2002’de Danny Boyle imzalı 28 Days Later (28 Gün Sonra) ve onun 2007’deki devamı 28 Weeks Later (28 Hafta Sonra), zombi türüne getirdikleri sert realizm ve alt metindeki toplumsal/politik göndermelerle korku sinemasında çığır açmıştı.
Aradan geçen yılların ardından aynı yaratıcı ekip (Boyle ve Alex Garland) ‘8 Years Later (28 Yıl Sonra) ile bir kez daha buluştu. Üstelik bu film, planlanan yeni bir üçlemenin ilk halkası olarak duyuruldu ve her bir film için $75 milyon gibi devasa bir bütçe ayrıldı.
Yüksek bütçe ve yıldız oyuncu kadrosu ile gelen bu üçüncü film, maalesef seleflerinin seviyesine ulaşamıyor. Bir sinefil gözüyle baktığımızda 28 Yıl Sonra, cilalı prodüksiyonuna rağmen içerik ve ruh olarak ilk iki filmin gerisinde kalan, ticari kaygılarla şekillendirilmiş bir hayal kırıklığı.
Steril Bir Çizgi Roman Atmosferi
İlk iki film, düşük bütçelerine rağmen (ilk film sadece $8 milyonla çekilmişti) kirli ve kaotik atmosferleri sayesinde unutulmaz bir gerçeklik hissi yaratmıştı. 28 Yıl Sonra ise tam tersine, cilalı bir görselliğe ve tona sahip. Büyük stüdyonun eli değince her şey pürüzsüz, temiz ve adeta çizgi romanvari bir görünüme bürünmüş.
Boyle her ne kadar kamerada yine yaratıcı denemelere (iPhone ile çekilmiş sahneler, optik oyunlar vs.) girişmiş olsa da, filmin genel estetiği sanki bir çizgi roman sayfasından fırlamış gibi yapay duruyor. Bu sterilizasyon, filmin ruhundan çok şey götürüyor: Seyirciyi gerçekten rahatsız etmesi gereken sahneler bile güvenli bir formül içinde sunulduğu için beklenen etkiyi bırakmıyor. Örneğin, şiddet ve gerilim sahneleri teknik olarak iyi çekilmiş olsa da, ilk filmdeki o belgeselimsi dehşet duygusu yerini daha “stilize” bir şiddet gösterisine bırakmış. Sonuç olarak, 28 Yıl Sonra atmosferiyle korkutmaktan ziyade göz okşayan ama fazla temiz bir deneyim sunuyor – ki bu, serinin özüne ters.
Bunun en büyük nedeni, filmin bariz şekilde geniş kitleleri memnun etmeye çalışması. İlk film cesur politik alt metniyle “hem ürkütücü bir zombi filmi hem de keskin bir politik alegori” olmayı başarırken, yeni film böyle bir derdi olmadığını her fırsatta belli ediyor. Atmosfer, genel izleyiciyi rahatsız etmemek üzere cilalanmış sanki. Adeta korku soslu bir popüler kültür ürünü izliyoruz; köşeleri törpülenmiş, risk almaktan kaçınan bir yapım. Bu da filmin kimyasına ciddi zarar veriyor: 28 Days Later’ın o çiğ enerjisi ve taze soluklu dehşeti burada mumla aranıyor.
“Alfa Zombi”: Ucuz Bir Göz Boyama Numarası
Boyle ve Garland, hikâyeye heyecan katmak adına zombi mitolojisine yeni bir halka ekleyerek “Alpha zombi” kavramını ortaya atmışlar. Alfa zombi, Rage virüsünün adeta steroid etkisi yaratarak daha güçlü, daha hızlı ve daha zeki hale getirdiği özel bir enfekte türü olarak sunuluyor. Kağıt üzerinde seriye yenilik katacak bir fikir gibi görünse de, pratikte bu ekleme ucuz bir numaradan öteye gidemiyor. Çünkü 28 Gün Sonra’nın enfekteleri zaten hızlı ve ölümcül oluşlarıyla korkutucuydu; onları bir de “süper güçlü boss” seviyesine çıkarmak, filmin gerilimine ekstra bir şey katmıyor, tam tersine onu çizgi roman klişesine yaklaştırıyor.
Dahası, alfa zombi etrafında yaratılan sansasyon filmin önüne geçmiş durumda. Söz konusu yaratık, sahneye çıktığı an izleyiciye dehşetten çok absürt bir şaşkınlık yaşatıyor. Malum sahnede tamamen çıplak halde görünen alfa zombi, “28 Inç Sonra” esprilerine bile konu olacak ölçüde filmi sulandırıyor. Bu derece dikkat dağıtıcı bir ucuz şok unsuru, korku filmi için yanlış bir hesap.
