42. Münih Film Festivali İzlenimleri III

Hepimizin kentlere bakışı zaman içinde, bireysel deneyim ve birikimlerin etkisiyle değişir. Her insanın ayrı bir iç haritası vardır anılarıyla şekillenen. Bu çerçevede festival mekanları da aslında sadece fiziksel birer gösterim alanları değildir. Festivaller kolektif ve bireysel deneyimlerin içi içe geçtiği kültürel alanlardır da; yeni karşılaşmaların, unutulmayan filmlerin, belki aşkların ya da yalnızlıkların, neşenin ya da hüznün de mekanlarıdır, bireysel haritalarda iz bırakan.

Bu durum yalnızca festival atmosferiyle sınırlı da değildir; bazı film salonlarının kendilerine özgü ruhları da vardır, hikayelerini bizlerle paylaşan; Deutsche Theater, Deutsches Museum, Theatiner Filmkunst gibi. Bu mekanlar aynı zamanda sinema tarihinin belleğini taşıyan ve yaşatan mekanlardır da.

blank

Diğer yandan bazı filmlerde mekan yalnızca bir arka plan değildir, anlatının kurucu öğesidir de. Hatta zaman zaman bir mekanın, filmin ana karakterlerinden birine dönüştüğü de görülür, mekan karakterlerle birlikte değişir, hikayenin içine çeken aktif bir özne olur.

Festivalin en büyüleyici atmosferine sahip filmi, mekan kullanımı ile de öne çıkan Oliver Laxe’ın Sirat filmiydi. Cehennem üzerinde, kıyamet günü kurulacak olan ince, keskin, geçilmesi zor bir köprü olarak tasvir edilen Sirat köprüsünden adını alan film, tıpkı kıyamet günündeki ruhların sınavı gibi, film karakterlerinin sınanması üzerinden hikayesini Fas’ın güneyindeki nefes kesen bir çölde anlatıyor.

Sirat mekanın büyüleyici görünümü ile başlıyor; çölde bir rave parti ile açılıyor film. Uzun uzun gösterilen mekan, mekana yansıyan büyüleyici ışıklar, müziğin ve dansın ritüel/trans etkisi ile film, izleyicinin içine kolaylıkla girilebileceği bir kapı aralıyor. Sanki karakterlerle beraber bu mekandaymış gibi uzunca bir süre müzik dinlenilmeye, danslar izlenilmeye ve mekan algılanılmaya başlanıyor önce. Bir baba ve oğulun, kızını/ablasını bu çölde inatla ve çaresizlik içinde aradıkları görülüyor bu dans sahnesi ile paralel. Kızını burada bulamayan adam, partidekilerden çölün diğer tarafında bir başka rave parti olduğunu öğreniyor. Bu sırada üçüncü dünya savaşı gibi bir savaşın patladığı anlaşılıyor. Partiyi askerler basıyor ve partidekileri buradan tahliye etmek istiyorlar. Kendine has yaşamları olan bir grup çöldeki diğer partiye gitmek üzere buradan kaçıyor. Baba ve oğul da bu iki arabanın peşine takılıyorlar ve bilmedikleri bir yolda tanımadıkları insanlarla beraber, kızını/ablasını bulma ümidi ile büyük bir maceraya atılıyorlar. Yol acıların, hüznün, neşenin, korkuların yani yaşamın tecrübe edildiği ve sınandığı yer haline geliyor. Film ilerledikçe bu yolculuğun aynı zamanda ruhsal arınma ve sınanma yolculuğu olduğu anlaşılıyor. Akıldan sezgiye doğru geçiş, kayıplarla yüzleşme ile çöldeki bu yolculuk hem karakterler hem de izleyiciler için oldukça zor bir deneyime de dönüşüyor.

Sirat filmini izleme deneyimi, pek çok anlamda bana Gaspar Noe’nin Climax’ini hatırlattı. Biri arayış, tekinsizlik ve sevgi; diğeri korku, güvensizlik ve bad trip üzerinden farklı arkatiplerle hikayelerini kuran bu iki film arasındaki benzerlik tema ya da tür düzeyinde değil. Bu iki film, mekanı, müziği, zamanı deneyimleme hali ile birbirleri ile örtüşüyorlar. Mekanla birlikte Sirat filminde kullanılan müzikler de tıpkı Climax’deki müzikler gibi, filmin ana karakterinden birine dönüşüyor. Sirat meditatif ritüelistik bir rave müziğini içsel dönüşüme ve ruhun yükselişine paralel kullanırken Climax halüsinatif hiperaktif rave müziğini varoluşsal çöküşe, kaosa ve bedenin kontrolünü kaybetmesine paralel kullanıyor. Film içerisinde müzik kullanımı karakterlerin iç dünyasının temsiline dönüşürken, filmlerden biri deliliğin sınırına izleyicisini çağırırken diğeri bir tür arınmaya çağırıyor. Sonuç olarak bambaşka noktalardan bambaşka hikayeler anlatan bu iki filmde insan doğası sarsıcı bir şekilde beden ve ruh ile algılanıyor.

