Yakup Tekintangaç: ‘Gezi Direnişi benim işimi kolaylaştırdı’

14 Kasım 2013

Kapsül Yakup Tekintangaç’ın ilk kısa filmi ama öyküsü, anlatımı ve konusuyla dikkat çekici ve günümüze yakın… Doğuda yıllarca yaşanan ama ülkenin geneline ‘Gezi Direnişi’yle gelen bir sorunu iki kardeşin gözünden anlatmayı başaran Yakup Tekintangaç ile film çekmeye uzanan süreci, Kapsül’ün hikayesini ve Kürt sinemasının günümüzdeki yeri ve önemini konuştuk… İyi okumalar

Kapsul 1

Banu Bozdemir

Önce Kapsül’ün nasıl şekillendiğiniz öğrenebilir miyiz? Kapsül kafanızda uzun zamandır var olan bir öykü müydü, yoksa ortaya çıkmasında belirgin bir olay etkili oldu mu?

Aslında öykü olarak vardı diyemem. Fakat, Kürt coğrafyasında her gün insanları öldüren ateşli bir silah olarak hep kafamdaydı. Tabii sadece “Kapsül” nesnesi olarak… Elbette kullanım sıklığından dolayı –ki bu oradaki direnişin ciddiyetini de gösteriyor- çocukların bu kapsülleri toplayıp sattıklarını biliyordum. Ve tabi bu kapsüllerin bölgede sık sık insan ölümlerine sebep olduğunu da. Son olarak sosyal medyada; Çukurca’da savaşa engel olmak için bedenini siper ederek “canlı kalkan” eylemine katılan siyasetçi Yıldırım Ayhan’ın kapsül ile katledildiği görüntüleri izlediğimde çok etkilenmiştim. Kapsül çok kısa mesafeden atılmış ve göğüs kafesini çökertmişti. O gün oturup “kapsül” üzerine düşündüm. Öykünün çatısı öyle çıktı. Sonra çeşitli düzenlemelerle Yılmaz Güney Kısa Film Festivali’nin Film Öyküsü yarışmasına yolladım. Oradan “En iyi film öyküsü” ödülünü aldım. Aşağı yukarı böyle gelişti.

Kapsül ilk filminiz ama bir atölye çalışmasının sonucunda ortak olarak üretilen filmlerden biri bildiğim kadarıyla. Biraz bu atölye çalışmasından bahsetseniz, kısa film genelde okul bazında çekilir, ya da tek kişinin projesidir. Nasıl oluştu ve amacı sadece kısa film çekmeye hazırlamak mı?

Evet tabi bir atölyede pişerek çıktı bu film. Şöyle ki biz Mezopotamya Sinema Kolektifi’nin açtığı atölyeye katılmış ve bu katılımı bir kısa film çekerek sonlandırmıştık. Daha sonra Kazım Öz’ün önerisi ve biz katılımcıların ortak fikriyle sadece proje üretimine yönelik bir atölye açıldı. Biz de o atölyeye 15-20 arkadaş katıldık. Birçoğumuzun elinde birer öykümüz vardı. Ben de Kapsül’ü bu proje grubuna dahil ettim. Öyküler her hafta ilerletilip değerli hocamız Hüseyin Kuzu’nun danışmanlığında grup içinde tartışılıyordu. Tabi bu öykülerin hepsinin çekilmesi zordu. Sonunda kendi kendimizin jürisi olup aradan 6 filmi bir ön eleme sonucu seçtik. Onları senaryolaştırdık. Qapsûl’de bu filmlerden biriydi. Hatta şöyle söyleyeyim; bu filmlerin mutfağında çalışan çoğu arkadaşın set deneyimi bile yoktu. Filmlerin her aşaması yine proje danışmanları gözetiminde bu arkadaşlar tarafından gerçekleştirildi. Sanat yönetimidir, prodüksiyonudur, montajıdır, ses yönetimidir… Hatta filmlerin festivallere gönderilmesi işini de biz kendimiz yapıyoruz.  En nihayetinde festivallerden iyi neticeler almaya başladık. Bu filmlerden Qapsûl ile Bihuşta Zebeşan (Karpuz Cenneti) filmi 50. Altın Portakal Film Festivali’nde finalist olup, Karpuz Cenneti festivalden “en iyi kısa film” ödülü ile döndü. Son olarak yine köklü bir festival olan 25. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali’ne o kadar filmin arasından iki filmimiz (Qapsûl ve Araf) seçildi. 2. Uluslararsı Duhok Film Festivalinde Kürt Sineması başlığı altında Xal û Xarzê ile Qapsûl gösterildi, Karpuz Cenneti buradan da “Jüri Özel Ödülü” aldı. Ve tabi daha sayamadıklarım…

