İlk Tron’u çocukken televizyonda izlemiştim; sıradışı, yenilikçi ve gerçek anlamda “dijital evren” fikrini sinemada mümkün kılan bir deneyimdi. 28 yıl sonra Tron: Legacy geldi; bana göre hakkı yenmiş bir eserdir. O film, özellikle Daft Punk’ın müzikleriyle birlikte bir atmosfer yarattı ki — o ton, o ritim, o hissiyat… Özel efektler ilk filmin mirasına sadık büyük bir güncelleme içeriyordu. Jeff Bridges’in, kusurlu bir görsel efekt teknolojisiyle de olsa, genç haliyle tekrar sahneye çıkışıysa sembolik bir ziyafetti ve 2. Dünya Savaşı it dalaşlarını andıran hava sahneleri müthişti.
Tron: Ares, iki filmin yarattığı-büyüttüğü her şeyi çiğneyip ayağının altına almış. Her sahnesiyle “pişmanlık” duygusu üretiyor. Hem senaryo hem karakterler hem de görsel dille—tıkanmış ve birbirini tekrar eden bir görsel şov. Tron’un dijital evrenini değil, Hollywood’un pazarlama algoritmalarını yücelten, ışıkla değil gürültüyle parlamaya çalışan bir şeyle karşı karşıyayız. Filmin her saniyesinde, o eski yaratıcı ateşin yerine steril bir stüdyo matematiği oturmuş.
Senaryoya bakıyorsun; hiçbir şaşırtıcılığı yok. Basit ve klişe bir çerçevede dönüyor: Yapay zekânın dünyayla ilk teması, bir programın gerçek dünyaya sızması, insan-makine gerilimi… Bunlar sinemada işlenebilecek temeller; fakat Ares, bu temellerin üstüne tek bir dayanıklı tuğla bile koyamıyor. Olay örgüsü, karakter motivasyonları ve dramatik yapı — hepsi yarım kalmış, zayıf kabuklar.
Tron evreninin güzelliği, başka hiçbir filme benzememesindeydi. 1982’de Steven Lisberger’in elinden çıkan o ilk film, sinemanın dijital bilinçaltına bir sonda indirmişti. Kendine özgü bir dil, görsel felsefe ve matematiksel bir estetik vardı orada. “Bilgisayar” bir dekor değil, bir varlıktı. “Program” bir karakter değil, bir felsefeydi. Ama Tron: Ares’te bunların hiçbiri kalmamış. Çünkü film kendi mirasını sürdüremediği için başkalarının mirasına sığınmış — en çok da Terminator 2: Judgment Day’e…
Sanki Ares’in yapım sürecinde biri çıkıp “Abi, bizim de bir *Terminator 2’miz olsun!” demiş. Jared Leto’nun canlandırdığı Ares, anlatının merkezinde bir “duygu kazanmayı öğrenen yapay varlık.” Peki, bu kimin hikâyesi? Tabii ki 1981’den beri herkesin bildiği T-800’ün. Cameron’ın o filmde kurduğu o “insanlık dersi veren makine” arketipi, burada birebir kopyalanmış. Hatta Jared Leto’nun donuk yüz ifadesi bile Arnold’un kasıtlı robotik tavrının kötü bir taklidi gibi. Fakat ironik olan şu: Terminator 2 o soğukluğu anlamlandırıyordu, çünkü o filmde bir çocuk vardı, bir vicdan vardı, bir empati kıvılcımı vardı. Tron: Ares’te ise sadece Jared Leto var — ve hiçbir şey hissetmiyor.
Film ilerledikçe fark ediyorsun: Ares karakterinin “dünyaya sızışı”, Terminator 2’deki T-1000’in zaman hattına iniş sekanslarıyla neredeyse birebir koreografik paralellik taşıyor. Kamera hareketleri, renk geçişleri, metalik dokular… Hatta aksiyon montaj ritminde bile James Cameron’ın elinden çıkmış o kusursuz kinetik dengeyi taklit etmeye çalışmışlar ama taklit, ruhsuz olduğunda karikatüre dönüşür. Tron: Ares de tam bunu yapıyor: Cameron’ın “çelikteki vicdanını” alıp, Disney laboratuvarında plastik bir oyuncak hâline getiriyor.
Bir başka detay: Ares’in final sahnelerinde kullandıkları ıslak, mavi-gri filtre, Terminator 2’nin çelik fabrikasındaki atmosferin açık bir kopyası. Ama Terminator 2 o mavi tonu duygusal bir metafor olarak kullanmıştı — soğukluğu, yalnızlığı, insanlaşmanın zorluğunu anlatıyordu. Ares ise sadece “cool dursun” diye kullanıyor. Yani biçim var, ama anlam yok. Görsel referanslar var, ama neden orada oldukları bilinmiyor.
