Steve McQueen Tarihine Giriş: Efsane Doğuyor

8 Mart 2016

Doksanların ilk yarısı olmalı. Muhtemelen 1993, yine de emin değilim. Haftaiçi her gün sabahın köründe uyandırılıyorum. O kadar erken bir saatte kalkmaktan nefret ediyorum, neymiş efendim okula gidecekmişiz. Gidelim de, okulun başlamasına saatler var, bütün bir kent uyuyor. Okulum ilçenin az biraz dışında. Maalesef okul servisini kullanmak mecburiyetindeyim, o da haliyle erken geliyor bizim muhite. Gözümü zor açıyorum, babam benim yaşımdayken çalışmak için her gün, haftasonu dahil, çok daha erken saatte kalktığını anlatıyor, annem zorla bişeyler yedirmeye çalışıyor. Bir türlü tam anlamıyla uyanamıyorum. Kalkamıyorum arkadaş, motivasyonum eksik yahu. Televizyon melevizyon açıyoruz, nafile. Calimero falan var. Derken bir sabah, yanlış hatırlamıyorsam Show TV’de bir kovboy filmine denk geliyorum. Başka bir-iki filmden (yanlış anımsamıyorsam “Kelebek” ve “Muhteşem Yedili” filmlerinden olmalı) tanıdığım, yakışıklı bir abimiz oynuyor. Heyecanla izliyorum. Yarım kalıyor, zaten ortasından yakalamıştım ama evden çıkmamız gerekiyor. İki-üç gün sonra tekrar denk geliyorum aynı kovboya. Durumu çakıyorum, bu müthiş bir western dizisi. Aranan kan bulundu. Al sana motivasyon! Her sabah diziyi izlemek için erken kalkıyorum, dizi zaten kısa, evden çıkış saatimi az biraz geciktiriyorum ve diziyi izliyorum, bazen servisi kaçırıyorum ama uzunca bir yolu yürüyerek gidiyorum. Dizi, “Aranıyor: Ölü ya da Diri” (Wanted: Dead or Alive), başrolde Steve McQueen var. Çocukluğumun kahramanlarından…

O zamanlar Steve McQueen’in soyismi şimdiki gibi “Makkuin/Mekkuin” şeklinde okunmuyordu. Zeki Ökten’in, 5 önemli oyuncuyu bir araya getiren o naif “Güle Güle” (1999) filmini seyrettiniz mi? İşte o filmde sinema aşığı İsmet’i oynayan Zeki Alasya’nın ‘McQueen’ kelimesini telaffuz ettiği şekilde okunuyordu yani “Maskuin” (evet, “s” ile) şeklinde. Ben fi tarihinde divx sitelerinden biri için kaleme aldığım bir eleştiride (sanırım “Getaway” kritiğiydi) yazı boyunca bilinçli bir şekilde “Maskuin” kelimesini kullanmıştım, bilip bilmeden saldıranlar olmuştu, halbuki yazının altına bu kullanımın özel sebebini not düşmüştüm. Ama anlayan olmadı. Şimdi burada da “Maskuin” yazasım var ama kesin beni cahillikle suçlayanlar çıkacaktır, hiç gerek yok. Geçen bir yazımda Palance’ın aslında “paluns” diye okunduğunu biliyor olmama rağmen küçükten beri öğrendiğim şekilde “palans” diye telaffuz ediliyor varsayarak yazdım pek uyanan çıkmadı ama, neyse. Biz Steve McQueen diyelim ve “Makkuin/Mekkuin” gibi okunuyor, varsayalım. Ve devam edelim.