Sirat filmi bittiğinde, izleyicinin zihninde çölün büyüleyici olduğu kadar tehditkar yapısı ile Kangding Ray’in elektronik tekno müziği, trans hali ve ışıklar kalıyor, tıpkı Gaspar Noe’nin filmindeki Supernature ya da açılış/kapanış sahnesinde kuşbakışı görünen karlar üzerinde kanlar içinde sürünen kadın karaktere eşlik eden Erik Satie’nin 1 numaralı Gymnopedies’in kalışı gibi. İzlemeyenler için her iki filmi de şiddetle tavsiye ediyorum.

Mekanı anlatısının merkezine alan bir diğer festival filmi Sentimental Value idi. Bu filmin merkezindeki büyük, beyaz, bahçeli müstakil ev, yalnızca fiziksel bir mekan olmanın ötesinde aynı zamanda dünle bugünü bağlayan bir hatırlama ve yüzleşme alanının metaforudur. Filmin konusu kısaca şöyle; uzun süredir ortalarda olmayan Gustav (Stellan Skarsgard), eşinin ölümü üzerine, elinde yazdığı son senaryo ile kızları Nora (Renate Reinsve) ve Agnes’i (Inga Ibsdotter Lilleaas) görmeye gelir. Çekmeye niyetlendiği bu senaryoyu büyük kızı Nora için yazdığını ve bu filmde onun rol almasını istediğini söyler. Babasının eve dönüşü, Nora’nın yaşamındaki baba eksiğine dair içsel çatışma ve gerilimin açığa çıkmasının sebebi olur. Nora kendisine uzatılan senaryoyu okumadan, teklifi reddeder.

blank

Babalar ve kızları arasındaki ilişki, kız çocuklarının ömürleri boyu taşıdıkları bir örüntü yaratır. Babaların varlıkları kadar yoklukları da kız çocuklarının yaşamlarında önemlidir. Yıllar sonra, hiçbir şey olmamış gibi geri dönen Gustav’ın bir baba figürü olarak yokluğunun, büyük kızı Nora’nın dünyasında derin izler bıraktığı görülür. Nora için babanın yokluğu yalnızca fiziksel bir çekilmeyi değil aynı zamanda duygusal ve libidinal çekilmeyi de temsil eder. Babanın yokluğunda, bu eksiği telafi edebilmenin ya da bu eksikle başa çıkabilmenin bir yolu olarak, Nora’nın bu figürü evli sevgilisi ya da mesleği ile bilinçdışı olarak yeniden ürettiği görülür. Klasik Freudyen ödipal yapı içerisinde baba ile kurulamayan duygusal yakınlığın, benzer ama yasaklanmış bir erkek figürü ile yeniden kurulma çabası, tekrar eden arzunun göstergesidir. Sinemacı bir babanın dikkatini çekebilmek için Nora’nın meslek olarak tiyatro oyunculuğunu tercih etmesi de, babanın bakışına mazhar olma arzusu ile ilgilidir.

Gustav arzunun kaynağı olduğu kadar geçmişte ailesini terk etmiş biri olarak aile için travmanın taşıyıcı figürüdür de. Bu yüzden de Gustav’ın geri dönüşü, yalnızca ailenin bir araya gelmesinin ötesinde travma ile yüzleşilmesinin de olasılığını açar, var olan dengeleri bozar. Film boyunca yavaş yavaş aile içerisindeki bu gerilimler dengesini bulurken, film anlatısında gerçek, gerçeklik/kurmaca, hafıza, unutma, hatırlama arasındaki sınırlar da giderek bulanıklaşır ve filmin sonunda fark edilir ki filmin ismine işaret eden duygusal değer (sentimental value) aslında kırılgan olduğu kadar geçici ve akışkandır.

Festivalde etkilendiğim bir diğer film, Yeni Alman Sineması bölümünde yarışan Sechswochenamt idi. Yönetmenliğini ve senaristliğini Jacqueline Jansen’in yaptığı Sechswochenamt, katoliklerde altı haftalık ayin olarak bilinen ölen kişinin anısına yapılan cenaze töreninden adını alıyor. Filmin ismini, sanırım altı haftalık görev olarak çevirmek olası. Ölene karşı olan bu sorumluluk, bu süreci yürüten yakın için bir yas sürecinin yaşanması, sonlandırılması ve sevilen ile bir tür vedalaşma anlamına da geliyor.

