Galder Gaztelu-Urrutia, zenginliği bir virüse dönüştürerek kapitalizmin en hassas noktasını ısıtıyor: korku, artık fakirlerin değil, zenginlerin payı.

Zenginliğin her derde deva olduğuna inanan bir çağda “Rich Flu”, o inancı paramparça ediyor. Kapitalizmin elmas parıltılı vitrinine bir çatlak düşüyor: servet artık güvenlik değil, hastalık. Film, bu çağın yeni salgınını anlatıyor — para.

“Rich Flu”, klasik bir “zenginlik eleştirisi” filmi değil. Yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia, 2019’daki “The Platform” ile kapitalizmin dikey mimarisini —yani sınıfın ve açgözlülüğün katmanlarını— nasıl filmleştirebileceğini kanıtlamıştı. Bu kez, “zenginlik virüsü” fikriyle, aynı ahlaki laboratuvarı yatay düzleme taşıyor: üst kat yok, alt kat yok; hepimiz aynı ölümcül düzlemdeyiz. Filmin yazar kadrosunda Gaztelu-Urrutia’ya eşlik eden Pedro Rivero ve David Desola, “The Platform”un da yazarları olarak, bu alegorik dünyanın kurucuları. “Rich Flu”yu anlamak, aslında onların sinemasal evrenini okumaktan geçiyor. Çünkü bu film, The Platform’un uzantısı: bu kez insanı açlık değil, bolluk öldürüyor.

blank

Gaztelu-Urrutia’nın yönetiminde dikkat çeken şey, soğuk minimalizmiyle modern çağın steril paranoyasını somutlaştırması. Çekimleri Senegal’de yapılan filmde, Afrika manzaralarıyla Batılı zenginlerin soyut dünyası yan yana getiriliyor. Bu tezat, yalnızca görsel bir tercih değil, politik bir söylem: film, küresel adaletsizliğin sahnesini değiştirmiyor, sadece ışığı farklı yere tutuyor. Artık sömürülen Afrika değil, Afrika’ya sığınan Avrupa. Zenginler, servetleriyle değil, korkularıyla kaçıyorlar. Yönetmen, bu sahnelerde sınıfın çıplak hâlini, neredeyse biyolojik bir refleks gibi gösteriyor: zenginlik, sahip olunamayacak kadar tehlikeli bir varlık hâline geliyor.


Servetin Tersine Evrimi

“Rich Flu”, sosyolojik açıdan bir salgın filmi kılığında sınıf yapısının çöküşünü anlatıyor. Filmde bir hastalık yayılıyor ama bu hastalık, bedenden çok toplumsal dokuyu hedef alıyor. İlk başta milyarderleri vuran bu ölümcül virüs, giderek daha alt sınıflara sarkıyor. Böylece “risk toplumu” kavramı (Ulrich Beck) neredeyse birebir sahneye taşınıyor: modern insanın korkuları artık doğadan, Tanrı’dan ya da düşmandan değil, insan eliyle yaratılmış sistemlerden geliyor. Bu sistem, kapitalizm.

Filmde, zenginlik artık bir güvence değil, açık bir tehdit. Bourdieu’nun “sembolik sermaye” kavramı burada ironik bir şekilde işliyor: sahip olunan her şey, statü değil hedef hâline geliyor. Paranın, itibarın, mülkün görünür olması, ölüm riskini artırıyor. Bu anlamda “Rich Flu”yu bugünün dijital çağının metaforu olarak da okuyabiliriz: herkesin “sahip olduklarını” sergilediği sosyal medya evreni, aslında görünürlüğün ölümcül olduğu bir arenaya dönüşmüş durumda. Gaztelu-Urrutia, bunu distopik bir dille değil, klinik bir soğuklukla anlatıyor; sanki bir salgın değil, bir deney izliyoruz. Ve bu deneyde en zenginler, kobay.


Laura: Neoliberal Kahramanın Son Perdesi

Mary Elizabeth Winstead’in canlandırdığı Laura karakteri, filmin yalnızca duygusal değil, sosyolojik ekseninde de merkezde duruyor. Laura, neoliberalizmin başarı anlatısının vücut bulmuş hâli: bağımsız, çalışkan, disiplinli, hırslı — ama aynı zamanda yorgun, yalnız ve kırılgan. Salgın başladığında ilk refleksi dayanışma değil, kontrol. Tıpkı sistemin kendisi gibi, o da virüsü yönetmeye, istatistiklerle anlamaya, “planlamaya” çalışıyor. Oysa “Rich Flu”nun kurduğu dünya, planın işlemediği bir yer. Winstead’in oyunculuğu, bu çaresizliği minimalist bir incelikle taşıyor: gözlerinin içindeki korku, yalnızca ölüm korkusu değil, anlam yitiminin korkusu.

blank

Bu karakter üzerinden Gaztelu-Urrutia bize şu soruyu sorduruyor: “Modern insan, zenginliğiyle mi tanımlanır, yoksa onunla nasıl baş edemediğiyle mi?” Laura’nın çöküşü, yalnızca bir bireyin değil, bütün bir ideolojinin —“başarabilirsin, kazanabilirsin, yönetebilirsin”— çöküşü. Filmin sonunda hayatta kalanın kim olduğundan çok, hangi değerlerin ölmeye yüz tuttuğu önemli. Bu yüzden “Rich Flu” yalnızca bir felaket anlatısı değil, ahlaki bir arınma ritüeli.


