Video Kulüplerde Kurulan Krallık: İtalyan Korku Sineması!

10 Eylül 2024

İtalyan korku sineması deyince aklınıza ne geliyor? Karşımıza çıkan ilk şey Dario Argento’nun neon ışıklı kâbusları ya da Lucio Fulci’nin mide bulandırıcı derecede gerçekçi şiddet sahneleri olabilir ama bundan çok daha fazlası var.

Yine 80’lere ışınlanıyoruz. Tanrım, ne güzel zamanlardı, yazmaya doyamıyorum! 60’ların ve 70’lerin sinemasının gölgelerden çıkıp video kasetlerle dünyaya yayıldığı bir dönem. İtalyan korku sineması, sadece acayip hikayeleriyle değil görsel tarzıyla da seyirciyi büyüledi ve dehşete sürükledi. Bu eşsiz sanat formu, 80’lerde zirveye çıktı, VHS devrimi sayesinde evlerimize zorla girdi ve salonlarımızda “ne izliyoruz biz!” dedirten anlar yaşattı.


blank

60’lar ve 70’ler: Mario Bava’nın Korku Krallığı

Başlangıçta Mario Bava’nın adını zikretmek zorundayız. Bava, korku sinemasının Michelangelo’su gibiydi. Birçok kişi tarafından “İtalyan korku sinemasının babası” olarak anılan Bava, gotik korku, giallo (cinayet gizemi) ve fantastik korku türlerinde çığır açan filmlere imza attı. Onun dehası sadece tür yaratmada değil, düşük bütçeli filmlerle bile inanılmaz görsel dünyalar kurmasında yatmaktadır.

Mario Bava, film dünyasına aslında bir yönetmen olarak değil, bir görüntü yönetmeni olarak adım attı. Bu, onun filmlerinde neden böyle yoğun görsel bir estetiğe sahip olduğunu açıklıyor. Bava’nın filmleri, ışık kullanımı, renkler ve yaratıcı kamera açılarıyla dikkat çekiyordu. Özellikle, gotik atmosfer yaratmadaki ustalığı korku sinemasına yeni bir soluk getirdi.

Bava’nın filmleri, görsel açıdan o kadar etkileyici ki, çoğu zaman bütçe kısıtlamaları fark edilmez. Onun sinematografi dehası, çoğu zaman çok az dekor ve minimal set kullanarak büyük atmosferler yaratmasında kendini gösterir.

blank

Bava’nın kariyerindeki en önemli adımlardan biri, 1960 yılında çektiği “La Maschera del Demonio” (Black Sunday) filmiydi. Film, siyah beyaz olmasına rağmen Bava’nın ustalığını gözler önüne serdi. Bu filmde, bir cadı olan Asa Vajda’nın (Barbara Steele) intikam almak için mezarından dirilişini izleriz. Film, zaman içinde hem gotik korkunun hem de İtalyan korku sinemasının temel taşlarından biri haline geldi. Özellikle vahşet, lanetler ve ölüm temalarının işlendiği bu film, hem dönemin seyircisi hem de sonrasında gelen sinemacılar üzerinde büyük bir etki bıraktı.

blank“I Tre Volti della Paura” (Black Sabbath, 1963) ise farklı korku hikayelerinden oluşan bir antolojiydi. Bu filmde Bava, doğaüstü korku unsurları ile izleyiciyi hem germeyi hem de büyülemeyi başardı ama Mario Bava’yı asıl ölümsüzleştiren, giallo türünü yaratmasıdır. Giallo, İtalyan sinemasının çok özel bir alt türüdür. Genellikle cinayet gizemlerine, şiddetli sahnelere ve estetik bir görselliğe dayanır. Bava, bu türü resmen başlatan film olan “Sei Donne per l’Assassino” (Blood and Black Lace, 1964) ile sinema tarihine adını kazıdı. Film, bir moda evinde işlenen cinayetler etrafında döner ve giallo’nun tüm temel unsurlarını içerir: karmaşık bir cinayet gizemi, vahşet dolu cinayet sahneleri, şık ve stilize bir atmosfer.

Bava’nın giallo türüne katkısı sadece şiddet ve gizem unsurlarını harmanlamakla kalmadı, aynı zamanda bu filmlerdeki görsel stil, renk kullanımı ve sinematografi ile türü estetik bir seviyeye taşıdı. Giallo türündeki diğer önemli filmleri arasında “Il Rosso Segno della Follia” (Hatchet for the Honeymoon, 1970) yer alır. Bu filmde Bava, katilin psikolojik derinliklerine inerek türü daha da zenginleştirir.

Mario Bava’nın dehası sadece gotik korku ve giallo ile sınırlı değildi. Bilim kurgu ve fantastik korku türlerinde de etkileyici filmler çekti. “Terrore nello Spazio” (Planet of the Vampires, 1965) filmi, Bava’nın bilim kurgu ile korkuyu nasıl ustalıkla birleştirdiğini gösteren en iyi örneklerden biridir.

Ridley Scott, Alien’ın Hikayesini Çaldı mı? 5 – DQ 5T5tVQAAGoZW

Film, bir grup uzay kaşifinin, terk edilmiş bir gezegende garip yaratıklarla karşılaşmasını konu alır. İlginç olan, bu film Ridley Scott’ın Alien (1979) filmine ilham vermiştir. Her ne kadar Ridley Scott ve Alien senaryosunu yazan Dan O’Bannon inkar etse de Planet of The Vampires’i izleyen herkes bunun farkında! Bava’nın bu düşük bütçeli filmde yarattığı atmosfer, hem korku hem de bilim kurgu türlerine büyük bir katkı sağladı. Bava, sadece kan ve dehşetle değil, estetikle de oynuyordu. “Danger: Diabolik” (1968) ile suç ve çizgi roman havasını harmanlayıp seyircileri bir görsel şölenle sarhoş etti.


blank

Argento’nun Estetik Katliamları

Dario Argento’ya gelince, bu yetenekli (deha desek daha doğru) İtalyan sinemacı tam bir estetik katliam ustasıydı. Onun yönetmenlik kariyerindeki dönüm noktası, “L’uccello dalle piume di cristallo” (The Bird with the Crystal Plumage, 1970) oldu. Bu film, Argento’nun kariyerini başlatmakla kalmadı, aynı zamanda giallo türünü dünya çapında popüler hale getirdi. Filmin hikayesi, görgü tanığı olduğu bir cinayetin ardından bu olayı çözmeye çalışan bir adamın etrafında şekillenir ama bu sıradan bir dedektif hikayesi değildir. Argento, cinayet sahnelerini son derece stilize bir biçimde ele alır ve izleyiciye hem gerilim dolu bir hikaye hem de göz alıcı bir görsel şölen sunar.