blank

Film, annesini ziyarete gelen genç kızın annesinin nefes almadığını fark etmesi ile başlıyor. Görevlilerden yardım isteyen kız, biraz sonra annesinin öldüğü haberini alıyor. Hikaye bu kaybın ardından gelen psikolojik yükle başa çıkmanın zorlayıcı yanına ve Lore’un iç dünyasına odaklanıyor. Bir kız çocuğu için annenin kaybı yalnızca fiziksel bir yitimden öte, ilk büyük Öteki’nin kaybıdır da. Bu kayıp ve yas sürecinde, öznenin kendi arzusu ile yüzleşerek, simgeselini yeniden kurması gerekir. Lore, hissettiği derin acı ile annesinin yokluğunda onun izini arar önce; annesinin kendisine gönderdiği sesli mesajı dinler, annesinin arabasını kullanır, annesinin evine gider, onun yokluğunu böylelikle derinden hisseder. Ardından bu acıyı sevdikleri ile paylaşmayı dener. Bir süre sonra ise mecburen cenaze işlemlerine başlamak zorunda kalır. Bu süreçte neredeyse hiç kimseden destek alamaz. Pandemi dönemi ise süreci daha da zorlaştırır. Tabutun renginden annesinin törende giyeceği giysiye kadar her unsura özen gösteren genç kız, zaman zaman çaresizlik içerisinde bulur kendisini. Annesinin evindeki eşyaları satarken ve ona ait izler yavaşça ortadan kaybolurken hem çok acı çeker hem de yas sürecini yavaşça yaşar; annesi ile vedalaşır ve yaşam karşısında yeniden sessiz bir kabulle konum alır. Sechswochenamt, muhtemelen yönetmenin kişisel hikayesinden kurulduğu için bu kadar derinden izleyiciyi sarıyor, sarsıyor ve anne kaybı, derin bir boşluk duygusu ile hissediliyor.

Festivalin bir diğer dikkat çeken yapımı elbette Richard Linklater’ın Cannes’da gösterilen filmi Nouvelle Vague idi. Yeni Dalga dönemini Godard’ın Serseri Aşıklar filminin yapım sürecine odaklanarak anlatan yönetmen, siyah beyaz olarak, belgesel kurmaca stili ile çektiği filminde Jean-Luc Godard ile beraber Jean Seberg, Jean Paul Belmondo, Traffaut, Chabrol, Varda, Rivette gibi döneme ait önemli isimlere de yer veriyor. Pek çok eleştirmen tarafından yönetmenin ustalık filmi olarak tanımlansa da, bence eğlenceli bir seyir keyfi de sunuyor. Ancak yine de Linklater’ı benim gibi Before serisi ya da Boyhood filmleri ile hatırlıyorsanız, film biraz hayal kırıklığı yaratabiliyor.

blank

Festivalde filmler dışında, Yeni Alman Televizyonu bölümünde, televizyon kanalları ya da platformlar için çekilmiş dizilerin gösterimleri de mevcuttu. Bu kapsamda iddialı bir yapım olan Naked dizisinin iki bölümünü izledim. Ayrıca takip edilecek pek çok atölye ve söyleşiden de bahsetmek gerekli. Film yapımcılığı ve senaryo yazarlığının yeniden tasarlanıp konumlandığı bu dönemde “Yapay Zeka, XR ve diğerleri; Gelecekte hikayeleri nasıl anlayacağız?” oldukça dikkat çekici bir paneldi. Bir dip not olarak festival dışında da HFF München’de (Münih Televizyon ve Film Yüksekokulu) “Yapay Zeka ile Geliştirilmiş Belgesel Hikaye Anlatımı” isimli bir yaz okulu da mevcut. Hayatlarımıza oldukça hızlı bir giriş yapan yapay zekanın sektördeki sınırları nasıl esneteceği epeyce merak konusu.

42. Münih Film Festivali bu yıl oldukça keyifli bir şekilde geçti. Şimdi gözlerimi 2026 yılına çevirmek ve yeni festivalin bizler için neler getireceğini merakla beklemek gerekiyor. Yeni keşifler, yeni heyecan verici projelerle ve yeni karşılaşmalarla dolu bir yaz olması dileğiyle, Münih’ten tüm sinemaseverlere selamlar.

blank

Zehra Yiğit

Zehra Yiğit, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora eğitimine Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde devam etti. Oxford Üniversitesi ve Novisad Üniversitesi'ne Visiting Researcher olarak giden Yiğit, İtalya, Portekiz, Sırbistan, Gürcistan, İngiltere gibi pek çok ülkede ders ve seminer verdi, proje ortaklığı yaptı. Yiğit, şu an Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Sydney Underground Film Festivali 2021 Günlüğü

Can Yalçınkaya, 2009'dan beri düzenli olarak takip ettiği Sydney Underground
blank

Sydney Graphic Festivali 2011 Günlüğü

Geçtiğimiz sene ilki gerçekleşen, Neil Gaiman ve Kevin Smith gibi,