Evet, belki herkes bu sahneyi konuşuyor ama bu tam da filmin hatasını gösteriyor: Korku yerine “viral” olmayı hedeflemek. Nitekim bir sinema yazarı bu durumu “harika bir viral pazarlama” olarak nitelendirip, “bütün reklam iyidir” mantığıyla açıklamış. Ne acıdır ki, 28 Yıl Sonra gibi bir kült serinin devamında en çok konuşulan şeyin bir zombinin anatomik ekstrası olması, filmin yaratıcılarının çaresizce gündem yaratma kaygısını ele veriyor. Alfa zombi, seriye yeni bir soluk getirmek yerine filmin ciddiyetini zedeleyen, ucuz ve gereksiz bir göz boyama numarası olarak kalıyor.
Vahşi Gerçekçilik ve Kaotik Arka Plan Nerede?
Orijinal filmlerin en sevilen yönlerinden biri, hikâyelerini vahşi bir gerçekçilik ve kaos duygusu içinde anlatmalarıydı. 28 Days Later’ın İngiltere’si, dijital video kamerayla çekilmiş boş Londra sokaklarıyla apokaliptik bir inandırıcılık yakalamış; karakterlerin her an ölümle burun buruna geldiği tam bir belirsizlik ve anarşi ortamı yaratılmıştı.
Ayrıca her iki önceki film de politik ve toplumsal arka planıyla dikkat çekiyordu: İlk film medeniyetin kırılganlığı ve askeri faşizm ile ilgili alt metinler barındırırken, 28 Weeks Later Britanya’yı “kurtarmaya” gelen Amerikan askerlerinin yarattığı yeni kaosu anlatarak hayli bariz bir savaş eleştirisi sunmuştu (hatta birçok yorumcu, 28 Weeks Later’daki Amerikan işgalini Irak Savaşı’na göndermelerle dolu bulmuştu). Kısacası, bu filmler sadece zombi dehşeti değil, aynı zamanda düzenin çöküşü, militarizm ve etik ikilemler üzerine söyledikleriyle de akılda kalmışlardı.
28 Yıl Sonra ise bu arka plan derinliğinden yoksun. Film aslında çok ilginç bir sosyo-politik fikirle başlıyor: Britanya adası 28 yıl boyunca dünya tarafından karantina altında tutulmuş, toplum tamamen çökmüş ve küçük bir insan topluluğu izole bir adada ilkel bir düzende yaşamını sürdürüyor. Bu düzlemde göçmenlik, karantina politikaları, dünyadan izole edilmiş bir toplumun paranoyası gibi temalar işlenebilirdi. Fakat film, bu potansiyeli neredeyse hiç değerlendirmiyor. Karantina altındaki Britanya meselesi, hikâyeye fon olmaktan öteye geçmiyor; ne uluslararası bir boyut ne de derinlemesine bir toplumsal çıkarım mevcut.
Üstüne üstlük, filmin ilk yarısında yaratmayı başardığı gerilim ve kaos duygusu ikinci yarıda tamamen sönümleniyor. İlk kısımda adadan çıkıp enfektelerin hakim olduğu ana karada yaşananlar bir nebze eski filmlerin kaotik enerjisini hatırlatıyor: belirsizlik hissi, ormanda veya harabelerde pusuya düşme korkusu, hızlı ve ölümcül saldırılar…
Ancak ortalara gelindiğinde film frene basıp karakterlerin duygusal iç hesaplaşmalarına ve uzun diyaloglara yöneliyor. Elbette karakter derinliği önemlidir, fakat 28 Yıl Sonra bunu yaparken temposunu ve tansiyonunu düşürüyor. Son bölüm ise kaotik olması gerekirken tuhaf biçimde tekdüze ve “kontrollü” hissettiriyor. Sanki önceden planlanmış bir rollercoaster rotasını izliyoruz; o gerçek hayatta her an ters gidebilecek hissi veren kaos duygusu yerine, çizgisel bir aksiyon sekansı silsilesi var. Seyirci olarak kendimizi olayların akışına kaptırıp “şimdi ne olacak?” diye diken üstünde hissetmek yerine, “sıradaki set-piece’e geçtik” diye düşünürken buluyoruz. Bu da filmin ruhuna ciddi zarar veriyor, zira 28 Gün Sonra ve 28 Hafta Sonra’yı özel kılan tam da o kontrolsüzlük, kaos ve gerçek tehlike hissiydi.