Bu benzeşme sadece estetikte değil, anlatısal yapıda da var. Terminator 2, teknolojinin insanlığı kurtarabileceği fikrini işlerken, Ares bu fikri taklit ediyor ama onu ters yüz etmeye bile cesaret edemiyor. Yani “büyük fikirliymiş gibi” yapan ama derinliğe inmeyen bir senaryo var elimizde. Üstelik bunu yaparken de kendi köklerini inkâr ediyor. Çünkü Tron’un DNA’sında başkalarına benzememek vardı. Ve sonuç: Tron’un kimliğini çalan, Terminator’un ruhunu yanlış okuyan, seyirciye hiçbir şey sunamayan bir siber-zombi.
Jared Leto’nun Ares performansına gelelim. Mimikleri yok, ruhu yok, motivasyonu belirsiz. Oynamıyor; var olmak için yaratılmış bir figür gibi. Yanındaki Greta Lee’nin Eve Kim rolü de bir başka handikap: varlığı, sinematik mantık açısından hiçbir katkı sunmuyor. Tamamen Asya pazarına yönelik bir numara. Senaryo buna hiçbir direnç göstermiyor — “dünya pazarını genişletelim bari” mantığıyla yazılmış bir kozmetik unsur. Karakterin bir anlamı yok; onu anlatan hiçbir dokunuş yok.
Tabii ki Disney büyük bütçeyle gelmiş; görsel açıdan bombastik sahneler var. Işın kılıçları, grid efektleri, kırmızı ışık tonları, sızan dijital dünya motifleri… Ancak tüm bunlar, “ne anlatıyor?” sorusuyla karşı karşıya gelince bozguna uğruyor. Çılgın efekt bombardımanının ortasında duygu yok, gerilim yok, anlam yok. Görsellik, sadece kendini tekrar eden bir korku unsuru gibi.
İlginç bir nokta: bazı fragman kareleri, filmin bilimkurgu yerine kabus tonuna yaklaşacağını gösteriyordu. Kızıl- siyah palet, distopik filtreler, karanlık gölgeler… Bir tür korku-estetik arayışı söz konusuymuş gibi. Ne var ki bu doygun estetik de, anlatısal boşluklara yaslanıyor; temize çekemiyor. Efektler “şovu götürüyor”; ama şovun arkasında herhangi bir ruh, herhangi bir hamle kalmıyor.
Daft Punk’ın yokluğu, zaten başlı başına bir yara. Tron: Legacy’nin müzikleri hâlâ çalma listemde. Ares’te ise Nine Inch Nails devreye giriyor — bu seçim alkışlanabilir. Trent Reznor ve Atticus Ross’un bu filme özel bir albüm çıkarması, promosyona da akıllı bir hamle ancak beste ve soundtrack, montajla senaryo arasında diyalog kuramıyor. Müziğin nüansları yüzeyselliğe boğuluyor; melodik motifler zayıf kalıyor. Tron: Ares, Daft Punk’ın Legacy’sine zıt — tanınabilir temalardan yoksun, çarpıcı elektronik gürültü ve disonanslarla dolu.
Tron’un kaynağı bir deneyimdi; sınırları zorlayan, izleyiciyle yüzleşen, “sistem içinde sistem”i düşündüren bir film dünyasıydı. Ares ise bunun tam tersine, nostalji kancasına takılmış bir “marka devası” olarak çıkıyor karşımıza. Paranoyak pazarlama stratejileriyle sinema yerine ürüne dönüşüyor.
Jeff Bridges’ın varlığı — bu noktada yalnızca bir pazarlama kozuna indirgenmiş gibi. Çünkü Legacy’den geri gelen karakterler bile hayaletler olarak kullanılabiliyorsa; o dünya ruhu zaten bitmiş demektir.
Tron: Ares, Tron markasının gölgesinde inşa edilmiş bir gölge sinema. Mirasa saygı göstermeyi değil, mirası işlevsiz kılarak yeniden biçimlendirmeyi seçmiş. Jared Leto’nun yapımcılardan biri olması yüzünden ona bu hadsizliği yaptırmışlar. Oyunculuklar cansız, senaryo temelsiz, görsel dil kopya ve muazzam ses bombardımanı anlamsız. İçindeki umut, nostalji kokusu, düşünsel derinlik — hepsi tüketilmiş.
Benim tercihim: bu filmi yok saymak. Ev sinemasında ya da dijital platformlarda denk gelirseniz, belki birkaç dakikanızı ayırırsınız — ama beklentiyle oturmayın karşısına.