Bir zamanlar televizyonun mezarını kazanlar, şimdi onun ruhunu platformlara çağırıyor. “Televizyon öldü” diyorduk ama yanlış; televizyon ölmedi, sadece kılık değiştirdi!
Ulusal kanal dizileri birer birer dijital platformlara taşınıyor, sanki orada yeniden doğacaklarmış gibi. Oysa olan şey yeniden doğuş değil, zihinsel olarak ölmüş bir sistemin, algoritmalarla yeniden yürütülmesi.
Reklamdan kaçan izleyici, şimdi o reklamsız boşluğu dolduracak kadar anlamsız içeriklere maruz kalıyor. Platformlar “özgürlük” diyerek girdikleri bu sahada, eski televizyonun en sıkıcı reflekslerini tekrarlıyor. Bir farkla: artık hiçbir yapımcı “reyting düştü” bahanesine sığınmıyor, çünkü o görevi algoritma üstlendi.
Ulusal kanal dizilerinin dijital platformlara taşınması, yüzeyde “TV ölmedi, sadece format değiştirdi” gibi okunabilir ama mesele bundan ibaret değil. Evet, izleyici artık yayın saatine mahkûm değil, reklamdan kaçıyor, kendi zamanını yönetiyor. Fakat bu göçün bedeli ağır. Çünkü platformlar, bir zamanlar “niş alan” diye korudukları özgürlük bölgesini adım adım televizyonun en kalıplaşmış alışkanlıklarına teslim ediyor.
Kendine “dijital” diyen platform, algoritmanın rehberliğinde televizyonculuktan bile daha muhafazakâr hale geldi. Oysa teknolojinin sağladığı özgürlükle cesaret artmalıydı; tam tersi, risk sıfırlandı.
Bundan on, on beş yıl önce “Kâbuslar Evi” gibi mini diziler, “Acayip Hikâyeler” gibi çizgi uyarlamaları, ana akımın içinde bile nefes alan işlerdi. Şimdi platformların vitrininde dönüp duran şey ise aynı kalıptan çıkmış senaryolar: İstanbul’da yaşayan 30-40 yaş arası orta sınıf, çalışkan ama duygusal kadınlar, iyi giyimli erkekler, ofis dramı, biraz da ‘kişisel gelişim’. Bu izleyici grubunun dışında kimseye hitap etmeyen, tıpkı haftalık prime time dizileri gibi formatlanmış işler…
Bir zamanlar televizyonun kurumsal cesaretiyle çıkan farklı projeleri bile artık platformlarda bulamıyoruz. Çünkü orada da kararları “tamamlama oranı” ve “abonelik yenileme” tablosu veriyor.
Dijitalin özgürleştirici olması gerekiyordu, değil mi? Oysa özgürlüğün yerini “formül” aldı. Artık hiçbir platform risk almıyor. Hepsi güvenli bölgede. Netflix, “Enfes Bir Akşam” gibi parıltılı ama boş yapımlara yıldız yağdırıyor. Kadro ışıl ışıl, senaryo kupkuru. Meriç Acemi yine iş başında. Kimsenin “ya yeter artık” dememesi ise sektörün trajedisi. Yıldızlara çuvalla para dökülürken, iyi bir hikâyeye kuruş ayrılmıyor. Bu sistemde senaryonun kıymeti, oyuncunun Instagram takipçisiyle ölçülüyor.
Ulusal kanallarda sorun başka: reklamdan geçilmeyen devasa bölümler. İki buçuk saatlik diziler, sanki izleyicinin hayatını rehin almış durumda. İzleyici “reklamdan kaçayım” derken platforma sığınıyor ama orada da aynı hikâyelerin kısa versiyonlarını buluyor. Sonuçta zaman kazanmak isterken zihinsel bir tekrara mahkûm oluyor. Aslında izleyici hikâyeden değil, aynı hikâyenin 120 dakikalık reklam molasından kaçıyor.
Sistemin kendisi tıkandı. Belki de artık aynı akşam iki dizi göstermenin ya da bir yarışma bir dizi kombinasyonuna geçmenin zamanı geldi. Çünkü kimse dört saat aynı melodramı çekemiyor, kimse 40 dakikalık reklam kuşağını kaldıracak sabra sahip değil. Bu yüzden televizyon ölmedi, evrim geçiriyor. Sadece formatını, ritmini ve temposunu değiştiriyor. Akan yayın yerine “dilediğin zaman seyret” mantığı geçti, hepsi bu. Fakat teknolojik devrim içerik devrimine dönüşmeyince, ortada sadece süslü bir kısır döngü kalıyor.
Televizyonun uzattığı bölümler, dijitalin ise uzattığı franchise’lar… İkisi de aynı tuzağın farklı isimleri. Platformlar televizyonun en sıkıcı halini kopyaladı. Çünkü veri onlara melodram sat diyor. Oysa izleyiciye “risk” sunmadan sadakat yaratamazsın. Bugün “Enfes Bir Akşam” konuşuluyor, yarın kim hatırlayacak?
Türkiye’de televizyon, kendi başarısının kurbanı oldu. Yurt dışına satılabilen tek ürünün “sonsuz melodram” olması, ülkenin anlatı dilini fakirleştirdi. Platformların bu mirası sorgusuz devralması ise sinematik cesaretin sonunu getirdi. Oysa fonlar, teşvikler, yapım destekleri; hepsi “kısa, farklı, yerel ve tür denemeleri” için kullanılabilir. Bir zamanlar “Kâbuslar Evi” yapılabiliyordu, bugün ise platformlar o kadar korkak ki en fazla bir “modern peri masalı”na cesaret edebiliyorlar.
Sonuç ortada: televizyon ölmedi, sadece format değiştirdi ama ruhu hâlâ aynı. Hâlâ rating, hâlâ formül, hâlâ “star kim?” sorusu… Farklı olanın yaşama şansı yok. Halbuki reklamdan kaçan seyirciye reklamdan arınmış ama anlamca boş içerik satmak sadece zaman kaybı. İzleyici artık “ne kadar sürdü” değil “ne hissettirdi” diye soruyor.
O yüzden açık konuşalım: dijital platformlar “özgürlük” vaadiyle geldiler, “kurumsal korkaklık”la yetiniyorlar. Televizyonu mezarına gömmek şöyle dursun, onu bir hayalet gibi geri getirdiler. Şimdi ortada bir “zombi medya” var: eski televizyonun alışkanlıklarıyla yeni teknolojinin yüzeysel cilası birleşti.
Gerçek değişim mi istiyoruz? O zaman yıldız sisteminin çuval çuval bütçesinden birazını yeni yazar ve yönetmenlere verin. Çünkü televizyonu diriltecek olan teknoloji değil, hikâyedir.