Özetle, 28 Yıl Sonra seleflerindeki vahşi gerçekçilikten ve kaotik atmosferden mahrum. Teknik olarak daha cilalı olsa da duygusal ve tematik açıdan daha sığ kalıyor. İlk filmin bir eleştirmeni tarafından “beyaz kıknıltılı dehşet ile samimi güzellik anlarını ustaca dengeleyen gerçek bir sanat eseri” olarak övüldüğünü hatırlarsak, yeni filmin bu dengeden ne kadar uzaklaştığı daha net görülür. Ne siyaseten kışkırtıcı, ne de ürkütücü düzeyde kaotik olabilen 28 Yıl Sonra, seyircide sadece ılımlı bir gerilim yaratıp geçiyor.
Yeni Zombi Mitolojisi: Yüzeysel ve İçi Boş
Boyle ve ekibinin belli ki büyük bir vizyonu var: 28 Yıl Sonra ile sadece bir film değil, yeni bir evren kurmaya çalışıyorlar. Film boyunca klasik enfekte-zombi formülünün ötesine geçme çabası hissediliyor: yeni enfekte türleri, yeni kavramlar ve geleceğe göz kırpan pek çok unsur eklenmiş. Fakat sorun şu ki, bu inşa edilmeye çalışılan yeni mitoloji oldukça yüzeysel kalıyor ve film bunların hiçbirini doyurucu şekilde işlemiyor.
Öncelikle, yukarıda değindiğimiz alfa zombiler bu mitolojinin parçası. Ancak tek yenilik bu değil. Filmde ayrıca “yavaşlar” diyebileceğimiz, yıllar içinde virüsün etkisiyle grotesk şekilde şişmiş ve artık yerde sürünerek yaşayan, solucan yiyerek hayatta kalan enfekte türleri de gösteriliyor.
Yani enfekteler arasında bir çeşit evrimsel ayrışma yaşandığı ima edilmiş: Bir uca doğru “evrim geriletici” yavaş, çürüyen yaratıklar, diğer uca doğru steroide bağlamış Alpha süper-enfekteler. Kağıt üstünde ilginç dursa da, film bu fikri sadece gösterip geçiyor; bu türlerin ne anlama geldiği, ekosistemdeki rolleri, insanlığa etkileri gibi sorular cevapsız.
Daha da yapay kaçan hamle ise, zombilerde üreme fikrinin ortaya atılması. Evet, yanlış duymadınız: Filmde enfekte bir kadının hamile kalıp doğum yaptığı bir sekans var. Üstelik büyük bir sürpriz olarak, doğan bebek enfekte değil, tamamen sağlıklı çıkıyor. Bu olay, bilimsel olarak Dr. Kelson (Ralph Fiennes’in canlandırdığı münzevi doktor) tarafından “plasentanın mucizesi” gibi basit bir açıklamayla geçiştirilse de filmin dünyasında epey sarsıcı bir olgu. Virüs kapmış bir anneden virüssüz bebek doğması, virüsün doğasına dair tüm bildiklerimizi altüst edebilecek bir şey.
Fakat film bu fikri de sadece gelecek filmlere yem atmak için kullanıyor izlenimi veriyor. Bebek meselesi ortaya atılıyor, kısa süre içinde bebek başka karakterlere emanet edilip sahneden çekiliyor ve konu kapanıyor. 28 Weeks Later’da asemptomatik taşıyıcı kavramı (virüse bağışık kişiler) işlenmişti; burada belki benzer bir yere varılacak ama şimdilik bu önemli detay boşa bırakılıyor. Yani “zombi bebeleri” fikri şimdilik sadece şok unsuru olarak var, altı doldurulmuyor.
Ve gelelim belki de en tuhaf “evren kurma” hamlesine: Filmin finaline doğru ortaya çıkan kıyamet tarikatı. Spike ve Dr. Kelson’ın yolu, Jimmy adında gizemli bir adamın liderlik ettiği bir grup hayatta kalana düşüyor. Bu grup, kurban edilmiş gibi görünen iskeletlerden inşa edilmiş bir tapınakta toplanmış ve kendilerince bir düzen kurmuşlar. Buraya kadar tamam – dünyanın sonu tarikatları zombili kıyamet kurgularında görülmemiş şey değil. Ancak bu tarikatın sunumu o kadar abartılı ve tuhaf ki, ciddiye almak güç. Liderleri Jimmy, büyük laflar eden karizmatik bir tip; ancak hem kendisi hem de müridleri dış görünümleriyle resmen mizansen gibi duruyor.