Steve McQueen 03

Başlamadan önce bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Eğer belirli bir sebebi yoksa normalde ele aldığım isimlerin özel hayatlarına fazla girmemeye özen gösteriyorum. Örneğin bir önceki yazımda; Jack Palance’ın birbirinden ünlü aktrislerle yaşadığı sansasyonel ilişkilerin hiçbirine değinmedim tıpkı John Wayne hakkındaki yazımda onun özel hayatına değinmekten kaçındığım gibi. Ama Steve McQueen örneğinde olduğu gibi özel hayatı sahne kişiliğini etkileyen hatta belirleyen ve hatta aşan sanatçılar söz konusu olduğunda istisna yapmak mecburiyetinde kalıyorsunuz, çünkü bu tip aktörleri yakından tanıyabilmek ve birtakım tavır, tutum ve davranışlarını anlamlandırabilmek için onları “oldukları kişi” yapan koşulları az da olsa öğrenmek gerekiyor. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da, tıpkı Humphrey Bogart ve Robert Mitchum yazılarımda olduğu gibi, lüzum gördüğüm durumlarda ele alacağım bazı aktör, aktrist ve yönetmenlerin özel hayatlarına ister istemez değinmek durumunda kalacağım, kusura bakmayın. Zaten kim James Dean ya da Marlon Brando gibi birinin kişiliğini ve geçmişini hesaba katmadan oyunculuğunu değerlendirebilir ve sinema tarihi açısından taşıdığı önemi ortaya koyabilir? Dennis Hopper, Anthony Perkins ve John Garfield gibi aktörler hakkındaki yazılarımda da bu durum kaçınılmaz olarak böyle olacak, şimdiden söylemiş olayım. Hadi çalışmamızın ilk bölümüne başlayalım…

Terrence Steven McQueen; anormal derecede yakışıklı olduğu söylenen basit bir gezici sirk dublörü Terrence William McQueen ile genç ve güzel, alkolik bir fahişenin, Jullian Crawford’un tek gecelik ilişkisinin bir meyvesi olarak Indiana’da doğar. Yıl 1930’dur. McQueen’in doğumgünü bile tam olarak belli değildir, doğduğu yerin kayıtlarında 21 Mart olduğu bilgisi yer alır ama annesi 24’ü olduğunu iddia eder, bugün birçok kaynakta 24 Mart tarihi yer alır ama kendisi hayatı boyunca doğumgününü hep 21 Mart’ta kutlamıştır. Annesi Jullian hamile kalınca müstakbel babası Terrence William ile aralarında düzenli bir ilişki başlamıştır. Ama Terrence, oğlu Steven’ı ve karısını 6 ay sonra terk eder ve gider. Annesi de 1 yıl kadar dayanır ve sonra küçük Steven’ı anneannesi Lillian’a bırakır ve o da başka bir hayata kaçar. Terk edilmiş, yapayalnız, miniminnacık Steven, anneannesi Lillian ve dedesi Victor’la beraber yaşamaya başlar. Fakat trajedi küçük Steven’ın yakasını bırakmaya niyetli değildir. Dedesi iflas eder ve anneannesinin erkek kardeşinin (büyük dayısının) Missouri’deki çiftliğine bir sığıntı gibi yerleşirler. Steven’ı, annesinin dayısı olan Claude Thomson son derece disiplinli bir şekilde yetiştirir. Eşi ve çocuğu olmayan Claude, Steven’ı çok sever, ona at binmeyi öğretir, Steven iyi bir binici olur. 8 yaşındayken atış talimi yapmaya başlarlar, Steve o işte de çok başarılıdır. Büyük dayısı zengin bir toprak ağasıdır ama yine de Steven’ın kazandığı tüm parayı hak etmesi için onu sonuna kadar zorlar. Sabahın köründe kalkar, ağır işlerde akşam leşi serilene kadar it gibi çalışır durur. Steven; o her zamanki çekingen, kırgın tavrını kendisini terk eden ebeveynlerine borçluysa, sarsılmaz kararlılığını ve dur durak bilmeyen azmini ve çalışkanlığını da büyük dayısı Claude’a borçlu gözükmektedir. Sık sık sinemaya giden ve kovboy filmlerine bayılan Steven, gelecekte yapacağı işe ısınmaya başlamıştır bile.

