Tayfun Belet’in Roman Gibi adlı belgeseli, Altın Portakal’da izlediğim en olgun işlerden biri olarak aklımda kaldı ama hemen söyleyeyim, mükemmel değil. Tuhaftır ki, mükemmel olmaması onu daha anlamlı kılıyor. Çünkü hikâyenin merkezinde öyle bir kadın var ki; bütün ideolojik, tarihsel ve kişisel fırtınalarıyla, filmi yer yer taşıyor, yer yer de boğuyor: Sabiha Sertel.
Belet, unutulmuş bir kadını, önemli bir Türkiye figürünü hatırlatmaya niyetlenmiş ancak mesele yalnızca bir biyografi değil; aynı zamanda Türkiye’nin yüz yıldır bir türlü barışamadığı fikirlerin, basın özgürlüğünün ve kadın mücadelesinin hatıra defteri bu. Belgesel, adını Sertel’in aynı adlı otobiyografisinden alıyor ve hem bu isimle hem de içerdiği ironiyle zaten önemli bir şey söylüyor: Biz hâlâ roman gibi bir ülkede yaşıyoruz ve fakat hikâyemizin kahramanlarını okumuyoruz.
Sabiha Sertel’in hikâyesi Türkiye’nin en trajik, en öğretici ayna örneklerinden biri. Bir yanda Cumhuriyet’in ilk kadın gazetecilerinden biri olarak basında var olma çabası, diğer yanda ideolojik sebeplerle susturulması, yargılanması ve sonunda sürgüne zorlanması… O, yalnızca bir dönem figürü değil; bu ülkenin düşünce tarihinin vicdanı.
Belgesel bu vicdanı yeniden hatırlatıyor ama eksiksiz biçimde değil. Sabiha’yı sadece “baskı görmüş kadın” kimliğine indirgediği anlarda, hikâye derinliğini kaybediyor. Çünkü Sertel yalnızca mağdur değil, inatçı bir eylemci. Sadece fikirleriyle değil, fiilen de mücadele etmiş bir gazeteci. Susturulmak istendiğinde daha çok yazan, yasaklandığında yeni bir mecra kuran, sürgüne gönderildiğinde bile kalemini bırakmayan bir karakter.
Tayfun Belet, bu sert ve direniş dolu tarafı çoğu zaman yumuşatıyor. Belki sinemasal denge kurmak için, belki politik söylemi paranteze almak adına.
Film, Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin torunlarının izinden ilerliyor. Aile arşivleri, mektuplar, fotoğraflar… Bunlar arasında gezerken belgesel bir noktada aile tarihinden çıkıp kamusal bir hafıza kazısına dönüşüyor. Özellikle yeğeni Nur Deriş’in anlatıları bu dönüşümün kalbi. Onun sesiyle, geçmiş yalnızca nostaljik bir anlatı olmaktan çıkıyor, bir sorgulama aracına dönüşüyor.
Ancak şu da açık: Belet, bu kişisel hafızayı derinleştirmek isterken bazen kamusal belleğin ağırlığını hafife alıyor. Yani Sabiha Sertel’i “aile büyüklerinden biri” gibi anlatmak kolay; ama onu “düşünce tarihinin yaramaz çocuğu” olarak göstermek daha zor. Film ilkini başarıyor, ikincisine ise sadece göz kırpıyor.
Belgeselin en tartışmaya açık tarafı, Sabiha Sertel’i anlatırken ister istemez kahraman anlatısına yaslanması. Bunda da yadırganacak bir şey yok aslında; hayatı zaten başlı başına bir destan olan birini anlatırken mesafe korumak kolay değil. Ancak iyi belgeseller tam da bu noktada cesaret ister; kahramanını sadece parlatmakla değil, onu anlamaya, iç dünyasındaki çatlakları da göstermeye çalışmakla değer kazanır. Roman Gibi de bunu deniyor ama bir saygı perdesi arkasında yapıyor.
Sertel’in ideolojik gerilimleri, inançla umutsuzluk arasındaki gelgitleri, sürgün yıllarındaki yalnızlığı… Film bunlara dokunuyor ama uzun uzun kalamıyor. Belki bu tercih bilinçli; belki de yönetmen, Sertel’i incitmemek için bazı duyguları geride bırakıyor. Ama yine de o mesafede bile bir içtenlik hissi var, seyirciye onun direncini, inatçılığını ve sessiz kahramanlığını geçirmeyi başarıyor.
Filmde zaman zaman “düşünceleri uğruna acı çekmiş kadın” imajı beliriyor ama bu, onun entelektüel tutkusunu gölgede bırakıyor. Oysa Sertel’in asıl büyüklüğü, cesaretinde değil, ısrarında gizli. Bugün hâlâ birçok gazeteci, yazar ve sanatçı, onun yaşadığı baskı biçimlerinin modern versiyonlarıyla yüzleşiyor. Dolayısıyla Roman Gibi yalnız geçmişi anlatmıyor; bugünü ima ediyor.
Tayfun Belet’in kamerası genellikle saygılı bir mesafede duruyor. Bu iyi bir tercih; çünkü kahramanını putlaştırmıyor. Görsel olarak sade, anlatım olarak dengeli bir film var karşımızda ancak sinematografik olarak biraz güvenli bir iş. Belgeselin dili, Sabiha Sertel gibi bir kadının enerjisine denk düşecek kadar radikal olabilirdi.
Her şeye rağmen, Roman Gibi kıymetli bir bellek çalışması. Türkiye’nin düşünsel tarihine, basın özgürlüğü mücadelesine, kadınların kamusal varlık mücadelesine ışık tutuyor. Ancak bu ışık biraz fazla beyaz; arada gölgeleri, çatlakları, karanlıkları da görmek isterdim.

Yine de Tayfun Belet’i bu girişiminden dolayı kutlarım. Çünkü bu ülkede Sabiha Sertel gibi kadınları anlatmak hâlâ cesaret istiyor. Belgeseli mükemmel değil ama samimi. Eksikleriyle, aceleleriyle, sade diliyle bile bir şey başarıyor: Sabiha Sertel’in adını yeniden dolaşıma sokuyor.
Ve belki de asıl mesele tam olarak bu. Çünkü bizde unutulmak, öldürülmekten daha kalıcı bir şey. Roman Gibi, işte bu unutuluşun arasından yükselen bir hatırlatma sesi. Sessiz ama dirençli, tıpkı Sabiha Sertel’in kendisi gibi.