Argento’nun sonraki giallo filmleri bu tarzı daha da geliştirip karmaşıklaştırdı. Özellikle “Profondo Rosso” (Deep Red, 1975) filmi onun görsel hikaye anlatımında zirveye çıktığı anlardan biridir. Filmdeki cinayet sahneleri titiz bir estetik anlayışıyla çekilmiş, kan ve şiddet bile adeta sanat eseri gibi sunulmuştur. “Profondo Rosso” aynı zamanda Argento’nun müzikle olan sıkı bağını da ortaya koyar. Goblin grubunun bestelediği müzikler filmin atmosferini güçlendiren bir unsur olarak ön plana çıkar.

Argento’nun kariyerindeki en ikonik filmlerden biri kuşkusuz “Suspiria” (1977)dır. “Suspiria”, bir dans akademisinde yaşanan doğaüstü olayları konu alır. Film sadece hikayesiyle değil, kullanılan renkler, ışıklandırma ve ses tasarımıyla da bir başyapıt olarak kabul edilir. Argento’nun burada yaptığı şey, izleyiciye sadece bir korku filmi değil, aynı zamanda son derece stilize edilmiş bir kâbus deneyimi yaşatmaktır.

blank

“Suspiria”, Argento’nun renk kullanımındaki ustalığını da zirveye çıkarır. Filmde kullanılan canlı renk paleti, özellikle kırmızı ve yeşil tonları, filmin atmosferini büyülü ve aynı zamanda rahatsız edici bir hale getirir. Argento, filmlerinde klasik korku unsurlarını alıp onları bir sanat formuna dönüştürür; bu da “Suspiria”nın sadece bir korku filmi olmanın ötesine geçmesini sağlar.

“Suspiria”nın başarısından sonra Argento, doğaüstü temalara yönelmeye devam etti. “Inferno” (1980), onun Three Mothers üçlemesinin ikinci filmi olarak karşımıza çıktı. Bu filmde de “Suspiria”daki gibi stilize görsellik ve doğaüstü dehşet unsurları bir araya geliyor. Argento bu filmde özellikle mekanları kullanma konusunda bir ustalık sergiliyor; devasa, gotik binalar ve karanlık atmosfer, izleyiciye sürekli bir tedirginlik duygusu aşılıyor.

Argento’nun şiddete olan tutkusu hiçbir zaman bitmedi. “Tenebrae” (1982) ile geri dönüş yapan Argento giallo türüne geri döndü. Film bir yazarın etrafında dönen gizemli cinayetleri konu alır. “Tenebrae”, Argento’nun şiddeti estetikle nasıl birleştirdiğini bir kez daha kanıtlar. Argento bu filmde şiddet sahnelerini adeta bir koreografi gibi sunar ve kanın ekrandaki dansı izleyiciyi büyüler.

70’ler ve 80’ler sosyal açıdan da bu sinemacıları besliyordu. Argento 90’lı yıllarda ne yazık ki eski başarısını sürdüremedi. “Trauma” (1993) ve “The Stendhal Syndrome” (1996) gibi filmler, onun sinemasal yeteneğini gösterse de izleyiciler üzerinde eskisi kadar büyük bir etki yaratamadı. Özellikle CGI’ın yaygınlaşması ve sinemada değişen estetik anlayışlar Argento’nun klasik tarzını eskimiş gösterdi.

2000’lerde ise Argento eski parlak günlerine dönmekte iyice zorlandı. “Mother of Tears” (2007), Three Mothers üçlemesinin son filmi olmasına rağmen eleştirmenler ve izleyiciler tarafından beklenen ilgiyi görmedi ama bu film bile Argento’nun görsel anlatım tarzından ödün vermediğini gösteren bir örnektir.

Dario Argento, sadece İtalyan sinemasını değil, tüm dünya korku sinemasını derinden etkileyen bir yönetmen. Onun filmleri estetikle şiddetin nasıl birleştirilebileceğini ve korkunun sadece dehşet verici olaylardan ibaret olmadığını gösterir. Sinemada renk, müzik, ışık ve mekan kullanımını zirveye taşıyan Argento, Bava’nın izinden gitti ama kendi ustalığı ile giallo türünü bir sanat formuna dönüştürdü.

Argento’nun estetik anlayışı, Brian De Palma, Quentin Tarantino ve John Carpenter gibi yönetmenler üzerinde büyük bir etki bıraktı. Özellikle Carpenter’ın Halloween filminde Argento’nun giallo tarzının izleri açıkça görülmektedir.


blank
Lucio Fulci: İç Organlarınızı İzlemenin Keyfi

Lucio Fulci, İtalyan korku sinemasının en ekstrem ve tartışmalı yönetmenlerindendir. Sineması, şiddet ve kanla dolu sahneleriyle bilinir ama Fulci, sadece gore ve dehşet yaratan bir yönetmen olarak anılmayı hak etmeyecek kadar çok yönlü bir sinemacıydı.

Kariyerinin başlangıcında farklı türlerde filmler çeken Fulci, korku sinemasına yöneldiğinde, bu türün sınırlarını zorlayarak kendine özgü bir korku dünyası yarattı. “İtalyan korku sinemasının vaftiz babası” olarak anılan Fulci, şiddet, grotesk görüntüler ve nihilistik temalarla dolu filmleriyle korku sineması tarihinde derin izler bırakmıştır.

Lucio Fulci, kariyerine 1950’lerde senarist olarak başladı ve 1960’larda yönetmenliğe adım attı. İlk dönemlerinde farklı türlerde filmler çeken Fulci, komedi, Western ve macera gibi türlerde önemli işler yaptı. Özellikle “Tempo di Uccidere” (1966) adlı Western filmi, Fulci’nin yeteneklerini sergilediği bir yapım oldu. Fulci, zamanla daha karanlık temalara yöneldi ve 1969’da çektiği “Beatrice Cenci” ile dramatik ve gotik korku unsurlarını birleştiren bir dönem filmi ortaya koydu.