Steve McQueen 06Yeniden evlenen ve Los Angeles’da bir yuva kuran annesi bir gün çıkar gelir ve onu götürmek ister, büyük dayısı karşı çıkmaz, Steven’ın cebine altına bir saat koyar ve kendisini unutmamasını ister. Onu hiçbir zaman unutmayacaktır.

Steve McQueen annesiyle beraber Los Angeles’a gider. Ama işler umduğu gibi gitmez. Üvey babası her fırsatta onu dövüyordur. Asi kimliği hemen her yerde devamlı kışkırtılıyordur. Rob Katz’ın deyimiyle McQueen’in “yalnız ve vahşi gençlik yılları” başlamıştır. Steve çok geçmeden Los Angeles’taki sokak çetelerine girer ve bir dizi dükkan soygununa karışır. Annesini onu iyiliği için büyük dayısı Claude’a geri gönderir. Claude dayısı artık çok yaşlanmış, hizmetçisiyle evlenmiştir. Çiftlikte de işler ters gider. Bir gün köye bir gezici sirk gelir, bu Steven’ın çok hoşuna gider, sirkin görevlisi ona sirke katılırsa yeni dünyaları keşfedebileceğini söyler. Steven, eve gidip eşyalarını toparlamaya, Claude dayısına haber vermeye bile tenezzül etmez. Sirke katılır.

Kısa sürede sirk dünyasından soğur. Ve ayrılır. Oradan oraya sürüklenir, bir sürü geçici işe girer çıkar. Otostoplar, uzun yürüyüşler ve yolculuklar onu yeniden annesine götürür. Yeniden Los Angeles’tadır. Mahalledeki çeteye yeniden katılır, kendini kabul ettirebilmek için sürekli suç işlemeye başlar. Yakalanır, mahkemeye çıkar, hakim bir daha karşıma gelme der ve affeder. Üvey babası Berri onu döver ve merdivenler aşağı iter. İnternetteki bazı kaynaklar Steve McQueen’in sağ kulağının ağır işitmesini ve ömrü boyunca da kısmen sağır kalmasını bu olaya bağlar ama ben bununla ilgili somut bir kaynak bulamadım açıkçası. Neyse, McQueen’in ‘asi gençlik’ modu devam ediyordur. Çetenin önde gelen çocuklarından biri olur. Ama hırsızlık yaparken yeniden yakalanır ve bu sefer kendini kurtaramaz, ağır bir ceza alır ve ıslahevinin yolunu tutar.

Steve McQueen 05

6 Şubat 1945’te Steven McQueen, yani henüz 15 yaşında bile değilken, “The California Junior Boys Republic” adlı ıslahevinin 3188 nolu mahkumu olmuştur. Burada tam 14 ay yatacaktır. Evet, 14 ay! McQueen; ıslahevinde çok zor günler geçirir, ıslahevi yönetimince ya da mahkumların kurduğu özyönetimlerce sürekli cezalandırılır, dayak yer, çeşitli mahrumiyetler yaşar. Ama hiçbir şeyi umursamaz, Claude dayısı onu en kötü günlere çoktan hazırlamıştır bile. Cezaevindeyken üvey babası ölür, annesi yeniden eski kötü hayatına geri döner ve New York’a taşınır. 14 aylık tutukluluk biter ve McQueen soluğu New York’ta alır. Her şeye rağmen çok sevdiği annesiyle yeniden bir aradadır. Annesi sayısız beraberliklerinden bir yenisine imza atmış ve yeniden evlenecek birini bulmuştur. Annesi ona ayrı bir daire tutar. Berbat ötesi bir yerdir bu. McQueen için hayat çok kötü gidiyordur. Bu sefer de New York’ta çetelere katılır, ufak tefek suçlar işlemeye başlar.