Kapsul 2

Kısa filmde de senaryo etkisine inananlardan mısınız?

Ben “başlangıçta söz vardı” mottosuna inananlardanım, tabi teolojik anlamının dışında. Ve aynı soruyu, Altın Portakal’ın bu seneki konuğu olan Asghar Farhadi’ye sordum. O da, “ben önce senaristim, sonra yönetmenim” dedi ve devamında filmlerinin birçoğunu masa başında, senaryo aşamasında ilmik ilmik ördüğünü ve bu örme işinin %65’e tekabül ettiğini söyledi. Bunu kısa ya da uzun diye ayırmayı doğru bulmuyorum. Film, filmdir. Her birinin kendine has formları vardır. Ama bu formlar aynı aşamadan geçer. Ortaya çıkan şey, her şekilde sinemadır. Maalesef bu ayırım birçok genç yönetmen için iç acıtıcı ve rahatsız edici. Mesela hala kimi festivallere uzun metraj ve belgesel film yönetmenleri çağrılıyor ama filmi finalist olmuş kısa film yönetmenleri çağrılmıyor. Meselenin ciddiyeti işleve ya da etkiye göre değil uzunluğa ya da timeline mesafesine indirgeniyor. Bu çok yanlış. Bunu aşmak lazım. Kaldı ki kısa filmin işi daha zordur. Bu bir roman yazmak ile bir öykü yazmak arasındaki analoji gibidir. Nasıl ki öyküde az ve öz cümlelerle bir romandan daha etkili bir tema işlenebiliyorsa, kısa filmde de öyle. Şunu da belirteyim, sizin kısa film yapan yönetmenlere olan desteğinizi görüyor ve takdir ediyoruz. Bu sitemimizin de sizin vasıtanızla duyurulması ayrıca bir önemli diye düşünüyorum.

Uzun metrajlarda yoğun olarak gördüğümüz politik anlatımı ya da politik anlatıma araç olmayı son yıllarda kısa metrajlarda da fazlasıyla görmeye başladık. Bu konudaki düşünceleriniz nedir, kısa film politik olmalı mı? Politik olmasının kısa filme etkisi nedir?

Baştan böyle bir seçim yaparak işe girişmek doğru değil bence. Hadi arkadaşlar gelin politik film yapacağız diye yaklaşılmamalı. Büyük laf etmek istemem ama bence meseleye kendimize en yakın hikayeden, içimizi en çok acıtan ve fazlasıyla derdimiz olmuş öykülerden başlamalı. Zaten senin bir derdin varsa, uzun ya da kısa fark etmez o kendi politik jargonunu oluşturacaktır. Kaldı ki sadece politik sinema diye bir ayrım yapılır mı onu da bilmiyorum. Sinemanın kendisi de politik aslında. Aşkı anlatan da, eşi anlatan da, işi anlatan da politik bir iş yapıyor demektir bence.

Kürt sineması diye bir kavramı savunuyor musunuz? Kürt sinemacıların ve Kürtleri anlatan filmlerin doğru yerden baktığını düşünüyor musunuz meseleye?