1970’ler, Fulci’nin korku sinemasına doğru kaydığı ve kariyerinde önemli bir sıçrama yaptığı dönemdi. “Non si Sevizia un Paperino” (Don’t Torture a Duckling, 1972), onun giallo türünde çığır açan işlerinden biridir. Film, küçük bir İtalyan kasabasında işlenen çocuk cinayetlerini konu alır ve Fulci’nin toplumsal eleştirilerle dolu, kasvetli bir dünyaya adım attığını gösterir. Kasaba halkının batıl inançları, önyargıları ve kasvetli atmosfer, Fulci’nin şiddet dolu ve grotesk anlatım tarzının temel taşlarını oluşturur. Bu film Fulci’nin daha sonra çekeceği kanlı filmler için bir hazırlık gibidir ama bu noktada Fulci, şiddetin yanında güçlü psikolojik unsurlar da kullanmaktadır.

Fulci’nin giallo türüne bir diğer katkısı da “Sette Note in Nero” (The Psychic, 1977) olmuştur. Bu film, doğaüstü ve cinayet gizemlerini birleştirirken Fulci’nin sinematografi konusundaki yeteneğini de gözler önüne serer. Renkler, müzik ve atmosferle dolu bu filmde şiddet Fulci’nin ileride çekeceği filmlere göre daha kontrollüdür ama film gerilim yaratma konusundaki ustalığını gösterir.

1979 yılı, Lucio Fulci’nin korku sinemasında devrim yarattığı dönemin başlangıcıdır. “Zombi 2” (Zombie Flesh Eaters, 1979), Fulci’nin adını dünya çapında duyuran film olmuştur. Film, George A. Romero’nun “Dawn of the Dead” filmine bir yanıt niteliğinde çekilmiş bir zombi filmidir ama Fulci’nin vizyonu çok daha kanlı ve grotesktir. Zombi filmleri genellikle toplumsal eleştirilerle doludur. Fulci, bu filme saf dehşet ve gore unsurlarını ekler. Zombi sahnelerindeki vahşet o kadar çarpıcıdır ki, bu film birçok ülkede yasaklanmıştır. Özellikle ünlü göz oyma sahnesi ve denizde köpekbalığıyla dövüşen bir zombi, Fulci’nin sinema tarihine kazıdığı unutulmaz sahneler arasında yer alır.

blank

Fulci, “City of the Living Dead” (1980) ve “The Beyond” (1981) gibi filmleriyle korku sinemasındaki kanlı tarzını daha da ileriye taşıdı. “City of the Living Dead”, ölülerin dirildiği ve kasabayı terörize ettiği doğaüstü bir hikayeye dayanır. Fulci, bu filmde kasvetli bir atmosfer yaratırken, grotesk sahneleriyle de izleyiciyi dehşete sürükler.

“The Beyond” ise Fulci’nin en karanlık ve nihilistik yapıtlarından biridir. Bir otel, cehenneme açılan bir kapı olarak kullanılır ve Fulci, izleyiciyi doğaüstü bir kabusun içine çeker. Film, mantıksız olaylar, grotesk yaratıklar ve korkunç cinayet sahneleriyle doludur. Fulci’nin sinemasında kan ve şiddet birer araç değil, hikayeyi oluşturan temel öğelerden biridir.

1980’lerin sonlarına doğru Fulci’nin filmleri daha düşük bütçeli ve sınırlı dağıtımlı hale geldi. “The House by the Cemetery” (1981) gibi filmler hala hayranları tarafından büyük ilgi görse de Fulci’nin sonraki yapımları o kadar başarılı olmadı. 1990’larda Fulci, sağlığı kötüleştiği için daha az film yaptı. 1996 yılında hayatını kaybettiğinde, birçok kişi onu sadece şiddet dolu sahneleriyle hatırlıyordu. Ölümünden sonra Fulci’nin filmleri korku sinemasına yaptığı katkılar nedeniyle yeniden değerlendirildi ve Fulci hak ettiği kült statüsüne kavuştu.


blank

Michael Soavi’nin Parlayışı: Gölgelerde Saklanan Deha

Michael Soavi, İtalyan korku sinemasının gizli mücevheri! Kendisi o dönemden çıkmış en ilginç isimlerden biri ve kesinlikle unutulmaması gereken bir yönetmen. Soavi, Argento ve Bava’nın gölgesinde kalsa da kendi karanlık ve özgün vizyonunu sinemaya kazandırmayı başardı. O bir nevi “sessiz devrimci” ve İtalyan korku sinemasının altın çağından sonra bayrağı devralan isimlerden biri oldu. Benim de bu listedeki favori yönetmenimdir. O yüzden kendisine genişçe bir alan açmak istedim.

blankSoavi’nin en dikkat çekici tarafı, ustalarının mirasını modern bir dokunuşla yeniden yorumlayabilmesiydi. “Stage Fright” (1987) filmiyle sahneye çıktı, adeta bir slasher rüyası. Film, bir tiyatroda geçen ve dev bir baykuş maskesi takmış katilin dehşet saçtığı bir hikaye. Klişe mi? Belki biraz ama Soavi, klasik giallo unsurlarını alıp, tiyatro sahnesinin teatral yapısıyla harmanlayarak ortaya bambaşka bir atmosfer çıkarıyor. İzleyiciyi tuzağa düşüren bu film, aynı zamanda Soavi’nin görsel stiline dair ipuçlarını da veriyordu. Bu filmi videoda sürekli film gösterilen ve bu filmi izlerken defalarca çay içmeniz gereken kahvehanelerden birinde izlediğimi hatırlıyorum. Asap bozucu ve büyüleyiciydi. Evet, bir zamanlar bu ülkede böyle yerler vardı!

