’de sahneye çıkıp sonradan ünlü olan grupların listesini görmek bile CBGB’nin ne kadar önemli bir mekan olduğunu anlamak için yeterli. 2007 yılında da Kristal aramızdan ayrılmış. 1993 yılında CBGB’nin 20. yılında Kristal ile yapılan bir röportajda sunucu şunu soruyor: “20 yılda neyi başardınız?” Kristal şöyle cevap veriyor: “Burada olmamız genç müzisyenlere istediklerini yapması için ilham verdi.” Doğru söze ne denir?

blank

Randall Miller’ın yönettiği ve Jody Savin ile senaryosunu yazdığı CBGB hem Hillel Kristal’ın biyografisinden bir kesiti anlatır gibi görünse de bu filmde başrolde olan şey mekanın kendisi ve bu mekanın içinde anlam kazandığı atmosfer olmuş. Hilly’nin barın bir yerlerine sürekli bir yerlere pisleyen köpeği, ucuz eğlence talebi ile barın kapısında sıra olan Bowery tayfası, kanalizasyonun kendisinden bile daha iğrenç olan tuvaletleri, barın mutfağında çalışan Bowery’li keşlerden oluşan aşcılar -ki Freddy Rodriguez’in canlandırdığı Idaho karakteri gerçekte bunlardan sadece biri-, sahnede çalan deli dolu gruplar, barın üst katındaki “bit-pire palas” tarzı berbat otel, “işini bilen” ayyaş NYPD polisi, bunların hepsi başrolün sadece birer uzvu.

blank

Alan Rickman’ın Hilly Kristal’ı canlandırırken ortaya koyduğu performansı değerlendirebilmek için Kristal ile yapılmış birkaç röportajı izledim. Rickman, Kristal gibi ifadesiz ve donuk bir kişiliği başarıyla canlandırdırmış.

Filmin ilginç yanı bana sitcom havası vermesi. Bu izlenimi edinmemde filmin neredeyse tek mekanda geçmesinin payı büyük. Alışılmış Amerikan espri kalıplarının kullanılmış olması da bir diğer neden.

blank

Film ile ilgili bir diğer eleştirim de geriye dönük bir kurgulama çabasının dozunun biraz kaçırılmış olması. Yani düşünün ki bir meydan savaşı vardır. Komutan ordusunu ikiye ayırmıştır. Kendisi 1. ordunun başında düşman ile savaşırken 2. ordu gizlice sağdan dolaşarak hem düşmana gelmesi muhtemel takviye birliklerini avlayacak hem de uygun zamanda kanattan düşmana saldırarak 1. ordunun işini kolaylaştıracaktır. Fakat hesapta olmayan bir şey olur, sağdan dolaşan ordu bataklığa saplanır. Bu arada düşman takviye alır. 1. ordu yenilir. Komutan esir düşer. Her şey biter. Biz 200 yıl sonra bu savaşı tarih kitaplarında okuyunca savaşın sonucunu biliriz, sebep sonuç ilişkilerini geriye doğru kurarak bir nevi geçmişi kurgularız. Halbuki ilk başta ne komutan büyük umutlar bağladığı 2. ordunun bataklığa saplanacağını bilmektedir, ne de düşman, varlığından haberdar olmadığı 2. ordunun yol bulmadaki beceriksizliği sonucunda zaferi kazanacağının farkındadır. Doğal olan, izleyicinin 200 yıl sonra o savaşı tarih kitaplarında okuyan okuyucu gibi bilgili olması değil, komutan ve düşman gibi bilgisiz olması, düşmanın zaferine adım adım götürülmesidir. Sinema sanatı, savaşın sonucunu bilmediğini varsaydığı, varsaymak zorunda olduğu izleyiciye, düşmanın zaferine giden yolu tasvir etmek için vardır. Yoksa sanata ne hacet! Tarih bilimi hepimize yeterdi de artardı bile!

Birkaç yıl sonra yeniden izlemek ister misiniz bilmem ama CBGB eğlenceli bir film. O döneme ilgi duyanlar için daha da fazlası…

Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın

Kaynaklar

  1. Punk: Bir Alt Kültürün Oluşumu – Tricia Henry Young, Dost Kitabevi Yayınları
  2. Tek Akorlu Mucizeler – Dave Laing, ALTIKIRKBEŞ Yayın
  3. Punk Felsefesi: Gürültünün Ötesinde – Craig O Hara, Çitlembik Yayınları
  4. Risale-i Punk, ALTIKIRKBEŞ Yayın (Bu küçük kitabın “editlendiği” ana kaynak olarak belirtilen Jessamin Swearingen’in yazdığı söylenen”The Emergance of Punk in America” adlı kitabın izine hiçbir yerde rastlamadığım için kaynak olarak belirtip belirtmeme konusunda kararsız kaldım. Ama gene de Amerikan punk’ı konusunda pekala yararlanılabilecek küçük ve faydalı bir özet olması açısından kaynak olarak belirtmeye karar verdim.)
S. Özgür Ilgın

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tiki-Taka, Guardiola ve Barcelona: Take the Ball, Pass the Ball (2018)

Take the Ball, Pass the Ball yakın tarihin en fantastik
blank

Man Bites Dog (1992)

Man Bites Dog, vücuda getirildiği dönem için fazla orijinal sayılabilecek