32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde görme şansı bulduğum “Ev” filmi üzerine düşündüğümde, bana ilk çarpan şey şuydu: sinema burada yalnızca bir sanat formu değil, bir tanıklık biçimi. Orhan Eskiköy’ün kamerası Karasu ailesinin çadırına girdiğinde, aslında bir evin ne olduğunu, ne olmadığını ve ne olabileceğini sorgulatıyor.

blankFelsefede “yer” ile “mekân” arasındaki ayrım sık sık tartışılır. Mekân, soyut bir koordinattır; yer ise insanın belleğiyle, duygusuyla, geçmişiyle doldurduğu şey. Karasu ailesinin çadırı, fiziksel olarak bir “mekân”dır, geçici, plastik, rüzgârda uçabilecek bir yapı. Ama orada yaşayanlar için bir “yer”e dönüşür: yemek kokularıyla, çocukların kahkahalarıyla, kaybedilen evin hayaliyle… Film, bu farkı seyirciye sezdiriyor.

“Başımızda bir çatı olsun yeter” cümlesi, Türk kültüründe yalnızca konut ihtiyacını değil, aynı zamanda varlık sebebimizi ifade eder. Çatı, güvenliktir; aileyi, mahremiyeti, sürekliliği simgeler. Türk sineması bunun sürekli altını çizer. Örneğin, Münir Özkul’un “Bizim Aile” filminde müteahhit üçkâğıdıyla evsiz kalan ailesiyle Karasular’ın kaderi arasında trajik bir köprü kurmak mümkün. Her iki hikâyede de “ev”in yokluğu yalnızca barınma sorununa değil, kimlik ve aidiyet kaybına işaret ediyor.

blank

Lütfi Akad’ın ünlü göç üçlemesinde (“Gelin”, “Düğün”, “Diyet”), köyden kente göç eden aileler evlerini kaybederler ama yeni evleri de bir türlü kuramazlar. Burada ev, “sosyal çözülmenin mekânı”dır. Akad’ın kamerası, göçün yarattığı köksüzlüğü ve yabancılaşmayı evlerin içinde gösterir. Eskiköy’ün çadırı ise bu kırılmayı daha çıplak, daha felaketle ilişkili biçimde kayda geçiriyor.

12 Eylül sonrası sinemada ev, bu kez bir hapishane metaforuna dönüştü. Ömer Kavur’un, Atıf Yılmaz’ın bazı filmlerinde ya da 90’larda Zeki Demirkubuz’da gördüğümüz gibi, evler dar, boğucu, çıkışı olmayan mekânlardı. Bu dönem sinemasında ev, güven değil, tutsaklık üretir. Eskiköy’ün çadırıysa bambaşka bir şey: Ne ütopya, ne hapishane… Sadece çıplak, geçici bir sığınak.

Yönetmenlik mi, Şahitlik mi?

Yönetmenlik, genellikle olaylara biçim verme, dramatik bir yapı kurma, seyirciye bir yol çizme işi. Oysa “Ev”de kamera neredeyse edilgen: bir şahit, bir kayıt cihazı gibi. Jean Rouch’un cinéma vérité’sinde olduğu gibi, kamera görünmez bir göz olarak içeride. Eskiköy’ün tavrı bence tam da burada tartışmaya açık.

Bu tercih, filme ham bir gerçeklik katıyor ama aynı zamanda estetik ve dramatik yoğunluğun eksikliğini de hissettiriyor. Belki de bu, yönetmenin bilinçli tercihi: “Ben sanat yapmıyorum, şahitlik ediyorum” diyerek sinemayı araçsallaştırıyor ama bu da soruyu getiriyor: Sinema, salt tanıklıkla yetinebilir mi, yoksa mutlaka bir “yorum” katmalı mı?

Ev’in Olamayışı

Filmin sonunda Karasular hâlâ bir eve kavuşmamış. Bu, sadece onların kişisel trajedisi değil; devletin, sistemin, toplumsal hafızanın çöküşünü de temsil ediyor.

Henri Lefebvre’nin “mekânın üretimi” kavramı, “Ev” için çok işlevsel. Lefebvre’ye göre mekân, iktidar ilişkileri tarafından üretilir. Deprem sonrası yıkılan evler, yalnızca doğal bir felaketin değil, aynı zamanda rant ekonomisinin ve siyasal ihmallerin sonucudur. Karasu ailesi için “ev”in yokluğu, devletin yurttaşına sağladığı en temel güvenlik vaadinin çöktüğünü de gösterir. Dolayısıyla film, bireysel bir hikâye üzerinden aslında bir devlet-toplum ilişkisinin yeniden üretilemeyişini açığa çıkarır.

Deprem sonrası verilen sözler tutulmadığında, “ev” yalnızca bir fiziksel mekân değil, aynı zamanda kırılan bir söz, boşa çıkan bir güven duygusu haline geliyor. Evin olmayışı, geleceğin de belirsizleşmesi demek.

99 depreminde evini terk eden biri olarak filmi izlerken kendi hatıralarım tetiklendi. Bir evin kaybı, yalnızca duvarları değil, içindeki tüm zamanları da gömmek demek. O yüzden Karasu ailesine bakarken, aslında kendi geçmişime de baktım. Bu, filmin evrensel yanı: hepimizin “ev” metaforuyla kişisel bir bağ kurabilmesi.

“Ev”, dramatik yoğunluğu daha kuvvetli kurulabilirdi ama varoluşsal bir sorgu açıyor: Biz kimiz, nereliyiz, bizi biz yapan şey nedir? Belki de cevap basit: bir çatı değil, altında toplanabildiğimiz hikâyeler. Çadır, kerpiç ya da villa… Ev, bizi bir arada tutan şeyin adı ve bu film, bu gerçeği gözümüzün içine sokuyor.

MTŞ

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Transformers: The Last Knight / Son Şövalye (2017)

Transformers: The Last Knight birkaç patlama sahnesinin bir araya geldiği,
blank

Bir Onur Ünlü Filmi: Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok (2017)

Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok insanı olmayacak hadiselere fazlasıyla güldüren,