Bir teklif üzerine gemici olur ve okyanusa açılır. Gemi korkunç durumdadır, en berbat işlerde çalışmak durumunda kalır ve sahile ayak bastıklarında toz olur. Dominik Cumhuriyeti’ndedir! Biliyorum inanılması güç gelecek ama bir genelevde havlucu/peçeteci olarak iş bulur. 2 ay çalışır sonra Amerika’ya geri döner. Texas’ta abidik gubidik işlerde çalışır. Gezici bir karnavalda iş bulur. Henüz 17 yaşındadır. Hayatının aşkı Sue Ann’i bulur ve bir gün sonra onu terk edip orduya katılır. Bahriyeli olur (Amerika Birleşik Devletleri geçimini daha çok okyanusaşırı ülkeleri sömürmekle sağladığı için, Amerikan Donanması ordunun gözbebeğidir). McQueen, Parris Adası’ndaki görevi sırasında en ağır koşullarda çalışır. Askerlik adeta burnundan gelir ama pes etmez. Tıpkı “Cool Hand Luke” filmindeki gibi bir dövüşe mecbur bırakılır, feci bir dayak yer, defalarca yere düşmesine rağmen her seferinde ayağa kalkar ve kendini ispatlar. Birkaç gün kendine gelemez. Ama artık o bir denizcidir. Haftasonu izninde Sue Ann ile buluşur ve iznini iki haftaya çıkarmaya karar verir. Yakalanır ve tutuklanır. Kaçmaktan 21 gün, görevli memura mukavemetten de 21 gün olmak üzere, 42 gün ceza yer. Geminin makine dairesinde (en ağır iş) görevlendirilerek, cezalandırılır. Görevi asbeslenmiş boruları temizlemektir. Uzun yıllar sonra asbesten kaynaklanan ve maalesef tedavisi olmayan bir tür akciğer kanserine yakalandığında; asbesin yaygın olarak kullanıldığı seslendirme stüdyoları, yarış üniformaları ya da kasklarından ziyade büyük bir ihtimalle askerdeki o zehir dolu boruları temizlerken bu elim hastalığın tohumlarının atıldığını düşündüğünü beyan edecektir.

Steve McQueen 07McQueen, makine dairesindeki pis işten sonra tank bölüğüne verilir, motor tamirciliğine başlar. Kutuplardaki bir görev sırasında 5 bahriyeliyi boğulmaktan kurtarır. Mükafat olarak Amerikan Başkanı Harry Truman’ın koruma görevine verilir. Steve McQueen 3 yıllık görevin ardından gönüllü olarak yazıldığı ordudan terhis olur. Ve Güney Carolina’daki sevgilisi Sue Ann’e koşar. Sue Ann, onu ailesi ile tanıştırır. Kızın babası ekonomik açıdan çok güçlü bir sanayicidir. Yemekte Steve’e güzel bir kariyer ve gelecek vadeder. Steve McQueen, bu gibi durumlarda istisnasız kaidesiz her zaman yaptığı gibi, geleceğinin, özgürlüğünün kısıtlanacağı endişesiyle daha o gece, hiçkimseye haber vermeden evden tüyer. Ve ömrü boyunca bir daha Sue Ann’i hiç görmez.

Bir süre Washington’da takılır, taksi şoförlüğü ve oto tamirciliği yapar. Sonra New York’a, Greenwich Village’a, annesine gider. Ama annesi San Francisco’ya taşınmıştır. New York’ta takılmaya karar verir ama paraya ihtiyacı vardır, ordudan gelen küçük gelir ona yetmemektedir. Bulaşıkçılık, dedektiflik dergileri için fotomodellik ve dükkan hırsızlığı yaparak geçinir. Evet, yine hırsızlık. Posta kamyonu şoförlüğünü ve profesyonel boksu da dener. Hiçbir işte dikiş tutturamaz, McQueen’in çabuk sıkılan, özgürlüğe düşkün, asi kişiliği her yerde sorun çıkarmasına vesile oluyordur. Bir arkadaşının önerisiyle Sanford Meisner’in Konstantin Stanislavski’nin ‘Metot Oyunculuğu’ öğretisini esas alan “Neighborhood Playhouse” adlı tiyatrosunda oyunculuğu denemeye karar verir. Binden fazla adayın katıldığı seçmelerde 72 kişilik kontenjana girmeyi başarır.