Kürt Sineması var mıdır yok mudur tartışmasına girip haddimi aşarak büyük kelam etmek istemem. Ama sanki bana öyle geliyor ki, bu kavramı bizler vardır veya yoktur demek yerine gelecekte bunu tartışanlar dillendirecek ve somut bir yaklaşım sergileyeceklerdir. Şimdiki yorumların temel bulması ya da altının dolması için elde yeteri kadar ürün olması gerekir. 

Ama şu oldukça net. Yeşilçam, Kürtlere ezelden beri yanlış yerden baktı. Günümüz dizileri de bu Yeşilçam geleneğini sürdürmekte ısrar ediyorlar. Kaba saba, hoyrat, feodalite kurbanı, varak vırak konuşan, hırsız, kavgacı, şiddete meyilli, pis, kuyruklu Kürt tiplemeleri yıllarca karakter diye yutturdu herkese. Yutturdu diyorum çünkü bunun farkında olmayanlar –hatta bir takım kürt yönetmenler de buna dahil- hala aynı bakışla film ya da dizi yapmaya devam ediyorlar. Kürtlerin kültür damarları kesildi. Bu damarları işlevli kılan sanatçılar (Yılmaz Güney gibi, Ahmet Kaya gibi) sürgün edildi. Kültür yıllarca kısırlaştırıcı müdahalelerle karşı karşıya kaldı. Böyle olunca Kürtler, hakiki olan, doğru olan Kürt’ü anlatma fırsatı bulamadı. Bu fırsatın önü kesildikçe var olan yanlış, o birçoklarının doğrusu olmaya devam etti. Ama şimdi öyle değil. Bu gidişe dur diyecek Kürt sinemacılar, Kürt sanatçılar ve kültür elçileri yetişiyor. Yani aslında var olan, yaşayan Kürt’ü bizler kalıplaşmış bir yanlışın üzerine anlatıyoruz ya da anlatacağız. Yeni bir şeyi anlatmak zordur ama bir yanlışı silip yerine esas olanı kavratmak daha da zordur. Bizler şimdi bunun da mücadelesini veriyoruz.

Kapsul 3Kapsül değişik bir zamanlamayla karşımıza çıktı. Doğuda toplumsal olaylara müdahale için fazlaca kullanılan gaz kapsülleri, batıda gezi sürecinde bizi dumana boğdu. Bu film tamamen doğudan bakıyor ama gezi süreciyle başlayan batıyı da kapsıyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Elbette ben Kapsül’ün öyküsünü yazdığımda ve biz filmi çektiğimizde Gezi Direnişi yoktu. Kürt coğrafyası yıllardır bu kimyasal silahtan çıkan gazdan zehirleniyor, kapsülden nice insanlar katlediliyor. Ve bu öldürülen, sakat kalan insanlar için devlet her zamanki yanıltıcı dili yıllarca kullandı.  Bu ölümleri meşrulaştırıp, “Batı’da” yaşayanları da buna inandırdı. Kapsül ile öldürülmüş birine, “elinde molotof patladığı için öldü” dedi ve koltuklarında oturanlar bunu sorgulama gereği bile duymadı. Ama Gezi Direnişi’nde taze bir hakikatle tanıştı bu insanlar. Onlar yıllardır kahraman olan Türk polisi’nin gerçek yüzüyle belki ilk defa karşılaştılar. Ve tabi beraberinde devletin ceberut yüzünü de gördüler. Ve yıllardır penguen metaforuna kurban gittiklerinin farkına vardılar. İlk defa belki düşünmeye başladılar, empati yaptılar. Tam bu noktada, benim derdim yıllardır Kürt coğrafyasında yaşanan zulmü anlatmakken, Gezi Direnişi benim işimi kolaylaştırdı. İnsanların Qapsûl filmini anlamalarını sağladı. Mesela Gezi Direnişi olmadan önce, Qapsûl, Altın Portakal’da gösterilseydi çok büyük bir tepki ile karşılaşırdı. Beni “Türk polisini kötülemek ve devlet düşmanlığı” ile suçlarlardı belki de. Fakat öyle olmadı, Altın Portakal’da iki defa, uzun uzun alkışlandı. İnsanlar filmi özümsedi, film sonrası gelip tebrik ettiler.