Sonra geldi “La Chiesa” (The Church, 1989). Film, Soavi’nin sadece bir slasher yönetmeni olmadığını gösterdi. Bu film, doğaüstü korku unsurlarını gotik mimariyle buluşturuyor ve şeytani ayin atmosferi yaratıyor. Soavi, Argento’nun yapımcı olarak desteğini de alarak, bu filmde kendi vizyonunu daha da genişletti. Şimdilerde izlerseniz biraz eskimiş görünebilir ama uğursuz atmosferi hala çok güçlü.

Yönetmenin asıl bombası, kuşkusuz “Dellamorte Dellamore” (Cemetery Man, 1994). Bu film, zombi temasını işleyen ama aynı zamanda varoluşsal sorgulamalarla dolu absürt bir başyapıt. Başrolde Rupert Everett’in canlandırdığı Francesco Dellamorte, mezarlıkta yaşayan ve ölülerin dirilişini önlemekle görevli bir adam. Filmde zombi öldürmek neredeyse günlük bir iş haline gelmiş ama işin içine aşk, ölüm ve yaşamın saçmalığı da karışınca işte tam bir Soavi filmi ortaya çıkıyor. Yani, bu film korku sineması mı, kara komedi mi, yoksa felsefi bir zombi filmi mi? Cevap: Hepsi birden!

blank

Soavi, bu filmle İtalyan korku sinemasının stilize şiddet ve grotesk unsurlarını kara mizahla birleştirip başka bir seviyeye taşıdı. Zombi filmlerinin genellikle basit, “korkut ve kaç” mantığına dayandığını düşünürsek, Soavi burada hem zombi türünü hem de korku sinemasını ironik bir şekilde yeniden yorumladı. Filmdeki derin alt metinler, hayatın anlamsızlığı üzerine yapılan diyaloglar ve grotesk mizah, Soavi’yi İtalyan korku sinemasının zirveye çıkardığı son büyük yönetmenlerden biri yaptı.

Soavi, 90’ların sonunda film yapmayı bırakıp televizyon projelerine yöneldi. Dellamorte Dellamore gibi bir başyapıtın ardından böyle bir vedayı hak etmiyordu tabii ama İtalyan korku sinemasının düşüşe geçtiği bir dönemde onun tarzının kıymeti pek anlaşılamadı.

Michael Soavi, İtalyan korku sinemasının “geç kalan dâhisi” olarak anılabilir. Dario Argento ve Lucio Fulci’nin yarattığı temeller üzerine inşa ettiği bu filmler, aslında türün son büyük başyapıtlarından sayılıyor. Dellamorte Dellamore, her ne kadar günümüzde kült statüsüne erişmiş olsa da, Soavi o dönemde hak ettiği ilgiyi tam anlamıyla göremedi. Ne yazık ki, İtalyan korku sinemasının düşüşüne denk geldiği için kariyeri yarıda kalmış gibi görünse de, Soavi’nin filmleri hâlâ kendine has tarzıyla sinemaseverler tarafından keşfedilmeye devam ediyor.

Michael Soavi, bir anlamda İtalyan korku sinemasının kapanışını temsil eden yönetmenlerden biri. Onun filmleri, hem Argento’nun stilize estetiğini hem de Fulci’nin şiddet dozu yüksek kabuslarını modern bir perspektifle yeniden yorumladı. Soavi’nin sineması, İtalyan korku sinemasının son demleri gibi; nostaljik, etkileyici ve bir o kadar da sıra dışı.


blank

Daha Da Karanlık Taraf: Joe D’Amato ve Bruno Mattei

Şimdi işler biraz daha uç noktaya kayıyor. Joe D’Amato’ya selam durmak lazım. Adam resmen “Gore pornosu nasıl yapılır?”ın dersini verdi. “Anthropophagus” (1980), izleyenlerin midesine saldırdı. Filmde bir adam, kendi iç organlarını yemekten çekinmiyor! Sanki “Normal korku filmleri size yetmiyor mu? İşte bu tam size göre!” diyordu. “Buio Omega” (1979) ise tam anlamıyla bir nekrofili rüyasıydı. Şaka yapmıyorum; filmdeki karakter bir cesetle ilişkiye giriyor ve bu sahneler açık açık gösteriliyordu.

Joe D’Amato, gerçek adıyla Aristide Massaccesi, İtalyan sinemasının tartışmalı ama üretken figürlerinden biridir. D’Amato’nun sineması, sınırları zorlayan, provokatif ve çoğu zaman rahatsız edici içerikleriyle bilinir ve bu yönüyle geniş bir kült takipçi kitlesi edinmiştir. Hem korku hem de erotik türlerde çalışarak bu iki alanı bir araya getirmesi, onu İtalyan sinemasında benzersiz bir figür haline getirmiştir.

Joe D’Amato’nun sinema kariyeri kamera arkasında başladı. D’Amato, 1960’ların başında İtalyan sinemasında görüntü yönetmeni olarak çalıştı ve bu dönemde yeteneklerini geliştirdi. Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda İtalyan korku ve macera filmlerinde görüntü yönetmenliği yaparak bu alanda büyük bir deneyim kazandı.

blankJoe D’Amato’nun sinemasındaki en önemli unsurlardan biri, erotik ve korku türlerini birleştirmesiydi. D’Amato’nun en ünlü filmlerinden biri olan ‘Anthropophagus’ (1980), dönemin en dikkat çeken yapımlarından biridir. Film, aşırı derecede şiddetli sahneleri ve rahatsız edici kanlı içeriğiyle tanınır. Başrol oyuncusu George Eastman’ın bir insan ceninini yediği sahne, filmin ününe ün katmış ve “video nasty” (yasaklı filmler) listesine girmesine neden olmuştur. Bu film, hem korku severler arasında hem de şiddet içeriği nedeniyle yasaklanan filmler arasında kült statüsü kazandı.

D’Amato’nun diğer önemli korku filmlerinden biri de **’Buio Omega’** (1979), İngilizce adıyla ‘Beyond the Darkness.’ Bu film, bir adamın ölü sevgilisini mumyalayarak saklaması ve daha sonra bir dizi grotesk cinayete karışmasını anlatır. D’Amato, burada da vahşet, nekrofili ve kanlı sahnelerle izleyici üzerinde şok edici bir etki yaratmayı başarır.