Steve McQueen ilk başlarda ne kadar farklı, ne kadar ayrıksı, büyük bir potansiyel içeren ve gelecek vadeden bir oyuncu olduğunun farkında bile değildir ama hocası Sanford Meisner farkındadır. Daha sonraları James Caan, Robert Duvall, Diane Keaton, Jeff Goldblum, Sydney Pollack ve David Mamet gibi sayısız ismi de eğiten Meisner’in Strasberg, Adler ve Lewis gibi arkadaşlarına/rakiplerine karşı bir kozu vardır artık. Meisner’in ilk önemli öğrencisi Gregory Peck olmasına rağmen, Peck’in metot oyunculuğunu seçmediğini de bu vesileyle not düşelim. Artık Meisner de büyük bir metot aktörü kumaşı yakalamıştır. Tiyatrosunda büyük bir doğallık ve içtenlikle oynayan, her açıdan iyi poz veren, bakışları ve duruşuyla değişik bir albeni yaratan, yakışıklı, seksi, sert ve asi bir aktör vardır. Bir efsane doğuyordur. Steve McQueen Efsanesi…

İlk bakışta gereksiz gibi gözüken detayları sadece Steve McQueen’in neden iyi at bindiğini, neden iyi silah kullandığını, fiziksel güzelliğini kimlere borçlu olduğunu, neden kadınlarla arasının hep iyi olduğunu, asi ruhunu neye borçlu olduğunu, neden yolunun oyunculuğa çıktığını görmeniz için anlatmıyorum. Dikkat ederseniz; Steve McQueen’in deneyimlerinin çok net bir şekilde, ileride oynadığı rollerin tarihsel köklerini milim milim inşa ettiğini görürsünüz. “Somebody Up There Likes Me”deki (1956) Fidel, “Wanted: Dead or Alive”daki (Aranıyor: Ölü ya da Diri, 1958-61) usta silahşör Josh Randall, “The Great Escape”de (Büyük Kaçış, 1963) toplama kampından sürekli firar eden mahkum Hilts, “The Sand Pebbles”da (1966) kendisine Oscar adaylığı getiren Jake Holman rolü ya da “Papillon”da (Kelebek, 1973) canlandırdığı efsane mahkum Henri Charriere rolleri Steve McQueen’in kişisel deneyimleriyle büyük paralellik arz etmektedir. Bu filmleri seyreden herkes bu saptamaya hak verecektir.

Steve McQueen 08

Steve McQueen büyük bir Marlon Brando hayranıydı. Aynı zamanda Actor’s Studio eğitimi ile de yolları kesişmişti. Şaşırtıcı değil. Sözün özü; “Neighborhood Playhouse”da Meisner’in öğrencisi olan McQueen, Stanislavski metodundan bir oyuncuydu, canlandırdığı roller, perdede yarattığı kişilikler kişisel tecrübelerinden oyduğu heykellerden başka bir şey değildi. McQueen sinemada bir oynadığı rolü bir daha hiç tekrarlamadı. Bu inanılmaz önemli bir detaydır. “The Magnificent Seven” (1960), “Bullitt” (1968), “The Thomas Crown Affair” (1968) gibi gişe canavarlarındaki rolünü yinelemesi için teklif edilen anormal rakamları elinin tersiyle itti. “The Towering Inferno”daki (1974) o fedakar Mike O’Hallorhan karakterinin önceki maceralarını anlatan bir spin-off’ önerisini de reddetti. Her türlü dizi teklifine soğuk baktı. Sinema filmi ya da TV filmi, her türlü spin-off’a ve devam filmine şiddetle karşı çıktı. McQueen bazen sinema çalışmalarına ara verip senelerce ortadan kayboluyordu ama döndüğünde içine sinen bir projede yeni bir karaktere can verirken onu izliyorduk. Her seferinde risk almayı seven, yeni ve farklı bir karakter yaratmak ve böylece kendi kişisel tarihini aydınlatmak isteyen birinci sınıf bir aktördü o.