Tabi kapsülün ve ondan çıkan gazın yurttaşların yaşamlarına kast etmesi, işin trajik bir boyutu. Orantısızca kullanılan bu gaz bombalarının ekonomik bir kazanca dönüştürülüp bundan yeni bir meslek türetilmiş olması tirajik başka bir boyutudur. Çocuklar bölgede bunların kilosunu 3-4 liradan hurdacılara satıyorlar. Olayların olduğu zamanlar 20-30 kg arasında kapsül toplayan çocukların günlük kazandıkları para 70-80 TL yi buluyor. Sizi öldüren veya yaralayan bir silahtan para kazanmak?

Bu bağlamda Qapsûl, fonuna Kürt coğrafyasında yaşanan savaşı ele alarak bu savaş ortamında büyüyen çocuklara ışık tutmak üzerine yazıldı. Kendi ölümlerine sebep olabilen kapsülü, yaşama katkı sunan bir araca dönüştüren, yani devlet şiddetinden ekmek çıkaran çocukların direnişlerini resmediyor diyebiliriz.          

Filminiz festivallere katılıyor, seyirciyle buluşuyor, aldığın tepkileri bizlerle paylaşır mısınız?

Evet Qapsûl’un 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde premierini yaptı. Yakında 25. Uluslar arası İstanbul Kısa Film Festivali’nde finalist oldu. 2. Uluslar arası Duhok Film Festivali’nde gösterildi, hakeza Londra Kürt film Festivali’nde finalist şu anda.  Sonuçta yazıp, yönettiğim bir ilk film. Festivaller de tecrübe edinmek ve başka örnekler görmek adına güzel etkinlikler. Kısa filmler anca festivaller sayesinde seyirci ile buluşma imkanı buluyor maalesef. 

Şimdiye kadar aldığım tepkiler çok iyi. Antalya’da halktan aldığım tepki de, filmi izleyen kimi sinema yazarlarından aldığım değerlendirmeler de gayet iyiydi. Beni motive ediciydi diyebilirim. 

Filminizin ekseninde çocuklar olmasını neden tercih ettiniz, aslında onlar toplumsal olayların en masum karakterleri ama sizin filminizde kendilerince bir amaç uğruna tehlikeye attıklarını söyleyebiliriz. Masumiyet kavramına bakış açınızı öğrenebilir miyiz?

Neden çocuklar. Çünkü filmin dertlerinden biri de, Kürt coğrafyasındaki çocuklar. Kürt sorununun belki de en çok mağdur olan fertleridir onlar. Daha küçük yaşta yaşamın içinde, çocukluklarını yaşayamadan var olma mücadelesi veriyorlar. Tıpkı şarkıdaki gibi, ergen doğuyorlar. Aileye ekonomik katkı sağlıyorlar. Sorumluluklar, erken yaşta omuzlarına biniyor.  Ve çok erken yaşta politize oluyorlar. Bu yüzden de farkındalık duyguları çok gelişkin oluyor. Bütün bunlar yeterli bir sebep bence.

Hemen arkasından da bu soruyu soralım… Filminizin naif bir anlatımı var, bu özellikle tercih ettiğiniz bir şey miydi? 

Aslında film konu itibariyle ajitasyona açık bir film. Elimden geldiğince bu ajitasyondan kaçmaya çalıştım. Bir çeşit propaganda filmine dönüşmesini istemezdim. Bunun için, çerçeveye sadece ve sadece iki çocuğu ve onların kendi dünyalarındaki mücadelesini almaya gayret ettim. Elbette filmde taş atan çocuklar var, polisin şiddeti var. Bunları biraz daha fonda tutup, yukarıda anlattığım gibi, biraz da yaşam mücadelesi veren ve Kürt coğrafyasında bu savaş yüzünden çocukluklarını yaşayamayan çocuklara zoom yapmak istedim.