D’Amato’nun kariyerinin diğer bir önemli bölümü ise erotik ve pornografik sinemadır. 70’li yılların ortalarından itibaren softcore erotik filmler yapmaya başlayan D’Amato, bu türde giderek daha fazla ünlendi. D’Amato, zamanla daha da ileri giderek hardcore pornografi alanına geçiş yaptı. 1980’li yılların ortalarından itibaren özellikle İtalyan ve Avrupa pazarına yönelik pornografik filmler üretmeye başladı. Bu dönemde yönettiği filmler, kariyerinin ilk yıllarındaki korku ve erotik sinemadan oldukça farklıydı ama aynı provokatif ve sınırsız anlatım tarzını sürdürüyordu. D’Amato’nun bu filmleri, onun ticari açıdan ne kadar esnek olduğunu ve her türlü talebe karşılık verebilecek bir sinema dili geliştirdiğini gösterir.

Joe D’Amato, tıpkı diğer birçok İtalyan yönetmen gibi, 80’lerin video piyasasında başarılı olmanın yollarını buldu. D’Amato, özellikle ABD ve Avrupa’daki video kiralama mağazalarına yönelik hızlı üretim kapasitesiyle tanınırdı. Yılda birkaç film çekebilecek kadar üretken olan D’Amato, bu dönemde düşük bütçeyle hızlı prodüksiyon yaparak kar elde etmeyi başardı.

Filmlerinde düşük bütçeyle çekim yapmasına rağmen, D’Amato’nun stilize yönetimi, filmlerine ayrı bir hava katıyordu. Erotik korku filmleri, VHS kasetlerinde geniş bir izleyici kitlesi buldu ve zamanla birer kült haline geldiler. Mattei ve diğer İtalyan yönetmenler gibi D’Amato da şok değeri yüksek sahnelerle izleyiciyi etkilemeyi başardı.

Joe D’Amato hayatı boyunca 200’den fazla film yönetti ve bu filmler, korku, erotik, macera ve bilim kurgu gibi çok çeşitli türlere yayıldı. Ölümünden sonra bile D’Amato’nun etkisi, İtalyan istismar sinemasının bir sembolü olarak sürüyor. Filmleri, özellikle aşırı içerikleri ve provokatif tarzlarıyla birçok sinema severin ilgisini çekiyor ve sinema tarihinin marjinal bir köşesinde saygıyla anılıyor.

blank

Bruno Mattei, İtalyan sinemasının “kötü şöhretli” yönetmenlerinden biri olarak tanınan, özellikle düşük bütçeli, B-tipi filmleriyle ün kazanmış bir isim. Mattei, 1970’lerden 1990’lara kadar süren kariyerinde ağırlıklı olarak korku, bilimkurgu, macera ve aksiyon türlerinde çalışmış; sansasyonel ve çoğunlukla tartışmalı yapımlarıyla bir kült statüsü kazanmıştır. Özellikle 80’lerde VHS piyasasının patlamasıyla birlikte Mattei’nin filmleri, dünya çapında video kulüplerinin raflarında sıklıkla yer aldı.

blankMattei’nin filmleri genellikle bir başka popüler filmden esinlenmiş ya da onu taklit eden yapımlar olarak bilinir. Bu “taklitçilik” zaman zaman eleştirilse de Mattei, bu yaklaşımı ticari bir ustalıkla kullandı. Örneğin, ‘Virus: Hell of the Living Dead’ (1980), George A. Romero’nun Zombi filmlerinden açıkça esinlenen bir yapımdı ve ‘Aliens’ gibi büyük Hollywood başarılarından sonra çekilen Shocking Dark (1989), “Terminatör 2” olarak da adlandırıldı. Mattei’nin bu tür popüler filmleri kopyalaması, ticari olarak oldukça başarılı bir stratejiydi çünkü izleyici kitlesi, tanıdık hikayelere dayanan ucuz ve kolay erişilebilir korku filmlerine büyük bir ilgi gösteriyordu.

Bruno Mattei’nin en bilinen özelliklerinden biri, filmlerindeki aşırı şiddet ve cinsellik kullanımıydı. Mattei, düşük bütçeli filmlerinde bile izleyiciyi şoke etmeyi başaran sahneler yaratıyordu. Bu filmler, genellikle basit senaryolar ve ucuz prodüksiyon değerleriyle öne çıksa da Mattei’nin amacı hiçbir zaman sofistike ya da derinlemesine hikayeler anlatmak olmadı. Bunun yerine, şok değeri yüksek, kolay tüketilen yapımlar sunarak izleyici üzerinde hızlı bir etki bırakmak istiyordu.

Mattei’nin filmleri genellikle yüzeysel olarak şiddet ve korku temalı gibi görünse de, bazı yapımlarında sosyal ve politik eleştiriler de bulmak mümkündür. Örneğin, Rats: Night of Terror, post-apokaliptik bir dünyada insanlığın geleceğine dair karamsar bir tablo çizer ama bu duyarlılık çoğu zaman kaotik bir anlatıma ve aşırı sembolizme kurban gidiyor. Hell of the Living Dead’de yer alan anti-nükleer mesajlar veya ekolojik felaketler, filmin absürd ve abartılı zombi sahnelerinin arasında kayboluyordu.

blank

Bruno Mattei, eleştirmenler tarafından sıklıkla yerden yere vurulsa da filmleri, zamanla kendine has bir kült takipçi kitlesi oluşturdu. Bu takipçiler, Mattei’nin filmlerindeki düşük prodüksiyon değerlerinin, amatör oyunculukların ve mantık hatalarının aslında izleyiciye eğlenceli bir deneyim sunduğunu savunurlar. Mattei’nin “kötü filmleri,” eğlence amaçlı izlenen ve kötü oldukları için sevilen filmler arasında yer aldı. Bugün bile “so bad it’s good” (o kadar kötü ki iyi) olarak anılan yapımlar arasında Mattei’nin birçok filmi sayılmaktadır.

Bruno Mattei, kariyerinin son dönemlerinde bile film yapmaya devam etti. 2000’li yıllarda dijital teknolojinin ortaya çıkışıyla, eski tarzda düşük bütçeli filmler yapmayı sürdürdü. Island of the Living Dead ve Zombies: The Beginning gibi yapımlarla, kariyerinin sonlarına doğru bile zombi türüne olan ilgisini korudu.