 Merkez ve Çevre Arasındaki Ters Akış

Filmin Senegal’de geçmesi, modern sosyoloji açısından çarpıcı bir dönüşümü işaret ediyor: küresel merkez artık çevreye sığınıyor. Eskiden fakirlerin Batı’ya göç ettiği dünyada, şimdi zenginler kaçıyor. Bu tersine göç, kapitalizmin kendi hastalığını kendi üst sınıfına bulaştırmasının simgesi. Gaztelu-Urrutia, Afrika’yı romantik bir fon olarak değil, Batı’nın suçluluk sahnesi olarak kullanıyor. Zenginlerin korkularını egzotik bir görsellikle değil, hesap günü estetiğiyle veriyor.

Filmin görsel dili, ıssız kıyılar, boş malikâneler ve terk edilmiş tatil köyleriyle örülü. Bu mekânlar artık statü göstergesi değil, mezar alanı. Zenginlerin dünyası, Batı’nın turizm broşürlerindeki cennet imajının altına gömülmüş bir kabusa dönüşüyor. “Rich Flu” bu anlamda, postkolonyal bir kara mizah örneği: dünya adaletsizliğini çözmüyor, ama tersine çalıştırıyor. Kolonyal ilişkiler yer değiştiriyor; avcı, av oluyor.


Ahlaki Piyasa: Günahın Değer Kazandığı Yer

“Rich Flu”nun en keskin tarafı, ahlaki dengeleri altüst etmesi. Virüs, zenginliği öldürüyor ama aynı zamanda vicdanı da ölçüyor. Karakterler birer birer düşerken, kimse geride kalanlara yardım etmiyor. Dayanışma, artık bir ekonomik maliyet. Bu, günümüzün bireyselci düzeninin sinemadaki yansıması. Kapitalizmin hastalığı fiziksel değil, ahlaki. Paranın, insan ilişkilerini tamamen tükettiği bir çağda, “Rich Flu” parayı literal anlamda öldürücü yapıyor.

blank

Gaztelu-Urrutia’nın yönetmenliğinde bu fikir, didaktik olmadan işliyor. Yönetmen, izleyiciyi yargılayan bir vaiz gibi davranmıyor; tersine, seyirciyi suç ortağı yapıyor. Çünkü filmi izlerken hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz: “Ben olsam saklanırdım.” Böylece film, etik bir test hâline geliyor. Salgının bulaşma biçimi fiziksel değil; ahlaki bulaşma. İzleyici de enfekte oluyor.


Yeni Sınıf — Hayatta Kalanlar

Son kertede “Rich Flu”, kapitalizmin ölümcül parodisi. Gaztelu-Urrutia, “The Platform”da olduğu gibi burada da sistem eleştirisini vaaz biçiminde değil, metafizik bir alegori olarak kuruyor. Para, artık yaşatıcı değil; öldürücü. Statü, koruyucu değil; bulaştırıcı. Ve sınıf, sahip olunanla değil, dayanılabilenle tanımlanıyor.

blankFilmde hayatta kalanlar, en az şeye sahip olanlar. Bu, sinema tarihinin klasik devridaimi: tıpkı Snowpiercer’da trenin son vagonundakilerin dünyayı yeniden kurmaya kalması gibi. “Rich Flu”, bu döngüyü güncelliyor: hayatta kalanlar artık yoksullar değil, yoksunlar. Yani paradan, statüden, görünürlükten, kimlikten arınmışlar.

Sosyolojik düzlemde bu, post-kapitalist insanın doğuşu. Filmin sonu umut değil, bir çeşit temizlik hissi bırakıyor: sistem çökmüş, insan nihayet sadeleşmiş.

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusu ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı, "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanı ve "Agatha'da Cinayet" adlı tiyatro oyununun yazarıdır. Sinema yazılarına Öteki Sinema'da devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Robocop (2014)

Robocop 2014, kendi kurmaca yapısı içinde medya-sermaye-ulusal güvenlik üçlüsünün birbirleriyle
blank

Children of Men / Son Umut (2006)

2006'nın en önemli bilim kurgu filmi Children of Men, ilerleyen