Kısa filmde konunun mu yoksa tekniğin mi önemli olduğunu düşünüyorsunuz? Aslında öyküden doğan bir tarzınız olduğunu düşünüyorum. Teknik ve konu nasıl buluşur sizce bir filmde?

Evet, Qapsûl, biçim olarak klasik anlatı sinemasını baz alıyor. Bu bilinçli bir tercih. Benim için filmin merkezinde öykü yer alır. Güçlü öykü ve somut gerçeklik üzerine kurmak isterim fikrimi. Bunda tabii ki sinemasal anlatı da devreye giriyor. Belki de soyut anlatımı ya da ne bilim deneysel formu beceremediğimdendir, bilmiyorum. Ama ben öykü ve de senaryonun önem derecesinde ön sıralarda olduğunu düşünüyorum. İşin samimiyeti daha çok burada yatıyor. Tabi şu da bir gerçek, teknik de işin olmazsa olmazlarından. Ve maalesef Kürt filmlerinde daha onarılmamış bir yara diyebilirim.

Sonuçta ilk filmin, izlediğinde neler hissediyorsun, mutlaka değiştirmen gereken yerler olduğunu hissediyorsundur. Bir kere daha çeksem daha farklı olurdu diyor musun?

Değiştirme değil de, elimde olsa şurasını yeniden çekerdim dediğim bölümler var. Fakat, anlatılanlardan tecrübeli sinemacılardan yola çıkarak, film bir kere piyasaya çıktıktan sonra dönüp bu “olmamışlıklar” üzerine çok fazla düşünmemek gerekiyor(muş). Yeni projelere adapte olmak ve enerjiyi oraya yönlendirmek gerekiyor.

Başka hikayelerin var mı filme çekmek istediğin ve onların konusunun ortak özelliği şu olur dediğin bir tarzın var mı?

Evet, hikaye yazmayı çok seviyorum. Sadece film öyküsü olarak değil, edebi öykü olarak da. Hatta bu anlamda aldığım birkaç ödül de var. Onları senaryolaştırabilirim. Ve halihazırda tretmanını da yazdığım bir kısa filmim var. Ama illa ki konu şu olur diye kendimi sınırlamıyorum. Ben derdi olan sinemayı seviyorum birçok insan gibi. Sorunuza cevap olarak “derdi olan öyküler” ortak özellik temelinde buluşabilir belki diğer öykülerim de…

Yapım 13 olarak kısa filmin gidişatına bir katkı, bir yön verme gibi düşünceniz var mı?

Aslında böyle bir iddiamız var. Var ama sadece kısa filmde değil. Hem biz sadece kısa film yapmıyoruz ya da yapmayacağız. Nihayetinde bu sene Yapım13’ün yaptığı halihazırda biten 2-3 tane de belgesel film var. Biz bu çıtayı tutturup, kolektif bir sinema anlayışı içerisinde sinema yapmak istiyoruz. Özellikle bağımsız ya da alternatif sinema… Yani insanların, “hadi mısırımızı alıp bugün sinemaya gidelim, iyi vakit geçirelim” dediği, bu fantezi anlayışına hizmet etmeyen bir sinema yapmak idealindeyiz. Evet biz kısa filme değil, genel olarak sinema anlayışına yön verme şiarıyla yola çıktık. Bu kolektivist mantaliteyi oturtabilirsek, bunu başarabileceğimizi inanıyorum.

Teşekkürler. 

Ben teşekkür ederim bu fırsatı verdiğiniz için…

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Muhammed Furkan Daşbilek: ‘Çocukken naftalinden yayılan kokuyu dedem ve anneannemin kokusu zannederdim’

Naftalin ve Bir Nehir Kıyısında filmlerinin yönetmeni kısa filmci Muhammed
blank

Zeynep Demirhan: ‘Sadece belgesel çalışacağım demiyorum ama gerçeği gösterme isteğim var’

Geçen yılın ödüllü kısa filmlerinden biri olan Yüzler'in yönetmeni Zeynep