Bruno Mattei, ticari başarı için sinemanın estetik kurallarını esneten, hatta zaman zaman çiğneyen bir yönetmendi. Filmleri, düşük bütçelerine ve sert eleştirilere rağmen, 80’ler video kulübü kültüründe büyük bir yer edindi. Şiddet, cinsellik ve grotesk unsurları ön plana çıkararak izleyici üzerinde hızlı etki bırakmayı hedefledi ve bu sayede korku türünde kendine has bir yer edindi.


blank

Az Bilinen Kıymetliler – Umberto Lenzi, Sergio Martino ve Lamberto Bava

Umberto Lenzi, Sergio Martino ve Lamberto Bava, bu kan dolu sinema sahnesinin diğer köşelerinde gizlenen ama bir o kadar da etkili yönetmenlerdi.

Umberto Lenzi, İtalyan sinemasının “gore babası” olarak anılmasa da şok edici filmleriyle akıllara kazınmayı başardı. Özellikle 80’lerin başında çektiği “Cannibal Ferox” (1981) ile “Ben kanlı film yaparım, aynı zamanda insanların sınırlarını zorlarım” demekten çekinmedi. Evet, yanlış duymadınız. Bu film, o kadar şiddetli ve mide bulandırıcı sahneler içeriyordu ki birçok ülkede yasaklandı ve Lenzi’nin adı kült statüsüne yükseldi. “Cannibal Holocaust” ile yarışacak düzeyde dehşet verici sahneler sunan bu film, o dönemin korku seyircisi için sınırları zorlayan bir deneyim sundu ancak Lenzi, sadece kanla değil, aynı zamanda giallo türüne de önemli katkılarda bulundu.

Lenzi’nin “Orgasmo” (1969) ve “Spasmo” (1974) gibi filmleri, giallo türüne farklı bir dokunuş getirdi. Özellikle “Orgasmo” gibi filmlerde, paranoya ve psikolojik gerilim ön plandaydı. Cinayetler, şiddet ve erotizmin bir araya geldiği bu türde Lenzi, sadece korku değil, aynı zamanda psikolojik derinlik sunmayı başardı.

blankTabii ki bir de “Nightmare City” (1980) var! Bu film, zombi temasını alıp onu resmen bir kaos fırtınasına dönüştürüyor. Tam anlamıyla “Bütçe kısıtlaması mı var? Umrumda değil, ben zombi fırtınası yaratırım!” demiş. Filmde zombiler uçaklardan fırlıyor, insanları parçalayarak şehri terörize ediyorlar. Lenzi, korkunun “ucuz ve abartılı” tarafını seviyor ve seyirciye tam anlamıyla ne vaat ediyorsa onu sunuyor: Kesintisiz bir dehşet!

Sergio Martino ise, giallo türünde harikalar yaratmış bir diğer usta. Martino, sadece korku değil, aynı zamanda erotizm, gizem ve şiddeti bir potada eriterek etkileyici filmler ortaya koydu. Onun “Lo strano vizio della Signora Wardh” (1971) ve “Tutti i colori del buio” (1972) gibi filmleri, tam bir giallo dersi niteliğinde. Özellikle “Lo strano vizio della Signora Wardh” filminde hem estetik hem de korku unsurları ustaca işlenmişti. Martino, genellikle karmaşık cinayet hikayeleri ve stilize edilmiş görsel tekniklerle seyirciyi şaşırtmayı severdi. Erotik unsurları da korkuyla harmanlayan Martino, sinemanın sınırlarını zorlayan yönetmenler arasında yer alıyordu.

blank

Bir diğer başyapıtı olan “Torso” (1973), giallo’nun en sert örneklerinden biri. Film, üniversiteli genç kadınların peşine düşen maskeli bir katilin hikayesini anlatıyor ve bu film “slasher” türünün habercisi ve Amerikalı sinemacıları herkesten daha çok etkilemiş bir iş. Formülü günümüzde bile çalışıyor. Martino, gore ve seksüel gerilim arasındaki dengeyi mükemmel bir şekilde kurmuş ve filmini daha da çarpıcı kılmış.

blankVe elbette Lamberto Bava, yani Mario Bava’nın oğlu! Lamberto Bava, babasının mirasını devralarak İtalyan korku sinemasını 80’lerde bir adım öteye taşımayı başardı. Lamberto, özellikle “Demons” (1985) ile sinemaseverlerin aklına kazındı. Bu film tam anlamıyla bir “korku şöleni”! Sinema salonunda mahsur kalan bir grup insan, şeytani bir lanet yüzünden canavarlar tarafından avlanmaya başlıyor. Film, baştan sona kaotik ve şok edici sahnelerle dolu. “Demons” ve devam filmi “Demons 2” (1986), adeta Lamberto Bava’nın İtalyan korku sinemasına dev bir katkısı oldu. Bu filmler, sadece dehşet saçmıyor, aynı zamanda seyirciyi koltuğunda hop oturup hop kaldırıyordu. Şanslısınız, Demons ve devamı Netflix’te izlenebiliyor. Kaçırmayın derim.

Lamberto Bava, “Macabre” (1980) gibi filmlerle de korku dünyasına farklı bir bakış açısı getirdi. Filmde, ölen sevgilisinin kafasını saklayan bir kadının hikayesi anlatılıyordu. Bu tuhaf ve rahatsız edici tema Lamberto’nun sınırları zorlamaktan kaçınmadığının bir kanıtı.  Lamberto Bava bir iz sürücüydü ama taklitçi değildi. Babasının gotik korku mirasını çağdaşlaştırarak kendine özgü bir tarz yaratmayı başardı.


blank

Eleştirmenlerin Lanetlediği Sinemacı: Ruggero Deodato

Ruggero Deodato özellikle “Cannibal Holocaust” (1980) filmiyle tanınan, sinema dünyasında büyük yankı uyandırmış bir figürdür. Deodato’nun çalışmaları aşırı şiddet ve rahatsız edici temalarla anılır, bu da onu İtalyan istismar ve korku sinemasının önemli bir ismi yapar. Kariyerinin başında çeşitli türlerde filmler çekse de, özellikle “cannibal” alt türüne getirdiği yenilikler ve tartışmalarla hatırlanır.

