David Mackenzie, kariyerinde türler arası gezinen bir yönetmen. Hell or High Water’ın kara film kokusu hâlâ burnumuzda, Outlaw King ise Netflix’in en şatafatlı ama en yarım kalan tarih derslerinden biriydi. Şimdi ise Relay ile karşımıza çıkıyor: muhbirler, kirli şirketler ve arada sıkışmış bir “fixer”ın hikâyesi. Kağıt üzerinde heyecan verici; pratikte ise hem parlak anlar hem de hayal kırıklıklarıyla dolu bir film.
Relay, TIFF sonrası şişirilen filmlerden biri gibi görünebilir ama tamamen boş değil. Gerçekten ilginç fikirleri var, özellikle röle hattını merkezine alması zekice. Ne yazık ki bu fikir senaryonun dağınıklığında kaybolmuş.
Riz Ahmed’in canlandırdığı Ash, şirketlerin sırlarını gizlemek için servet saçmaya razı olduğu kirli düzenin gölge aracısı. Kimliği görünmez, sesi bile duyulmaz; iletişimini işitme engellilere yönelik bir servis hattıyla yürütür. Bu hizmete relay service/Röle servisi diyorlar. Lily James’in Sarah’sı ise, çalıştığı tarım şirketinin GDO’lu projelerini ifşa etmeye niyetlenen bir muhbir.
Riz Ahmed rolüne bütün enerjisini yatırarak çoğu sahnede sessizliğiyle bile seyirciyi bağlayabiliyor. Yalnızca gözlerle kurulan gerilim, filmdeki en büyük başarı. Ne var ki karakterin geçmişine dair verilen kırıntılar (alkol bağımlılığı, Müslüman kimliği, yalnızlık) bir türlü derinleşmiyor. Seyirciye sürekli “bu adamın başka sırları var” deniyor ama o sırların hakkı verilememiş. Ahmed’in potansiyeli boşa harcanmış hissi ağır basıyor.
Çünkü Justin Piasecki’nin senaryosu bu güçlü karakteri zayıflatıyor. Ash’in koyduğu kuralları bir kadın yüzünden çiğnemesi, dramatik olarak anlaşılır olsa da hikaye inandırıcılığını koruyamıyor. Kendi kendinize, “Bu kadar disiplinli adam böyle mi davranır?” diye sormadan edemiyorsunuz.
Lily James, filmin başında gerçekten ikna edici: tedirgin, korkmuş ama kararlı ancak hikâye ilerledikçe karakterinin derinliği azalıyor ve James’in oyunculuğu bildik naif kalıbına sıkışıyor. Yine de filmin politik damarını Sarah üzerinden hissetmek mümkün: şirketlerin sessizlik satın alma pratiği, günümüzün en yakıcı konularından biri.
Relay’in en güçlü tarafı, New York’u fon olarak kullanma biçimi. Mackenzie, şehrin soğuk yüzünü 70’ler gerilimlerini andırır şekilde yakalıyor. Burada CKM sinemasının 2. salonuna bir övgüde bulunmam gerekiyor. Bu salonun projeksiyon başarımı fevkalade ve filmin o “Scorsese’nin 70’leri” renk paletini nefis bir şekilde gösteriyor.
Tren garındaki sahne de, tempolu kurgusuyla nefes aldırıyor ve filmin en iyi anı oluyor ama aynı ritim tüm filme yayılamıyor; gerilim çoğunlukla uzun telefon konuşmalarına sıkışıyor. Yine de “sessiz iletişim” fikri, filmin kimliğini benzersiz kılmış.
Sam Worthington’ın başını çektiği şirket tetikçileri, klişe olmalarına rağmen filme biraz tempo katmış. Worthington, rolüne ufak bir mizah dokusu ekleyerek ezber bozan bir iş çıkarıyor. Bu da filmin birkaç gerçekten “eğlenceli” anından biri. Ayrıca, Ash ile bağlantıyı sağlayan isimsiz “mesajcılar” sahneye her girdiğinde film nefes alıyor. Onların varlığı, monotonluğu kırıyor ama derinlik katmıyor. Yine de iyi ki varlar.
Filmin sonuna saklanan “büyük twist”, kimi seyirciyi şaşırtacak, kimi içinse “bu muydu?” dedirtecek. Ben ortada kaldım: evet, sürpriz var ama öyküye entegre edilmeyişi yüzünden geç kalmış bir hamle gibi. Yine de hakkını teslim edelim: klişe bir son yerine seyirciyi tartıştıran bir hamle yapılmış.
David Mackenzie, Hell or High Water ile adını geniş kitlelere duyurduğunda, modern western’i kara film damarında güncelleyen bir yönetmen olarak parlamıştı. O film, Amerikan taşrasının çürümüşlüğünü bankalar üzerinden işleyen sert ve şiirsel bir hikâyeydi. Sonrasında gelen Outlaw King ise Netflix’in bütçesine rağmen yarım kalmış bir deneme olarak kaldı; epik olmayı denerken kendi ağırlığı altında ezildi.
Relay ise Mackenzie’nin bu düşüş grafiğini doğruluyor çünkü film içine sıkıştırdığı fazla katman ve açıklanmayan gizemlerle kendi ayağına sıkıyor. Bir yanıyla 70’ler psikolojik gerilimlerini hatırlatıyor, bir yanıyla da günümüzün şirket-muhbir tartışmalarına dair bir şey söylemeye çalışıyor. Ama ne gerçek bir politik ağırlık ne de kalıcı bir sinemasal gerilim yaratabiliyor. Elimizde kalan şey, Riz Ahmed’in kusursuz performansı ve birkaç zekice sahne. Gerisi mi? Boşa relay çekilmiş, bağlantı kopmuş bir film.
Relay için son cümlem; Bu türün meraklıları izlemeli, Riz Ahmed için kesinlikle izlenmeli ama beklentiyi yüksek tutmayın.
MTŞ