Bugün geriye dönüp bakıldığında Steve McQueen’in oynadığı bazı filmlere anlam veremeyenler oluyor. “The Reivers” (1969), “An Enemy of the People” (1978) ve “Tom Horn” (1980) gibi. Bakın Steve McQueen hakkında; ikisi ilk karısı Neile Adams ve son karısı Barbara McQueen (Barbara Minty) tarafından yazılmış olmak üzere bir düzineyi aşkın kitap (anı, biyografi vb.) vardır. Bunlardan birini bile okuyan herkes bu filmlerde niye oynadığını hemen anlar. McQueen, geçmişini perdede yeniden inşa edebileceği ya da aydınlatabileceği tüm rollere sıcak bakıyordu. Limitlerinin farkında olan, bunu kabullenen ve elindekiyle en iyisini ortaya koymaya çalışan bir metot aktörüydü o. Evet daha çok aksiyon filmlerinde onu gördük ama yine de o filmlerde bile bariz bir şekilde karakter inşa etmeyi başarmıştır.

Steve McQueen hayatı boyunca topu topu otuz küsur projede yer aldı, ara verdiği yıllar hariç tutulursa aktörlükle iştigal ettiği süre yirmi yılı bile bulmadı diyebiliriz. Sadece on küsuru başrol olan yirmi küsur tanecik uzun metraj filmle bu denli büyük bir efsane yaratmış olması hayret vericidir. Öldüğü zaman, gelmiş geçmiş en önemli sinema yazarlarından Andrew Sarris ardından şöyle diyecektir: “Eşine az rastlanılan aktörlerin de az rastlanılanı, Aksiyon Kahramanı bir Metot Oyuncusu!”

Steve McQueen hakkında bir inceleme yazmaya başlayınca karşıma umduğumdan çok daha kompleks bir karakter çıktığını fark ettim. McQueen birkaç insan ömrüne sığacak sayısız olayı kısacık bir ömre sığdırmayı başaran isimlerdendi. Hani, Sammy Davis Jr. 64 yaşında ölüm döşeğindeyken demiş ya, “64 yaşındayım fakat kendimi 164 yıl yaşamış biri gibi hissediyorum” diye. İşte McQueen de öyle yaşamış. Giriş niteliğindeki bu yazımız, Steve McQueen’in aktörlüğe başladığı güne yani bir efsanenin doğuşuna kadar olan kısmını içeriyordu. Daha yeni başlıyoruz. Aksesuarları, kıyafetleri, arabaları, kadınları, filmleri ve sansasyonlarıyla devam edeceğiz…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Steve McQueen 01

[box type=”info” align=”aligncenter” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

Eliot, Marc. 2011. “STEVE MCQUEEN : A BIOGRAPHY”, Crown Archetype – Crown Publishing, New York, ABD

Pendergast, Tom ve Sara Pendergast (editörler), 2000. “INTERNATIONAL DICTIONARY OF FILMS AND FILMMAKERS” (4 Cilt), St. James Press, ABD.

www.imdb.com

www.wikipedia.com

http://stevemcqueen.com/

http://www.mcqueenonline.com/

http://www.stevemcqueen.org.uk/ [/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

3 Comments

  1. Hocam ellerine sağlık…

    Keyifle okuduğum, çok şey öğrendiğim ve ülkede bir benzerinin olmadığı yazılar bunlar ve çok değerli…

    Errol Flynn yazısı da gelecek mi acaba?

  2. Çok teşekkür ediyorum Salim.
    Errol Flynn, Clark Gable, John Barrymore yazıları da gelecek, sadece biraz sıra var, onu bekleyecekler :))

  3. Mükemmel ve bilgi dolu bir yazı olmuş, çok etkilenerek okudum. Böyle bir yazı için teşekkür eder ve bu ilham veren kişilikle ilgili daha çok yazmanızı canı gönülden isterim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Setsuko Hara’ya Aşk Mektupları – I. Bölüm

Murat Kirisci'nin Japon sinemasının gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından Setsuko
blank

Ingmar Bergman

“Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum. İnsanın Tanrı ile olan