Deodato’nun en ünlü filmi “Cannibal Holocaust”, sinematik gerçeklik ve kurgu arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran yapısıyla bilinir. Film, ormanda kaybolan bir belgesel ekibinin görüntülerini bulan bir grubun başından geçenleri anlatır ancak film sadece içerdiği şiddet ve vahşet sahneleriyle değil aynı zamanda belgesel tarzı anlatımıyla da dikkat çeker. Deodato, filmdeki sahneleri o kadar gerçekçi çekmiştir ki bazı seyirciler ve yetkililer oyuncuların gerçekten öldüğünü sanmış ve yönetmen cinayetle suçlanmıştır. Oyuncuların daha sonra mahkemeye çıkarılmasıyla bu suçlamalar düşse de film büyük bir tartışmaya yol açmıştır. Bu tartışmalar günümüzde bile devam ediyor.

blank

Filmin hayvanlara karşı gerçek şiddet sahneleri içermesi Deodato’yu güncel eleştirilerin odağında tutmaya yetiyor. Bu sahneler birçok izleyici ve eleştirmen tarafından kabul edilemez olarak değerlendirilse de “Cannibal Holocaust” “buluntu film” (found footage) türünün öncülerinden biri. Bu buz gibi bir gerçek. Bu aşırılıklar gösterisinin “The Blair Witch Project” ve “Paranormal Activity” gibi filmler üzerinde etkisi büyük.

blankDeodato’nun filmografisi sadece “Cannibal Holocaust” ile sınırlı değil. Kariyerine 60’lı yıllarda, İtalyan popüler sinemasının çeşitli türlerinde çalışarak başlayan sinemacı, Spagetti western’den komediye ve macera filmlerine kadar farklı türlerde filmler yönetti. “Jungle Holocaust” (1977) ve “House on the Edge of the Park” (1980) gibi diğer filmleri de şiddet temalarını işlemekte ve izleyicilere rahatsız edici deneyimler sunmakta. 70’li ve 80’li yıllarda Deodato, İtalyan korku sinemasının en rahatsız edici ve provokatif yönetmenlerinden biri olarak anılmaya başlandı. Deodato’nun şiddet ve toplumun karanlık yüzü temalarını işleyişi, hem dönemin İtalyan sinemasına damga vurmuş hem de uluslararası alanda tanınmasına yol açtı.

Deodato, 2000’lerde film yapımına ara verdi ve televizyon projelerine yöneldi ancak korku türüne olan bağlılığını hiç kaybetmedi ve çeşitli belgesel ve röportajlarla türün tarihine dair görüşlerini paylaştı. Deodato’nun mirası, sinema dünyasında sınırları zorlayan rahatsız edici içeriklerin sanatsal bir ifade biçimi olabileceği tartışmasını başlatmış olmasıdır. Korku sineması tutkunları arasında Deodato’nun filmleri hâlâ cesur ve sıradışı olarak değerlendirilir. Bu yüzden Deodato’nun filmleri üzerine yapılan tartışmalar, sinemanın sınırlarını anlamak ve keşfetmek isteyen herkes için önemli bir referans noktası olmaya devam ediyor.


blank

İtalyan Sinemacıların VHS Korku Krallığı

80’lerde video kulüplerinin altın çağını yaşadığı dönemde İtalyan sinemacılar tarafından yapılan korku filmleri, kiralanma listelerinin başında yer alıyordu. Bu fenomenin altında yatan birçok kültürel, teknolojik ve estetik etken bulunmakta. Video kulüplerinin yaygınlaşması, düşük bütçeli ancak etkileyici görselliklere sahip bu filmlerin geniş kitlelere ulaşmasını sağladı fakat bu patlamanın arkasında başka nedenler de var.

VHS teknolojisinin hayatımıza girmesi, film endüstrisinde bir devrim yarattı. Sinemaya  gitme zorunluluğunu ortadan kaldıran bu teknoloji, izleyicilere istedikleri zaman evlerinde film izleme imkânı sunuyordu. Şimdi alıştık ama o zamanlar bu mucize gibi bir şeydi. İtalyan korku sineması tam da bu noktada devreye girdi. Düşük maliyetlerle çekilen filmler, yüksek kar marjları sağladıkları için video kulüpleri için cazip birer seçenekti. Amerika ve Avrupa’da video kiralama mağazalarında İtalyan yapımı korku filmlerinin yaygınlaşması bu filmlerin hem ticari anlamda başarı kazanmasını hem de bir kült takipçi kitlesi yaratmasını sağladı.

İtalyan korku sinemasının öne çıkan yönetmenleri Amerikan stüdyolarının sıkı sansür politikalarına meydan okuyarak çok daha özgür bir anlatım dili geliştirdiler. Bu yönetmenler, vahşet ve şiddeti sanatsal bir unsur olarak kullanarak izleyiciyi hem rahatsız eden hem de cezbeden bir tarz yarattılar. Bu tür filmler, Hollywood’un sansüre takılan yapımlarının yanında oldukça serbest ve cesur bir şekilde izleyiciye sunulabiliyordu. Bu durum genç izleyiciler ve sinema meraklıları arasında büyük bir ilgi uyandırdı.

Video kulüplerine giden insanlar İtalyan işi sansürsüz ve yasaklı filmleri kiralayarak “gizli” bir deneyimin parçası oluyorlardı. Özellikle şiddet sahneleriyle ün kazanan filmler VHS teknolojisi sayesinde meraklı gözler tarafından tekrar tekrar izlendi ve adeta bir kült statüsüne ulaştı. Birçok İtalyan yapımı korku filmi, genel sinema izleyicisi için aşırıya kaçan sahneler ve anlamsız olay örgüleri olarak görülebilse de, sadık bir izleyici kitlesi tarafından adeta birer başyapıt olarak kabul edildi. Bu filmler, çoğunlukla video kulüplerde izlenmek üzere kiralandığında, izleyici kitlesi arasında fısıltı gazetesiyle yayılmaya başladı. Bir filmi yasaklı, aşırı şiddetli veya sansasyonel olarak duyan izleyiciler doğal bir merakla bu filmlere yöneliyordu. Yasaklı filmleri kiralamak ve arkadaş çevresinde bu deneyimi paylaşmak, genç izleyiciler için adeta bir ritüel haline geldi.

