Ragıp Taranç ve Gülten Taranç’ın yönetmenliğini üstlendiği, senaryosu Buğçe Çalışkan’ın aile hikâyesinden esinlenerek yazılmış Dedemin Evi’ni, 32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde izledim.
Taranç&Taranç Film yapımı olan belgeselin müziklerini Berrak Taranç bestelerken, görüntü yönetmenliğini Ozan Yılmaz, kurgusunu ise Fatoş Yapıcı üstlenmiş. Yapımcı kadrosunda Av. Sema Pekdaş, Prof. Eylem Atakav ve Doç. Dr. Hilal Süreyya Yılmaz gibi isimlerin bulunması da filmin kolektif bir emekle örüldüğünü gösteriyor.
72 dakikalık bu film, yalnızca bir belgesel değil, aynı zamanda kaybolan evlerin ve göçlerin izini süren tarihsel bir yolculuk. Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan arasında uzanan hikâye, Çalışkan’ın ailesinin çok katmanlı belleğini görünür kılıyor.
Dedemin Evi’nin merkezinde, Pierre Nora’nın lieux de mémoire (hafıza mekânları) kavramı var. Bir ev, hatıraları ve kuşaklar arası bağları temsil ederken, aynı zamanda toplumsal dönüşümlerin izlerini de taşıyor. Türkiye’de göç, kentleşme ve sınıf atlama süreçleri düşünüldüğünde, ev metaforu yalnızca bireysel değil, ulusal bir hikâyeye işaret ediyor. Bu belgeselde ev, hem bir kayıp hem de bir köprü işlevi görüyor.
Filmin aynı zamanda senaristi olan Buğçe Çalışkan’ın konumu, Laura Rascaroli’nin “first-person cinema” (birinci kişi sineması) kavramıyla örtüşüyor. Çalışkan, kendi aile hikâyesini merkezine alarak hem torun hem de anlatıcı kimliğiyle belgeselin öznesi hâline geliyor.
İzmir’den başlayıp İskeçe’nin sokaklarına, Bulgaristan’ın köylerine uzanan bu yolculukta kamera, izleyiciyi yalnızca bir gözlemci olmaya değil, aynı zamanda tanık olmaya davet ediyor. Buğçe Çalışkan’ın kişisel hafıza izleri, belgeseli sıradan bir aile arşivinden çıkarıp kolektif bir yüzleşmeye dönüştürüyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Şevket Evren ve 1989’da Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik asimilasyon politikaları nedeniyle İzmir’e göç eden Ali Çalışkan’ın hikâyeleri bu anlatının merkezinde. Halbwachs’ın “kolektif bellek” kavramı burada önem kazanıyor: bireysel hatırlama, toplumsal bağlam olmadan anlamlı değil. Çalışkan’ın ailesinin göç deneyimleri, aslında Türkiye’nin ve Balkan coğrafyasının ortak belleğinin bir parçası.
Belgeselin estetiği, feminist belgesel kuramlarıyla da ilişkilendirilebilir. Erkek egemen belgesel anlatılarında sık rastlanan “otoriter bellek inşası” yerine, Taranç kırılgan ama derinlikli bir yaklaşım benimsiyor. Kamera hatıralara, sessizliklere, eski fotoğraflara sabırla odaklanıyor. Bu incelikli bakış, yalnızca ailevi bir hikâyeyi değil, aynı zamanda kadınların hafıza kurucu rolünü görünür kılıyor. Böylece film feminist bir bellek haritası sunuyor.
Mehmet Ali Birand, Can Dündar ve Bülent Çaplı imzalı İhtilalin Pençesinde Demokrasi belgeseli, toplumsal hafızanın siyasal düzlemde nasıl kurulduğunu gösterirken, Taranç daha kişisel bir kapıdan aynı sorunsalı açıyor: hatırlamak ve unutmamak. Bu açıdan Dedemin Evi, bireysel bir hikâyeden toplumsal hafızaya uzanan bir köprü işlevi görüyor ve belgesel sinemamızda yeni bir damar açıyor.
Taranç’ın filmini uluslararası belgesel geleneğiyle yan yana düşündüğümüzde ise, Chantal Akerman’ın News from Home’u akla geliyor. Akerman, annesinin mektuplarını okurken New York sokaklarını gösterir; bireysel ile kamusal alan arasındaki çatışmayı inceler. Benzer şekilde Sarah Polley’nin Stories We Tell’i de aile sırlarını ifşa ederken, hafızanın ne kadar kırılgan ve seçici olduğunu gösterir. Taranç’ın Dedemin Evi’si, bu filmlerle aynı damarda duruyor: kişisel anlatıyı evrensel bir bellek meselesine dönüştürmek.
Mülteci sinemasında “ev” neredeyse her zaman kayıpla birlikte anılır. Suriye, Filistin ya da Balkan göçü üzerine yapılmış belgeseller, evin yıkılışını, geride bırakılışını ya da yeniden kurulamamasını gösterir. Dedemin Evi, doğrudan bir mülteci anlatısı olmasa da, bu evrensel deneyimin bir parçasıdır. Dedemin Evi doğrudan bir mülteci hikâyesi anlatmıyor; ama Türkiye’nin iç göç, asimilasyon ve aidiyet kaybı deneyimlerini bir tür “iç mültecilik” kavramıyla açığa çıkarıyor. Kıbrıs’tan ve Bulgaristan’dan gelen göçler, evlerin kaybolması ve yeni kimliklerin inşası, aslında mülteci sinemasındaki ev kaybı temasına paralel. Çalışkan’ın yolculuğu, bu yüzden yalnızca kendi ailesine değil, evinden koparılmış herkese dair bir yüzleşme.
Evler yıkılır, pencereler sökülür, kapılar ardına kadar kapanır. Bir gün çocukluğun geçtiği odada yabancı birinin oturduğunu, hatıralarının yerinde boş bir duvar yükseldiğini görürsün. Fakat bellek, tıpkı bir kök gibi, taşların arasından yeniden filiz verir.
Dedemin Evi, bu yüzden yalnızca geçmişe bir ağıt değil, geleceğe yazılmış bir umut cümlesi. Göçlerle parçalanmış kimliklerin, kaybolan aidiyetlerin ve unutulmuş evlerin aslında yok olmadığını hatırlatıyor. Çünkü ev, yalnızca duvarları olan bir yapı değil. Ev, hatırlama biçimimizdir. Ve sinema, o hatıraları ışığa çıkaran en güçlü anahtar.