Guardian gazetesinin dikkat çektiği üzere, tarikat üyeleri giyimleriyle ülkemizde çok az kişinin fark edeceği bir kültürel göndermeye soyunuyor: Hepsi, Britanya’nın utanç verici figürü, sapkın TV sunucusu Jimmy Savile gibi giyinmiş durumda. Evet, yanlış okumadınız – altın eşofmanlar, garip aksesuarlar, 70’ler diskocu tarzı… Bu ne anlama geliyor? Koca film boyunca hiç anılmayan, hikâyeyle alakasız bir figüre post-apokaliptik bir tarikat kurdurmak nasıl bir mesaj vermeyi amaçlıyor? Guardian’daki inceleme haklı olarak soruyor: “Top of the Pops sunucusu etrafında şekillenen bu sahte dini kült, tarihin kazara aklanmasına dair karanlık bir espri mi, yoksa çıkarılabilecek daha uğursuz paralellikler mi var?”.
Filmin kendisi bu soruyu yanıtlamıyor. Biz de izleyici olarak kala kalıyoruz: Bu Jimmy karakteri, filmin açılışındaki küçük çocuğun (adı Jimmy olan ve 28 yıl önce hayatta kalmayı başaran çocuk) büyümüş hâli olabilir, evet, ama neden bir çocuk istismarcısının imajına bürünmüş bir mesih figürü? Bu gerçekten bir şey mi anlatıyor, yoksa sadece “aman ne tuhaf, ne sürpriz” diye konuşturmak için mi konmuş?
Ne yazık ki hissiyat, bunun “içi boş bir evren kurma çabası” olduğu yönünde. Filmin sonunda elimizde bir sürü parçalanmış fikir kalıyor: Alfa zombiler, evrimleşen/enfekte bebek doğuran virüs, kemiklerden tapınaklar kuran tuhaf tarikat… Tüm bu unsurlar bir bütünün parçası olmaktan ziyade, devam filmlerinde belki işlenecek gevşek uçlar gibi duruyor. Sanki Boyle ve Garland’ın elinde 2-3 filmlik malzeme varmış da ilk filme hepsinden biraz serpiştirmişler.
Bu yaklaşım, tek başına 28 Yıl Sonra’yı tatmin edici bir yapım olmaktan çıkarıyor; film kendi kendine yeten bir hikâye anlatmıyor, sadece gelecekteki filmlerin fragmanını izletiyor. Yeni zombi mitolojisi derinlikli bir efsane yaratmak yerine, yapay eklentilerle şişirilmiş kof bir genişletilmiş evren denemesi olarak kalıyor.
Korku Yerine Pazarlama: Seyirciye Ürün Satmak
Sonuç olarak 28 Yıl Sonra, bir korku filminden ziyade bir pazarlama ürününe dönüşüyor. Seyircide filmin sonunda uyanması gereken duygular merak, dehşet veya tatmin olmalıydı. Oysa salondan çıkan pek çok kişi heyecan veya korkudan çok, filmin onlara “devamı yakında bu sinemada” diye göz kırptığı hissine kapılmış durumda.
Film öylesine bariz bir şekilde gelecekteki devamına zemin hazırlayarak bitiyor ki, final anı koca bir cliffhanger (uçurumda bırakma) klişesine teslim oluyor. Daha ortada ikinci film yokken, ilk filmin sonunda çözülmemiş onca mesele ve yarım kalmış bir hikâye ile baş başa kalıyoruz. Bunun bilinçli bir tercih olduğu sır değil: 28 Yıl Sonra’nın “üçlemenin ilk filmi” olduğunun altı özellikle çiziliyor ve filmin oldukça büyük bir uçurum finaliyle bittiği bizzat yapım ekibi tarafından da dile getiriliyor.
Elbette ki bu tercih, ticari olarak seyirciyi sonraki filme çekmek için yapılan bir hesap. Ancak bu hesap, tek başına bu filmi zayıflatıyor; zira hiçbir şey çözülmediğinden, tek başına bir film olarak değeri düşüyor.
Film boyunca da benzer bir ürün yerleştirme tadı mevcut. Kimi sahneler var ki, sanki hikâyeye hizmet etmesinden çok sonraki filmin reklamını yapmak için eklenmiş gibi duruyor. Örneğin, Cillian Murphy’nin canlandırdığı Jim karakterinin adı bir yerde anılıyor veya bir flashback ile ilk filme ufak bir gönderme yapılıyor diyelim – bu anlar heyecan verici olmaktan çok, “devam filminde Cillian Murphy geri gelecek” mesajı veren pazarlama hamleleri gibi algılanıyor. Nitekim basında da şimdiden Jim karakterinin seriye döneceği, ikinci filmin çoktan çekilmeye başlandığı gibi haberler çıktı.