80’lerin siyasi ve toplumsal atmosferi de Avrupa işi korku filmlerinin başarısında önemli bir rol oynadı. Soğuk Savaş, ekonomik belirsizlikler ve toplumsal değişimler insanların bilinçaltında bir korku ve kaçış arzusu yaratıyordu. Bu dönemin korku filmleri, toplumsal kaygıları sembolize eden yaratıklar ve kötü adamlarla doluydu. İtalyan yapımı korku filmleri ise bu kaygılara doğrudan hitap ediyordu. Düşük bütçelerine rağmen, yaratık efektleri, yoğun atmosfer ve abartılı korku unsurlarıyla bu filmler izleyicilere günlük hayatın stresinden kaçmak için bir yol sunuyordu. Hollywood da aynı dönemde büyük bütçeli “kaçış sineması” örnekleriyle seyirciyi tavladı. En meşhurunu duymak ister misiniz? Star Wars!

İtalyan korku filmleri, sadece korku türünü sunmakla kalmayıp, aynı zamanda farklı bir kültürel perspektif de sunuyordu. Avrupa’dan gelen bu filmler, Hollywood yapımlarının sunduğu klişeleşmiş anlatılardan uzak, yenilikçi ve bazen de anlaşılmaz bir yapıya sahipti. Bu farklılık, izleyiciyi cezbediyor ve yeni bir tür arayışına sokuyordu. Özellikle video kulüplerinde keşfedilen bu filmler, seyircinin kendi evinde farklı kültürlerden hikâyelere erişim imkânı sunuyordu. Amerikalıların Amerikan filminden başka bir şey izlemedikleri dönemde büyük bir kültür şoku. Ülkemizde de benzer bir durum söz konusu, 80’ler adeta bir Grindhouse festivaliydi. Sinemalar ve kulüpler Avrupa ve Uzakdoğu filmleriyle dolup taşmıştı.

90’lar ve Sonrası: Görkemli Kaybedenler!

90’lara gelince, her şey biraz tatsızlaştı. İtalyan sinemacılar Gore ustası Muhsin Bey’lere dönüştüler. Argento hâlâ film çekiyordu ama “Trauma” (1993) ve “The Stendhal Syndrome” (1996) eskisi kadar büyük etki yaratmadı. Bu filmlerle Argento, sanatsal yönünü korumaya çalışsa da eski parlaklık yoktu. Aynı dönemde Fulci’nin de sağlık sorunları artmıştı ve 1996’da ölümüyle birlikte bir devrin kapanışı geldi.

Ancak 90’lar aynı zamanda giallo türüne bir geri dönüşe de sahne oldu. Michele Soavi gibi isimler bu karanlık mirası sürdürmeye çalıştı. Soavi’nin “Dellamorte Dellamore” (Cemetery Man, 1994) filmi, zombi temasını kara mizahla harmanladı. Soavi, klasik İtalyan korkusunu modern bir bakış açısıyla yeniden şekillendirdi. Başarılı olup olmadığı tartışılır ama son kurşunlar da hedefi buldu.

Günümüz: Nostalji ve Kültür Mirası

Bugün İtalyan korku sineması hala yaşıyor, ama artık eskisi gibi şok edici değil. Dario Argento, “Occhiali Neri” (Dark Glasses, 2022) ile yeniden sahneye çıktı. Ama eski parlak günleri geri getirdi mi? Pek sayılmaz. Yine de o eski VHS kasetlerine sarılıp “Bu filmler bir daha gelmez” diyen nostalji hastaları için İtalyan korku sineması hâlâ kutsal bir mabed.

Korku sinemasında yeni nesil yönetmenler İtalyan korkusunun mirasını sürdürüyor. Hollywood Argento ve Fulci’nin estetiğinden hâlâ besleniyor. James Wan gibi modern korku ustaları açıkça İtalyan korku sinemasından etkilendiklerini dile getiriyorlar. “Saw” ve “The Conjuring” gibi filmlerin grotesk ve stilize şiddet anlayışı İtalyan dehşetinin günümüzdeki yankısı.

Sonuçta, İtalyan korku sineması sadece kanlı sahneler değil, aynı zamanda estetik ve sanatla harmanlanmış bir korku deneyimi sundu. Bu sinema bir dönemi tanımladı ve halen korku severlerin zihninde yankılanmaya devam ediyor. Umarım bu yazı da sizi bu filmleri keşfetmeye ya da yeniden izlemeye yönlendirir. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.

Murat Tolga Şenmurattolga@gmail.com

Kaynakça

  • Baschiera, S., & Di Chiara, F. (2010). Italian Horror Cinema. Edinburgh University Press.
  • McDonagh, M. (1994). Broken Mirrors/Broken Minds: The Dark Dreams of Dario Argento.
  • Needham, G. (2004). Defining Italian Horror Cinema: The Emergence of the Giallo Genre and the Films of Mario Bava, Lucio Fulci, and Dario Argento. Film Studies Journal.
  • Paletto, L. (2008). Mario Bava: Master of Italian Horror. Midnight Marquee Press.
  • Pezzotta, A. (2008). Lucio Fulci: Beyond the Gates of Hell. FAB Press.
  • Shipka, D. (2011). Perverse Titillation: The Exploitation Cinema of Italy, Spain and France, 1960–1980. McFarland.
  • Strick, P. (2000). Dario Argento and the Italian Horror Film. British Film Institute.
  • Thrower, S. (2002). Beyond Terror: The Films of Lucio Fulci. FAB Press.
  • Tropiano, S. (2001). The Giallo Genre: An Examination of Its Stylistic Evolution and Influence on American Slasher Films. Film Criticism.
  • Williams, T. (1996). Nightmare Movies: Horror on Screen Since the 1960s. St. Martin’s Press.
blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusudur ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. Ayrıca 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. Şen, "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı ve "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanıdır. Yazılarına Beyazperde ve Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

James Wan Sineması

Son olarak Fast and Furious 7 ile box office’lerde yeni
blank

John Wick’in Sosyal Paranoyası

Başka sevebileceği bir arkadaşı yoktur. Helen, notunda belirttikleriyle John Wick'in