Yani 28 Yıl Sonra daha gösterime girmeden devamının reklamını yapmaya başlamıştı bile. Bu durum, filmi bir sanat eserinden çok bir franchise parçası, bir ticari seri halkası haline getiriyor. Seyirci de bunu hissediyor: Filmi izlerken arka planda bir pazarlama makinesinin çalıştığını, her an “satın al” düğmesine basmamız için zemin hazırlandığını sezmek mümkün.
Asıl acı olan ise, ilk filmlerin mirasının bu şekilde meta hale getirilmesi. 28 Gün Sonra’nın bıraktığı o kalıcı etki – zombilerin hızlı olabileceği fikri, insan doğasının karanlık yanlarına tutulmuş ayna, kapitalizm ve militarizm eleştirileri – bunların hiçbirini 28 Yıl Sonra bırakmıyor.
Onun yerine tek konuştuğumuz, pazarlama stratejileri ve uçuk kaçık “yenilik” numaraları. Film bittikten sonra tüylerimizi diken diken eden bir sahne hatırlamıyoruz belki, ama dev şirket logolarını ve gelecekte gelecek filmlerin haberlerini net bir şekilde görüyoruz. Korkudan çok reklam hafızamızda kalıyor.
28 Yıl Sonra, seleflerinin mirasını devralmak yerine onu popüler kültür pazarında yeniden paketlemeyi seçmiş bir film. Evet, izlemesi zaman zaman keyifli, prodüksiyon değeri yüksek ve “daha büyük, daha hızlı, daha gürültülü” olmayı hedefleyen bir yapım var karşımızda. Ancak daha iyi olmadığı çok açık. İlk iki film hala modern zombi türünün zirvelerinden sayılacak, onlara saygı duruşu niteliğinde bir devam filmi beklerken; karşımızda ruhunu yitirmiş, sterilize edilmiş ve sadece gelecekte daha çok bilet satmak için dizayn edilmiş bir ürün buluyoruz.
Bir sonraki filmde (adı bile şimdiden belli: 28 Years Later Part II: The Bone Temple veya Türkçesiyle muhtemelen 28 Yıl Sonra: Kemikten Tapınak) Jim karakterinin geri geleceği, hikâyenin devam edeceği söyleniyor. Belki o zaman bu filmde havada kalan bazı fikirler anlam kazanır, belki seri toparlanır. Fakat şu an için, 28 Yıl Sonra tek başına değerlendirildiğinde serinin hatırasına pek de layık bir iş değil. Sinefil gözüyle, filmin değeri parlak patlamalar ve ses efektlerinden ibaret kalmış; sorgulayıcı bir zihinle bakınca da alt metni boş, söyleyecek sözü pek olmayan bir gişe ürününe dönüşmüş.
Keşke Boyle ve Garland, büyük stüdyo imkanlarını kullanırken cesaretlerinden ve sivri dillerinden de bir şey kaybetmeselerdi. Keşke bize yeniden tırnaklarımızı yedirecek, çıktığımızda tartışacak fikirler verecek bir film sunsalardı. Onun yerine, bize şunu dedirtiyorlar: “28 yıl bekledik, sonucunda elimizde koca bir balon kaldı.” İlk filmin efsanevi müziklerinden “In the House – In a Heartbeat” çaldığında hissettiğimiz o tüy ürpertici heyecanın yerini, şimdi pazarlama gürültüsü almış durumda. Ve bu, gerçekten üzücü.
28 Yıl Sonra, belki gişede yüzünü güldürecek (ilk haftasında hatırı sayılır hasılat elde ettiği söyleniyor) ama uzun vadede hatırlanacak olan, filmin kendisinden çok etrafındaki tantana olabilir. Zombi sinemasına getirdiği “yenilikler” ise muhtemelen birer dipnot olmaktan öteye gidemeyecek. Çünkü içi doldurulmayan her parlak fikir gibi, bunlar da çabucak unutulacak.
Geriye kala kala yine 28 Gün Sonra’nın o unutulmaz sahneleri, 28 Hafta Sonra’nın yüreğimize oturan anları – bir de maalesef, 28 Yıl Sonra’nın nasıl bu kadar yanlış yola saptığına dair ibretlik bir ders kalacak.